Arşiv

 Biraz sağduyu

“SİZİNLE AYNI fikri paylaşmıyorum, ama sizin düşüncenizi ifade etmeniz için hayatımı feda edebilirim.” Ünlü deist Voltaire’in bu sözleri, Türkiye’de bugün hakim olan “aykırı düşünceyi” linç atmosferinde boğma eğilimi göz önüne alındığında şimdi söylenmiş bir söz gibi duruyor.

25-27 Mayıs 2005 günlerinde İstanbul’da, Boğaziçi Üniversitesi Kültür Merkezi Büyük Toplantı Salonu’nda, Ermeni meselesine ilişkin “muhalif” bir konferans düzenlenecekti. Konferansın dâvet sahipleri, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ve Sabancı Üniversitesi Tarih Programıydı. Konferansın başlığı, “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları”ydı. Bu konferans, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in “sorumluluk ve ciddiyetle” bağdaşmayan, Türkiye’yi çok zor duruma sokan beyanları ve Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü üzerinde uygulanan ağır baskılar yüzünden ertelendi.

Erteleme atmosferi, Çiçek’in, AKP’nin bugüne kadar AB reformları etrafında belirginleşen “serbestiyetçi” tutumuna taban tabana zıt “aşırı milliyetçi,” hatta “şoven” açıklamalarının tetiklediği milliyetçi bir galeyanla oluşturuldu. Ne diyordu Çiçek: “Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydı gereğini yapardık. Keşke Adalet Bakanı olarak dâvâ açma yetkisini devretmeseydim. Şimdi YÖK ne yapacak merak ediyorum. BÜ ne yapacak onu merak ediyorum. Biz de merak ediyoruz. Milletimiz de merak ediyor. Bu sorumsuzluk, bu ciddiyetsizlik, bu millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların bu milletin aleyhine propaganda yapma, hıyanet etme dönemini artık kapatmamız lâzım. Çünkü milletin vicdanı rahatsız oluyor.” On yıllardır Türkiye’de düşünce hürriyetinin gelişmesini engelleyen, kendisine, grubuna ya da kendi tanımladıkları “millî vicdana” aykırı telâkki edilen her fikri, “ihanet” suçlamasıyla boğan bu yaklaşım, Türkçü, Kemalist ve bir ölçüde de İslâmcı milliyetçilerin paylaştığı ortak bir zemindir. İslâmcılık akımının milliyetçi akımla olan tarihsel ikizliğinin en çok depreştiği alanlardan biri de tarihimizdeki “Ermeni meselesi”dir.

Milliyetçi tahayyül bugünü istediği gibi tanımlayabilmek için dünü tanımlama kudretini kendinde tutar. Bu kudretin en önemli tezahürlerinden biri de “millî tarih”in ayıklayıcı bir algıyla yeniden inşasıdır. Bu inşa, kendisini istenmeyen olayların “unutturulması” üzerinde temellendirir. 1915’te cereyan eden olayların mahiyeti hakkında, ders kitaplarında öğretilen birkaç klişe dışında neyi biliyoruz? Dinî ve etnik çeşitliliğe karşı neden bu kadar dışlayıcı bir tutum içindeyiz? Neden bunları hemen “sözde vatandaş” kavramı içine alıp, erken Cumhuriyet dönemindeki hakikî vatandaş-kâfa kâğıdı vatandaşı ayırımını hortlatıyoruz? Belki, en önemli soru şu: Bizim tarihimizde, öznesi “biz” olan kirli sayfaların olabileceğini neden peşinen reddediyoruz? Ermeni meselesi konusunda “farklı” ya da “muhalif” düşünenleri, buna soykırım tezini savunan bu toprağın ekmeğini yiyip suyunu içen “nankörler” dahil, neden “vurun, söyletmeyin” diyerek linç etmek istiyoruz? Bugüne kadar devlet ve toplum olarak bunu çok yaptık da, ortak iyiye dönük ne tür kazanımlar elde ettik?

Devlet sopasının ucunu göstererek, “toplumca” hiç hoşlanmadığımız bu konferansın, valimiz yoluyla güvenliğini garanti edemeyeceğimizi bildirerek, savcımız marifetiyle sunulan tebliğleri istetip dâvâ açılabileceği ihsasında bulunarak, bakanımız eliyle de “ihanet mührünü” basarak Türkiye’ye hizmet mi ettik? Türkiye’ye, Türkiye’nin AB’ye uzanan uzun ince yoluna çok büyük bir darbe vurulduğundan şüpheniz olmasın. Üniversite özerkliğini ve akademik hürriyeti, YÖK’ten sonra hükümet de ağır biçimde örseledi. Bu milliyetçi hezeyan dalgasının sonu, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”a müncer olur. “Sözde Türklere” de Türkiye’yi zindan eder, başımızı göğe erdiririz! Avrupa Birliği de neymiş? Keçecizade Fuat Paşa’nın dediği gibi, içeridekiler ve dışarıdakiler bu yolu tıkamak için ellerinden geleni yapıyor. Bakalım başarabilecekler mi?

Yargıtay Genel Kurulu düşünce hürriyetinin mutlak olamayacağını hükme bağlarken buna tepki duyanlar, Ermeni meselesindeki muhalif yaklaşımların dillendirilmesine getirilen bu keyfî şiddete de karşı durmalıdırlar. “Şok edici” ya da yanlış bir fikrin ifade edilmesi bizi neden rahatsız edebilir? Bu ülkede ateizm savunulabiliyor mu? Evet. Aynı cinsin evliliği söz konusu edilebiliyor mu? Evet. Öyleyse siz hangi fikrin sınırlanmasını savunabilirsiniz ki? Hürriyet Üzerine isimli eserinde, yanlış bir fikrin her halükârda savunulabilmesi gerektiğini söyleyen John S. Mill bunu şöyle gerekçelendirir: Bir fikir yanlışsa, yanlışlığı ortaya konarak var olan doğrunun doğruluğu pekiştirilmiş olur. Kısmen doğruysa, eski yanlışı kısmen tashih eder. Doğruysa, yanlıştan kurtulmuş oluruz. Her üç durumda da “yanlışı savunabilme hakkı” engellenmemelidir. Kaldı ki, pek çok durumda neyin doğru neyin yanlış olduğu kolayca ortaya konamaz. Türkiye de kaba milliyetçi yaklaşımlarla AB yolunda devam edemez.

Edward Said İsrail askerlerine taş atarken görüntülendiğinde, Columbia Üniversitesinden atılması için Yahudi lobisi büyük bir kampanya başlatmış, ancak üniversite yönetimi akademik hürriyet adına Said’e sahip çıkmıştı. Abdülhamid, Şark konusunda “maaşı tehir, maarifi tacil eden” Bediüzzaman’ı akıl hastanesine göndermişti. Muhalifini delilikle suçlamak baskı rejimlerinin tipik özelliklerinden biridir. Hakim görüş ve değerlere muhalif yaklaşımlara “ihanet” suçlaması yöneltmek de, şöven milliyetçi rejimlerin tipik özelliğidir.

“Galeyan gelince mantık savuşurmuş.” AKP nereye koşuyor?




Yeni Asya Gazetesi, 27.05.2005

  27.05.2005

© 2021 karakalem.net, Refik Yıldızer




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut