DUVAR yazıları
|8RAP! RAP! DİYE DEĞİL,
RAB! RAB! DİYE YÜRÜMELİ
DÜNYA FANİ, ÖLÜM ANİ
NEFİS MİYOPTUR;
İLERİYİ GÖRMEZ,
ÂHİRETİ DÜŞÜNMEZ|9
Tarkovski’nin yakarışı
“Tanrım, yaklaştığımı hissediyorum, başımın üzerinde elini hissediyorum. Çünkü ben Senin dünyanı Senin yarattığın gibi ve Senin insanlarını Senin olmalarını istediğin gibi görmek istiyorum. Seni seviyorum Tanrım, ve Senden başka birşey istemiyorum. Bütün bunların Senin olduğunu kabul ediyorum. Beni Senin değerli kölen olmaktan alıkoyan şey, benim kötülük ve günahlarımın ağırlığı ve alçak karanlığı. Ah! Tanrım. Bana yardım et Tanrım. Ve beni affet.”
—Ünlü yönetmen Tarkovski, 10 Şubat 1979 tarihli günlüğünde, Rabbine böyle yakarıyor.
Âcizlerin zaferi
“Zayıflık muhteşem, güç önemsizdir. İnsan doğduğunda zayıf ve işlenmeye müsait olur. Öldüğünde ise güçlü ve nasırlaşmış, taşlaşmıştır.
“Ağaç yaşken esnek ve yumuşaktır, kuru ve sert olunca ölür.
Sertleşmişlik ve güçlülük ölümün eşleridir. Esneklik ve zayıflık tazeliğin ve gençliğin işareti. Büyümüş, katılaşmış hiçbir şey, bu yüzden, zafere ulaşamayacaktır.”
—Lao-Çe, “âcizlerin zaferi”ni, kendi nazarıyla böyle delillendiriyor.
“Şu fani dünyada hakikî ve tatmin edici bir zevk bulunmadığını; zevk ve safa dediğimiz herşeyin boş ve değersiz olduğunu; her an bizi tehdit eden ölümün, Allah’tan ayrıldığımız takdirde, şaşmaz bir şekilde, bizi bedbaht ve sefil bir hale getireceğini bilmek için çok yüksek bir ruha sahip olmak gerekmez.”
—Ünlü düşünür Pascal, yalnızca “düşünür”lere özgü olmayan bir gerçeği vurguluyor.
“Şu Rabbine karşı ihmal ettiğin secde var ya, seni başkalarına karşı bin secdeden kurtarır.”
—Ünlü şair Muhammed İkbal, Allah’a kul olmamanın alternatifinin “özgürlük” değil, kullara kulluk olduğunu veciz bir ifadeyle özetliyor. Üstelik, doğru adresi de açıkça göstererek.
Bir çocuktan büyük sözler
“Çocuklar şiddeti ya sokaklarda görüyor, ya çok sevdikleri aile büyüklerinden öğreniyorlar. Hele hele aile içinde bunu görmeleri, onları çok yaralıyor. Şiddet ve kavga—işimiz bu değil. Allah bizi bunun için dünyaya yollamadı. Allah bizi bu dünyaya birbirimizi tanıyalım ve farklı renkler olalım diye yolladı; şiddet için değil.”
—12 yaşındaki Tiffany, “çocuk ve şiddet” konulu bir araştırmaya cevaben fıtratını konuşturuyor.
Elçinin elçileri
“Beni senden daha hayırlı olan gönderdi, onu da kendisinden ve senden daha hayırlı olan göndermiştir. Boyun eğerek, tevazu ile dinle, sonra samimi olarak cevap ver. Tevazu göstermezsen, anlamazsın; samimi olmazsan adil davranmazsın. §eni, Mesîh’in kendisine namaz kıldığı Zâta; yerin ve göklerin, annesinin karnında Mesîh’in yaratılışını düzenleyene çağırıyorum. Musa’nın ve ondan sonra da Meryem oğlu İsa’nın müjdeledjiği ümmî nebîye çağırıyorum. Daveti kabul edersen, dünyayı ve âhireti kazanırsın; aksi halde âhireti kaybedersin ve dünyada da ortağın olur. Bil ki, zorbaları yok eden ve nimetleri değiştiren bir Rabbin var.”
—Allah elçisinin elçisi; Cebrail’in onun sûretini bürünerek Resulullah’ı ziyarete geldiği; güzeller güzeli olduğu halde bu güzelliğiyle insanları râm etmeyi değil, çarşı-pazar gibi umumî yerlerde yüzünü örtmeyi tercih edecek kadar iffet ve hikmet yüklü Dıhye (r.a.) hepimizin dünyasına taşınması gereken hakikatları özetleyerek Herakliyus’a böyle konuşmuştu. (bkz. Süheylî, er-Ravdu’l-ünüf, II, 355.)
Bir başkalaşmanın öyküsü
Büyük şair Goethe’nin, ondan da büyük şair Hâfız-ı Şirazî’ye hitaben yazdığı şiirde şöyle bir ifade vardır: “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz.”
Bununla, Hâfız’ı okuduktan sonra, onun gibi düşünmeye başladığını, onun dünyasını arzuladığını, ona benzemek istediğini ima eder Goethe. Nitekim, sonraki hayatı, Hâfız’ın lâkabını ve şiirindeki hakikatı kendisine borçlu olduğu Kur‘ân’ı tanımasıyla tamamen başkalaşacaktır.
Goethe, önce Hâfız’ı, sonra Kur’ân’ı tanıyarak müsbet ve iradî bir değişme yaşamışken, bizler, ters yönde bir başkalaşma sürecini yaşıyoruz. Ama, genel çizgi, Goethe’nin o nefis mısraındaki seyri takip ediyor: “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz.”
Bunun pek çok örneğini sıralamak mümkün. Ama, küçük bir örnek bile, “başkalarına benzeme” sonucunu veren “başkaları gibi düşünme” halimizi özetliyor.
Allah’ın kendisine zenginlik verdiği insanların, bu zenginliğe karşı bazı yükümlülükleri vardır. Zenginler, bu zenginliğe madem ki Onun vermesiyle ulaşmışlardır; bunu sahiplenemezler. Sahiplenmemeleri, bilakis edinilen serveti Allah’ın bir ikramı olarak bilmeleri gibi bir hikmeti de içeren bazı ibadetlerle yükümlüdürler. Meselâ zekât vermek, kurban kesmek, fıtır sadakası ve hac... Ama bunun önünde çok ciddi bir engel vardır: nefis. O kendisi için trilyonlar harcatır, lâkin Allah için başkasına verilecek bir kuruşa bile itiraz eder. Öyleyken, meselâ malın kırkta birini vermeye hiç mi hiç razı olmaz. Bulacağı çıkış yolu ise, başka pek çok şeyde olduğu gibi belirsizliktir. Zenginliğin tarifi belirsiz olduktan sonra, ne kadar zengin de olsanız, kendinizi fakir görürsünüz ve herşey biter.
Ama Fâtır-ı Hakîmdir emrin sahibi. Bizi bizden daha iyi bilir. Biz böylesi bir nefisle donanmışken, belirsizlik bırakmaz. Kur’ân-ı Mübîn’i vahyeder; ve onun nasıl yaşanacağını Resul-i Ekrem’inin (a.s.m.) hayatıyla gösterir.
Buna göre, zenginliğin tarifi de bellidir: zarurî ihtiyaçları dışında, 80 gr. altını veya o değerde malı, parası vs. bulunan kişi. Meselâ evi olan, o ay kendisini idare edecek parası bulunan, ayrıca bugünün parasıyla elli milyon lirası bulunan bir insan, vahyin tarifine göre, zengin sayılır.
Oysa, hepimizin çevresi, bu limite ulaştığı halde kendini zengin saymayan insanlarla doludur. Belki, kendimizin de durumu budur.
Zira, bugün “zengin”in tarifini TV filmleri belirliyor. “İhtiyac”ın tarifi yaşamamız için zorunlu oluşuna göre değil, modaya veya alışkanlıklara göre yapılıyor. Uzak durmaya çalışsak da, zengin denilince dünyamıza gelen çağrışım bundan pek farklı değil: ev değil, lüks bir ev; araba, hem de lüks araba; yazlık, hem de lüks bir yazlık; her ay fuzulî bir yığın alışveriş, ama lüks bir alışveriş.
“Tarif”i başkalarına kaptırınca da, hakkı bilen bir ârif gibi değil, birilerinin tarifede yazdığı gibi düşünüyor insan. Ve başkaları gibi düşündükçe, daha bir başkalaşıyor...
Nuh’un gemisine binmek
1988 başkanlık seçimleri öncesinde, Amerikalılar, gösterdiği performansla “çağın en iyi hatiplerinden biri” diye anılacak olan bir insanı tanıdılar. Demokratların seçim kampanyasını başlattıkları gün, aday adaylığı yarışını kaybeden siyahî lider Jesse Jackson, rakibi Dukakis lehine enfes bir konuşma yapıyordu. “Benim atalarım” diyordu, “köle olarak ülkelerinden koparılıp, köhne bir gemiyle bu ülkeye getirildiler. Bay Dukakis’in ataları ise, bir yolcu gemisinin ikinci mevkiinde bu ülkeye geldi. Şimdi ikimiz aynı gemideyiz; ve bu gemiyi beraberce yüzdürmek zorundayız.”
Jesse Jackson’ın hitabetindeki başarı, kendisi ile rakibi arasındaki benzetmenin gücüne; ama ondan da önce, tüm semavî dinlerin ortaklaştığı “Nuh’un gemisi” temsiline dayanmasıydı. Tufanlara garkolmuş bir dünyada, ancak Nuh’un gemisine binenler kurtulmuştu. Ve, içinde aslanla ceylanın, kurtla kuzunun, köpekle kedinin kardeşçe yaşadığı bir gemiydi bu. Bu nebevî mucizenin zihinlerde uyandırdığı güçlü çağrışım, çağlar boyu, pek çok insan, özellikle siyasîler tarafından hep kullanılagelecek; içinde yaşanılan ülke, sık sık, “Nuh’un gemisi”ne benzetilecekti.
Nitekim, yaşadığımız ülkede de, böylesi bir “gemi” söylemine her zaman muhatap olmaktayız. Birileri hep “devlet gemisini beraberce yüzdürmek”ten söz eder bizlere. “Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Bu devlet hepimizin” diye ikide-bir vurgulanır. Öyle ki, yetmiş küsur yıldır “Türk”lükle geçtikten sonra, bu kavramın yaşadığı tıkanma karşısında, “Türkiyelilik” vurgusu ağırlık kazanıyor. “Anayasal vatandaşlık”tan “Anadolu Müslümanlığı”na; “Aynı ülkenin çocuklarıyız”dan “Ne mutlu Türkiyeliyim diyene” sözüne kadar bir sürü yeni kavram ve anlayış üretiliyor.
Ve bu çabalar karşılıksız kalmıyor. Birçok ehl-i din, özellikle ya doğrudan veya dolaylı biçimde kafası siyasetle karışık olanlar, bu sözlere olumlu karşılıklar veriyorlar. “Aynı Allah’ın kuluyuz” esası üzere anlaşamadığı insanlarla “aynı devletin çatısı”nda buluşabilen insanlar görülüyor. Kendi nefsine şeytanın üflediklerinden başka kural tanımayan insanları hoşnut etmek için, “birarada yaşama” teorileri geliştiriliyor. Resulullah’ın “Medine sözleşmesi” bile, bu uğurda binbir zorlamaya konu ediliyor. Ömrünü kâinatın her daim tebliğ ettiği imanî gerçekleri bozmaya ve yıkmaya vakfetmiş insanlara, kimilerince “devletimin büyüğüdür” gerekçesiyle toz kondurulmuyor. Kâinatı Sâni’siz, insanı sahipsiz gören insanlarla “devlete sahip çıkma” ortaklığına gidiliyor. Yetmiş yıldır Mevlânâ ve Yunus’a “hoşgörü” adına edilen ihanetler, şimdi bütünüyle İslâm’a edilmek isteniyor. Sigara gibi en küçük bir alışkanlığını bırakmaya tahammülsüz yobazları ikna için, hakikattan taviz üstüne tavizler veriliyor.
Kalb ve vicdanları buna ikna için ise, önümüze “Nuh’un gemisi” temsili sunuluyor. Hz. Nuh’un gemisinde her tür mahlukun kader birliği ederek barış içinde yaşadıkları hatırlatılıyor.
Ama, “küçük” bir püf noktası da hemencecik atlanıyor.
Gerçekten, Nuh’un gemisinde aslan da, ceylan da vardı. Ayılar, maymunlar, domuzlar, fareler ve yılanlar bile vardı. Ama inançsızlar yoktu! Tüm bu hayvanlar Nuh’un çağrısına fıtraten icabet etmiş; onun selamına selamla mukabele etmiş; “selâmün alâ Nûhin fi’l-âlemîn” sırrına onlar da dahil olmuşlardı. Ama akılsız hayvanlar bile bu çağrıya fıtraten icabet ederken, inançsızlar, Nuh’un (a.s.) tevhid çağrısına ısrarla kulak tıkamışlardı. Kulak tıkadıkları için, akletmeye de mecalleri kalmamıştı. Hz. Nuh’un, vaad edilen azabın gelmesi için beddua etmesine sebep olan, hakikate karşı bu denli kapanmış inançsız insanlardı. Nuh’un inkârda direten hanımı ve bir oğlu dahil. Hatta onlar için “Ehlimi kurtar!” diye yakaran Nuh’a (a.s.) Rabbi tarafından “Onlar, senin ehlin değil” uyarısı yapılmıştı.
Zira, Nuh’un gemisine girmek için gereken ehliyet, mü’min olmaktı. Rabbini bilmek; yalnız ve ancak Onu rab tanımaktı.
Yani ne Nuh’un gemisi belli bir coğrafyayı temsil ediyor; ne de o coğrafyadaki herkes gemiye giriyordu. Nuh’un tevhid gemisi, nereli ve kim olursa olsun, ancak tevhide inananları içeriyordu.
Ki, şu fırtınalı asırda, dünyevîliğin ortalığı sele verdiği şu asrî tufan hengâmında, hepimizin bizi “sahil-i selâmet”e çıkaracak bir gemiye ihtiyacımız var.
Ama unutmayalım: Her gemi Nuh’un gemisi değildir.
Nuh’un gemisi de, tevhide imanın değil; toprağın, millî sınırların, devlet çatılarının asıl olduğu bir gemi değildir.
Nuh’un cemisi, Rabbini tanıyan her türden mahlukun buluştuğu bir gemidir. İnsanları o gemide görmenin yolu, herkesi mevcut haliyle oraya sokmak için gemiye giriş nizamnamesini tavizler ve tevillerle bozmaktan değil; herkese ulaşacak bir imanî davette bulunma cehdinden geçer.
Yoksa, Nuh’un gemisine girelim derken, başkalarının dolmuşuna binmek pekâlâ olasıdır.
Aman dikkat!
Çağdaş medeniyeti aşmak
Adına Batı medeniyeti dense de, aslında tüm dünyayı kuşatan bir medeniyetin içinde yaşıyoruz. Kendimizi ondan ne denli uzak görsek de, o bize bizden yakın. Kelimelerimizi ve kavramlarımızı bile o seçiyor. Ev döşeminden giyime, düşünme üslubundan yaşama tarzına dek hemen herşeyimizi o belirliyor.
Ama bunu, sanki biz kendi özgür irademizle karar veriyormuşuz, kendimiz öyle istiyormuşuz gibi sunmayı da çok çok iyi beceriyor.
O yüzden, pek çok insan, “çağdaş uygarlık”ın sözde özgürlükçü çehresi ardında saklı totaliter boyutları göremiyor. Görebilenler için ise, yeni bir cehd, yeni bir uyanıklık daha gerekiyor. Çünkü, şu hâzır medeniyet, muhaliflerini bile kendine râm ve âlet ediyor. Sosyalistler, çevreciler, hippiler.. bunun en net örneği.
Ve bu noktada, iman ehlini de çok ciddi bir tehlike bekliyor. Çünkü, özellikle 80’ler sonrasında, şu topraklarda belki benzeri başka coğrafyalarda da yaşanan bir gelişme gözleniyor. Hâzır medeniyetin birçok kurumu, “İslâmî” kılıflar altında dünyamıza giriyor. Medeniyetin kurumlarına yönelik direnç, aynı şeylerin “İslâmî”si sunulunca gevşiyor, tavsıyor ve geriliyor.
Sözgelimi, medeniyetin modası mı var; onu reddediyor, ama “İslâmî moda”lar üretiyoruz. Müslüman feminizmi, İslâmî radyo, İslâmî televizyon, İslâmî şarkı, İslâmî romanlar, İslâmî sinema, İslâmî yuvalar, İslâmî alışveriş merkezleri.. derken, esasen medeniyete râm olmuş olup o kudsî isme halel verebilecek manzaralar sergiliyoruz. Medeniyetin yol açtığı problemlere, bir “İslâmî”lik ilavesiyle hemencecik çözüm bulduğumuzu sanıyoruz.
Sözgelimi, hâzır medeniyetin bir kurumu olarak kreşleri ele alalım. Hâzır medeniyet, babayı zaten çoktandır evinden söküp almıştır. Dünyamıza giren binlerce sözde “ihtiyaç” vardır; ve bunları karşılamak için günün neredeyse üçte ikisini, evden kilometrelerce uzakta geçirme mecburiyeti vardır. “İslâmî”si dahil her televizyon evimize kurulup nefsimizin iştahını yeni tüketimlere kabartırken, bunca saat çalışmakla kazanılan paralar da yetmez. Anneler de çalışmaya başlar; her sabah, onlar da yollara düşer. Peki, çocuklar ne olacak? Onlara kim bakacak? İşte bu noktada kreş veya yuvalar devreye girer. Ve annenin kazancının ciddi bir kısmı kreş ücretiydi, servisti, yemekti derken, bu uğurda gider. Olsun, bu kadar paraya razıyızdır. Yeter ki çocuğumuz kötü eğitilmesin; “İslâmî bir şuurla” yetişsin. O beklenti birçok insanda olduğu içindir ki, her gün yeni bir kreş açılırken, içlerinde “İslâmî”leri de zuhura başlar. Her biri, çocuğumuzun İslâm’a uygun biçimde bakımı ve eğitimi için, bizi kendine çağırır. Ama, “Çocuğunuza sizin göstereceğiniz şefkati hiç kimse gösteremez. Onu bize emanet edeceğinize, tüketim kalıplarınızı kırın, hayatınızı gözden geçirin. Lüzumsuz, sırf toplumun ve çağın dayattığı tüketimlerin değil tamamını, beşte birini aşmanız bile sizi çalışma mecburiyetinden kurtaracaktır” demez. Bizim tüketim çılgınlığımız artarak devam eder; bu medenî tüketime karşılık fazla mesai ve ilave iş arayışları devreye girer; ve “İslâmî yuva”lar, aynen diğerleri gibi, bu eğilimden beslenerek varlığını sürdürür.
Sonuç ilginç değil mi? Ana problemi halletmedikçe, medeniyetin problemi ürettiği asıl noktayı çözmedikçe, onun düzenine sözümona “İslâmî” biçimde nasıl da dahil, destek ve payanda olunuyor!
SORMADAN EDEMEDİK:
Alevîler Alevî; Sünnîler Sünnî mi?
Şu ülkede yaşanan en keskin ayrımlardan biridir Alevî-Sünnî ikiliği. Bu yüzden nice aileler dağılmış, nice şehirler bölünmüş, nice kavgalar olmuş ve nice canlar heder olmuştur. Çünkü biri Sünnîdir, öbürü Alevîdir.
Peki, bugün kendisine Alevî diyen kaç insan Hz. Ali örneğini izliyor? Aynı şekilde, kendisinin Sünnî olduğunu söyleyenlerin kaçta kaçı gerçekten sünnete uygun yaşıyor?
Bu soruları sorunca, Alevîden çok Alevîcinin, Sünnîden çok Sünnîcinin var olduğunu görüyor insan. Zira ne Alevîyim diyen birçok kişinin tefekkürü ve hayatı Hz. Ali örneğine uyuyor; ne Sünnîyim diyen birçok insanın hayatında sünnetin şuuru ve tatbikatı gözleniyor.
Kaldı ki, gerçek bir Alevîlik, Sünnîliği de gerektiriyor—çünkü, Hz. Ali’nin hayatında Peygamberin (a.s.m.) sünnetine tam bir teslimiyet gerekiyor. Gerçek bir Sünnîlik ise, Hz. Ali’yi sevme anlamında Alevî olmayı da gerektiriyor—çünkü, bu konuda ap açık hadisler bulunuyor.
Ölüm açık konuşur
Sessizlikle anılır ölüm. “Ölüm sessizliği” diye deyimler üretilir; “Okul yolu sensiz/Ölüm kadar sessiz” diye şiirler karalanır. Sessiz bir ortam deyince, mezarlıklar hatırlanır.
Ama doğru değildir tüm bu çağrışımlar. Ne ölüm sessizdir; ne de mezarlıklar. Ölüm bildiğimiz dilden konuşmaz belki, ama anladığımız dilden konuşur. Açık konuşur. Sessiz zannettiğimiz her ölüm, net bir “Dünya fani” haykırışıdır. Suskun gördüğümüz mezarlıklar, kalb kulağımıza kabrin öte tarafına hazırlanma çağrısı yapmaktadır.