Arşiv

 Kimsesizler kimsesi

BİR SABAH topluma uyandığımda, çevremde “muhafazakâr” olarak tanınan çok sayıda kişinin üst dudaklarındaki kıllara savaş açarak büyük bir katliam gerçekleştirdiklerini gördüm. Modernlik üst dudakların üzerinde tüm haşmetiyle belirmişti. “Gerici bıyıklar” tarihin çöp sepetine atılmış, Türkiye modernlik yolunda bir mevzi daha kazanmıştı.

Sokaklarda “başörtülü olarak yürümek” dindar Müslüman kadınların “çağdaş”lar tarafından taciz edilmesine davetiye çıkarmak anlamına geliyordu. Bu kadar ağır tahrik karşısında, kendilerini “laik” olarak tanımlayanlar uygarlık adına galeyana geliyor, tahkirler, jurnaller, sürgünler birbirini izliyor, Kemalist cadı avı dindar toplum kesimleri üzerinde bir giyotin gibi işliyordu. Medya yoluyla yürütülen psikolojik savaş vasıtasıyla, bütünüyle sanal tehlike kaynakları üretilerek, büyük hortum operasyonlarına uygun bir zemin oluşturuluyordu. Hortum vanaları açılırken, Türkiye’deki dindar toplum “var olma endişesine” sürükleniyor, ancak bu var oluş giderek daha fazla oranda “kamusal alanda görünmez olma” kaygısına göre biçimleniyordu. Birkaç küçük marjinal grubun “görüntüleri” yoluyla tüm toplum ajite edilirken, dindar kesimler onulmaz bir boğulma hissi içine sürükleniyordu. “Gece, deniz ve balık,” nefsin hevasıyla biçimlenince, boğulmak kaçınılmazdı.

Hadiselerin akışı içinde şahit olduğumuz bireysel, toplumsal, küresel ve kevni herşey, kendi ayinemize düşürdüğümüz görüntüyle anlam kazanır. Bu anlamın pozitif bir seyir izlemesi, benlik, tabiat ve topluma imanî bağlanma içinde bakabilmekle mümkündür. Bu süreç içinde “boğulma hissi”ne yer yoktur. Mümin eğer “gece, deniz ve balık” üçgeninde boğulma hissi yaşıyorsa, Allah’a olan inancında ve tevekkülünde ihlâs yerine iktidar duygusunu yerleştirmiş demektir. Hadiselere iktidar gözlüğüyle bakanlar, herşeyin sonucunu bu dünyada, mümkünse “an” içinde almak ister. Oysa, dünya hayatı mümin için bir mücadele ve mücahede meydanıdır. Bir netice alma sahnesi değildir. Daha doğrusu, neticelerin dünya hayatı içinde, “biz burada yaşarken” devşirilmesine talip olmak, Müsebbib-ül esbaptan tegaful etmek anlamına gelir. İhlas ve iktidar birbirine çoğu defa zıt makamlarda yer alır ve iktidarı ihlâsa öncelemek, Allah’ın iradesine taayyün biçme hevesinden kaynaklanır.

“Küre-i arz bomba olup patlasa” korkmaması gerekenler, 28 Şubat dalgasının altında önemli ölçüde ezilip örselendi. Oysa, “hayatımız, ölümümüz ve ibadetimiz” Allah için değil midir? Öyleyse dünyevî hiçbir şey mümin insanı korkutamayacağı gibi, ümitsizliğe de sevk edemez. İsterse kâfire bir “nefeslik” hayatı bile vermeyebilecek bir kudretin Sahibinin bizden ve yaşadığımız dünyadan bigâne olduğunu nasıl düşünebiliriz? İmanî bağlanması örümcek ağı gibi zayıf olanlar “deniz, gece ve balık”a hükmeden kudret yerine kendi nefislerini ikame etmeye yönelebilirler.

Bu bakımdan Filistin’deki intihar saldırılarını motive eden şey, muhtemelen o insanlık dışı hapishanede yaşayan Müslümanların boğulma hissi yaşamalarıyla ilişkilidir. Gözlerini bombardıman altındaki bir hastanede açan, ailesinin birçok ferdi öldürülmüş, sakat kalmış ya da hapsedilmiş olan, eğitim ve çalışma haklarından yoksun bırakılan, insanlık onuru sürekli aşağılanan, yaşadıkları toprakları temellük edilen insanların, karşılarındaki korkunç zulüm makinesi karşısında, sığınabildikleri son duraktır intihar saldırıları. Bu psikoloji ile empati kurmanın mümkün olduğuna inanıyorum. İntihar saldırılarında bulunanların bu eylemlerini imanî ve insanî olarak onaylamıyorum. “Böyle bir hayatı yaşamaktansa, düşmana zarar vererek ölmek yeğdir” anlayışından hareketle gerçekleştirilen bu eylemler, son tahlilde, yukarıda bahsettiğim “boğulma hissi” ile de ilişkilidir. Hak bir dâvânın araçları da hak olmak zorunda olduğuna göre, intihar doğru bir araç değildir. Ama mutlaka bir şekilde “netice almaya” dönük bir hissiyatın sonucu olan bu eylemlerin, onulmaz bir çaresizliğin beslediği iktidar merkezli bir bakış açısının da ürünü olduğu söylenebilir.

İran’ın nükleer silâh sahibi olması bu açıdan kabul edilebilir bir şeydir. Ama bu silâhı kullanması doğru mudur? Nükleer bir saldırıya maruz kalsa bile, nükleer bir karşılık vermek İslâmın savaş etiğiyle ne kadar bağdaştırılabilir? Aynı soru, kitle imha silâhları için de geçerlidir. Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi modern savaş teknolojisini Müslümanlar açısından ahlâkî zeminin dışına itmekte ve sahip olma düzleminde değil, ama kullanma düzleminde iktidar dışı bir bakış açısına zorlamaktadır. Allah’ın rahmetini aşan bir rahmet olamayacağına ve her hal ve şartta süreklilik arz eden bir durum olan kulluğun, ortam şartlarının belirleyiciliğine tâbi olmayan bir keyfiyet olduğu nazara alındığında, O’na teslim olmanın ve bu teslimiyetin bürüneceği en güzel ve hikmetli mücadele metotlarını bulmanın bizim temel sorumuz olduğu aşikârdır. Bu mücadele içinde “boğulma hissi”ne yer yoktur. İntihar saldırıları da, kitle imha silâhlarının kullanımı da bu boğulma hissinden izler taşımaktadır. Oysa O, tüm kalbi kırıkların Rabbidir. Onun uluhiyetine açılan nefsimizdeki acz ve fakr pencerelerini açık tuttuğumuzda, Rububiyetin her türlü cilvesini sabır ve teşekkürle kabul edecek kıvama ulaşabiliriz. Bu dünyada hakimiyete değil sadece kulluğa talip olabiliriz. Hakimiyet kulluğun mümkün görünümlerinden biridir, ama hiçbir zaman aslî görünümü olmak zorunda değildir. Allah’ın razı olduğundan herşey razı olur: Deniz, gece ve balık da. Gerisi oyalanmadan ibaret.




Yeni Asya Gazetesi, 04.03.2005

  30.03.2005

© 2021 karakalem.net, Refik Yıldızer




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut