Arşiv

 Mutlakın sivilleşmesi

TÜRKİYE, SİVİL toplum kavramıyla özellikle 1980’lerin ikinci yarısında tanıştı. Resmî ideolojinin hayat alanını daralttığı tüm akım ve ideolojiler, demokrasinin yerleşikliğinin artması ve rejimin çoğulcu niteliğinin pekişmesi açısından, sivil toplum kavramını, deyim yerindeyse yeniden ürettiler. İlginç olan nokta, sol, (Türk ve Kürt) milliyetçi ve dini geleneklerin kendilerini sivil toplum içinde konumlandırmakta hiç zorlanmamaları, ancak bunu yaparken kendi mutlakçı referans sistemlerini de devam ettireceklerini düşünmeleri.

Oysa, sivil toplum, örgütlü toplumun karakterize ettiği katılımcı demokrasinin olmazsa olmazı olmakla birlikte, hem kendisinin demokratik bir yapıya sahip olması, hem de kamu alanının demokratik olarak yapılanmasına katkıda bulunabilmesi için, mutlakçı referans sistemlerinin nisbîleştirilmesi bir zorunluluktur. Kamusal alanı demokratik olarak yapılandırabilmek ve bunu da dinamik bir mahiyeti haiz sivil toplum süreçleri yoluyla yapabilmek için, türdeşleştirici ve bütünü tek tipleştirici talepler yerine, bu taleplerin sivil toplum filtresinde alacağı biçimi kabullenmek ve oyunu buna göre oynamak, demokratik çoğulcu bir toplum ve siyaset çerçevesi üretmenin temel vazgeçilmezidir.

Kamusal alanın düzenlenmesinde kendi değerler sistemini yegâne referans olarak öne çıkaran ve onun dışında kalanlara meşruiyet atfetmeyen yaklaşımlar, demokratik değildir. Çünkü demokrasi öncelikle bir usul meselesidir. Bu usûlde, kamu alanının düzenlenmesini dinamik bir çerçeveye oturtmak ve periyodik seçimler sonucunda ortaya çıkacak demokratik meşruiyete yaslanan siyasî güçlere bu hakkı teslim etmek esastır. İşte, sivil toplum örgütleri “temsil sistemi”nin açmazlarını aşmak, toplumsal talep ve çıkarlardaki çoğulculuğun gereği olarak kendi kısmî taleplerini siyasî sisteme sürekli olarak ileterek siyasi toplum içindeki hoşnutluk düzeylerini arttırmak, böylece oyunun temel kuralları da dahil olmak üzere sosyo-politik referans çerçevesini statik olarak kalmaktan uzak tutmaya çalışırlar. Her devletin resmi ideolojisi bu dinamik çerçeveye göre yapılanmak zorundadır. Aksi takdirde, Türkiye’de olduğu gibi, demokratik meşruiyetini kaybetmek ve geçerliliğini yitirerek toplumsal gelişmeyi baskılayan bir işleve bürünmek zorunda kalırlar. Demokrasi, mutlak hakikatin bilinemezliği üzerine kuruludur. Bu yüzden sosyo-politik sistemin referansları halk iradesinin ve evrensel hukukun ilkelerine göre sürekli bir değişkenliğe sahip olmalıdır.

Türkiye’nin sivil toplum pratiğine bakıldığında, sivil toplumun sivillik niteliğinin hayli problemli olduğu, ilk bakışta göze çarpan olgudur. Demokratik ve hukuki meşruiyete sahip bulunmayan resmi ideolojinin bekçiliğine soyunan ve demokratik denetim dışı devlet güçlerini bu amaçla kullanmaya çalışan sözde sivil toplum örgütleri, maalesef “sivil” toplumsal ve siyasî dinamiklere ciddi zararlar vermeyi başarmışlardır. 28 Şubat süreci bunun örnekleriyle doludur. 1999 ve 2001 depremlerinde, resmî ideoloji dışı sivil toplum örgütlerinin yardım çalışmalarının engellenmesi bu zorba iradenin bir yansımasıydı. Başörtüsü yasağının, hukuk dışı da olsa, sürmesinde de sözde sivil toplum örgütlerinin önemli payı bulunmaktadır. Kemalist resmî ideolojiyi değişmez referans sistemi olarak gören bu örgütler, Kemalizmin kamusal alanda yarışan referans sistemlerinden yalnızca biri olabileceği, ama hiçbir zaman yegâne olamayacağını kabullenmedikçe, sivil toplum resmî toplumun türevi olma işlevî görmeye, kısmen de olsa, devam edecektir.

Marjinal ve Kemalist sol dışında, Türkiye’deki sol geleneğin sivil toplum anlayışıyla en barışık kesim olduğu söylenebilir. Ancak aynı şeyi, milliyetçi siyasî gelenekler için söylemek mümkün değildir. Herkesi Türk kimliği içinde kurgulayan ve bu etnik kimliği teşmil etmeyi kutsallaştıran Türk milliyetçiliğinin uzanacağı nokta, sürekli olarak bunu kabul etmeyenleri “ihanet ve sadakatsizlik”le suçlamak olmuştur. Kendi değer sistemini paylaşmayan ya da muhalefet edenlere hayat hakkı tanımayan bu yaklaşım, kendi değer ve taleplerinin ancak kısmî bir gerçekliğe tekabül edebileceğini, genelleşmesinin ise dinamik çoğunluk iradesine bağlı olduğunu kabul etmek istememektedir. Aynı şey, Kürt kimliğini türdeşleştirerek totaliter bir kavram haline getiren ve kendi içindeki farklılıkları “sadakat ve ihanet” sarkacında değerlendiren Kürt milliyetçi grupları için de söz konusudur.

Asıl önemli olan nokta ise, dinin bir imtihan, İlâhi teklifin bir tecrübe olduğunu unutan kimi dini grupların kamusal alanı kendi din kurgularına göre tek tip bir düzenlemeye göre kurmak isteği içinde olmalarıdır. Dini ideolojikleştirerek bütünüyle bir iktidar meselesi haline getiren bu yaklaşım, dini grupların sivil varlığına zayıflatırken, dinî davetin umumiliğine de çok ciddi zararlar vermiştir. Türkiye toplumunu davet ümmeti kapsamında ele alan Bediüzzaman’ın yaklaşımı bu açıdan özellikle önemlidir ve dini anlatının “sivil” örnekleri içinde, belki de en önemlisini oluşturur.




Yeni Asya Gazetesi, 25.03.2005

  30.03.2005

© 2021 karakalem.net, Refik Yıldızer




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut