Arşiv

 "Din elden gidiyor" edebiyatı

HAYATA SAF iktidar penceresinden bakanlar ve onu bu dünyaya inhisar ettirenlerin bunun için araçlaştırmayacakları hiçbir şey yoktur. Bunun içinde kendilerini bağlı saydıkları din de vardır. İslâm tarihi boyunca iktidarlarını sağlamlaştırmak için dini kullanmanın en sakil örneklerinden biri, Sıffin’de Emevî sarayının yenilmek üzere olan askerlerinin mızrak uçlarına Kur’ân’dan sayfalar taktırmasıdır. Dinin her türlü iktidarın, ama özellikle siyasî iktidarın emrine koşulması, Hilafetin saltanata dönüşmesiyle müşahhaslaşır. Süreç içinde ortaya çıkan ve “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” anlamına gelen zillullah unvanı büyük bir bid’at olarak Müslüman toplumlara yerleşti. Bu şekilde dinin siyasî iktidarın vesayeti altına alınması, onun korunması maslahatına bağlandı. Peki, dinin korunmaya muhtaç bir kurum olarak görülmesiyle, Kur’ânî gerçeklik ne kadar örtüşmektedir?

Kur’ân açık biçimde dinin hiçbir dünyevî güçle kaim olmadığını belirtir. Peygamberin vefatı halinde “dinin elden gideceği” zehabına kapılanları, Kur’ân şöyle uyarır: “Muhammed de ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse siz gerisin geriye mi döneceksiniz? Her kim gerisin geriye dönerse, elbette Allah’a hiçbir zarar vermiş olmaz. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (39/2). Nitekim, Hz. Peygamberin vefatı üzerine Hz. Ömer’in tepkisinde tezahür eden yetimlik duygusunu, Büyük Sıddık, bu âyeti hatırlatarak yatıştırır. Din peygamberle kaim değildir; çünkü peygamberin mükellefiyeti emanete sadakatle tebliğdir. Tüm peygamberler de bunu hakkıyla yapmışlardır. Eğer din, özellikle de Kur’ân’ın korunması beşerî bir vikaye gerektirmiyorsa, Müslüman toplumlarda, özellikle de son dönem Osmanlı toplumunda, neden “din elden gidiyor” korkusuna rastlıyoruz? Bu durum tarihî vakıayla ne kadar örtüşmektedir?

Allah’ın katında yegâne geçerli din olan İslâma zarar vermek isteyenleri Kur’ân, “kâfirler istemese de, Allah’ın nurunu tamamlayacağı” ihbarıyla uyarır. Kur’ân’a tarih boyunca hiç kimse zarar verememiş, ne bir ekleme, ne de bir çıkarma yapabilmiştir. Dahası, bunun böyle olacağını da Kur’ân haber vermiştir: “Şüphe yok ki, o Kur’ân’ı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz” (15/9). Kur’ânın İ’câzı onun gerçek koruyucusudur. Öyleyse mü’min insandan beklenen sadece ve yalnızca “dini Allah’a has kılarak (ihlâsla) O’na ibadet etmek”(39/2)tir. Bir vakıa-yı hayaliyede Kur’ân’ın etrafındaki surların parçalandığını gören ve buradan hareketle i’câzının onun zırhı/koruyucusu olacağını söyleyen Bediüzzaman da bu noktayı işaretler. Kurumsal İslâmın unsurları olan tekye ve medreselerin yozlaşması ve İslâmın “devlet dini” olma vasfını yitirmesi, bu hakikatı çıplak hale getirir.

Dinin korunması, Müslümanların ona sadık kalması yani ihlâslı amellerle mümkündür. Yoksa din elden gitmez, ancak “istitar eder”, uzaklaşır ve bizi hidayetinden mahrum bırakır. Eğer biz hakikî ihlâsla Allah’ın dininin “yardımcıları” olursak, O da bize yardım edecektir (61/14). Allah’ın nusreti ancak O’nun dinine sahip çıkmakla, yani dini ona has kılarak, bu has kılışla (ihlâs) O’na yönelmekle müyesser olur. Yavuz Sultan Selim’in Mekke ve Medine’nin Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra, “Hâdimu’l-Haremeyn” unvanını tercih etmesi, bu güzel bilincin ürünü olsa da, Osmanlı devlet anlayışı ve daha genel olarak Yakın Doğu devlet anlayışı, dinin korunmasını devlete atfeden, bu yüzden de devleti dine önceleyen bir yaklaşıma sahiptir. “Devlet-i ebed müddet,” yani sonsuza kadar yaşayacak devlet anlayışı buradan kaynaklanır. Bu anlayışın dayandığı “Adalet çemberi” mülkün (devlet) korunmasını ana hedef olarak görür. Bunun için güçlü bir orduya, ordu için paraya, para için vergi veren halka, halkın vergi verebilmesi için adalete, adalet için de devlete ihtiyaç olduğunu söyler. Dinin de bu şekilde devletin koruması altına alınması, devlete din üzerinde meşru tasarruf tekeli sağlar ki, Müslüman toplumlarda tarih boyunca bu açıdan gözlediğimiz otoriter ortam, bunun sonucudur.

“Din elden gidiyor” diye bayrak açanlar, çoğunlukla bunu bahane edip kendi yerleşik çıkarlarını emniyet altına almaya çalışmıştır. Dini bu şekilde kendi süflî iktidarlarının devamına yarayan bir âlet derekesine indirenler, kim olurlarsa olsunlar, sonuçta dini Allah’a has kılmaktan uzaklaşmış, dolayısıyla heva ve heveslerini ilâh ittihaz edenler olmuşlardır. Bugün de, laikçi milliyetçilerin toplumu yeniden sığdırmak istedikleri cenderenin kılıflarından biri olarak “Din elden gidiyor” iddiasına sarılmaları, yalnızca onların ne kadar süflî ve bayağı tüccarlar olduklarının göstergesidir. Allah’ın dinini bu şekilde metalaştıranlara karşı, Abdulhamid’in tahttan indirilmesi üzerine, gerçek ve samîmî anlamda dinin elden gittiği korkusuna kapılan, Şark vilayetlerinden Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyadaki Müslümanların korkularına karşı, bundan yaklaşık yüzyıl önce Bediüzzaman şunları söylemişti: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz kapamakla gece olmaz. Gözünü kapayan sadece kendine gece yapar.”




Yeni Asya Gazetesi, 01.04.2005

  01.04.2005

© 2021 karakalem.net, Refik Yıldızer




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut