Arşiv

SEZEN Aksu:

“Ben bana ait değilim”

Hani Türk filmlerinde çok rastlanan bir olgudur. Adamın biri, bir çöp sepetinde veya bakkalın peynir–ekmek sarmak için kullandığı bir gazete kağıdında öyle şeyler bulur ki, dünyası değişir. Bir arkadaşımız da, bir çöp sepetinde öyle bir gazete bulmuş ki, dünyası değişmemiş; ama başka birinin dünyasının değişmek üzere olduğunu hissetmiş. Çöp sepetinde gazete bulan zâtın ismi bizde saklı; ama dünyasını sorgulayan kişinin adını açıklamamızda mahzur yok. Sözü uzatmadan, Sabah’ta Sezen Aksu’yla yapılmış mülâkattan bazı bölümler sunuyoruz:

Ne tür bir bilginin peşindesiniz şu günlerde?

Meselâ bu kadar duygu, bu kadar insanın yürek bilgisi, o şiirleri yazan insanlar, o yazılarda anlatılanların, bu hayatın en temel gerçeklerinden biri olan ölümle yok olduğuna inanmıyorum artık. Fakat bizim biçimsel olarak gördüğümüz o noktadan sonra nereye varıldığı konusunda çok cahilim ve geliştirmek istiyorum.

Sizinle şimdiye kadar yapılan bütün söyleşilerde hep geçirdiğiniz değişimlerin izi sürülmüş. Peki siz hiç değişmeyecek olanın peşine düştünüz mü?

Bütün bu yolculuğun içimde yarattığı şeyi düşününce, en büyük projem, bu “ben” meselesinden sıyrılmak. Bütün bu şarkılar, sözler, sesim, kendi marifetimle elde ettiğim şeyler değil. Bu bir lütuf. Onun için de kendi marifetim olmayan malzemelerden dolayı böbürlenmek saçma gelmeye başladı. Hayatın içinde övünmek, şişinmek veya kendini birşey zannetmek… Peşine düştüğüm en vazgeçilmez şey, bu dünyevî “ben” duygusundan sıyrılabilmek. Bunu yaşamımı tamamlamadan halletmek istiyorum.

Derinlerde bir yerde mutlak gerçeğin denizinde dinlenmek arzunuz var. Doğru mu?

Sonsuz. Sonsuz… O kadar yeni düşünmeye başladım ki üzerinde… Gerçi düşünmeden, farkında olmadan öyle bir yolculuk yapmışım ki… mutlak gerçeği arayanlardanım ben. Dünyanın bu kadar olmadığına, hiçbir şeyin bu kadar olmadığına inananlardanım. Ama çok bilgisizim. Nasıl ulaşacağım oraya, ben de çok iyi bilmiyorum.

Ama mutlak gerçekte dinlenmek… Bunun peşindeyim.

Demek ne yaşadığımız anların, ne du bulunduğumuz mekânların mutlak olduğunu anlayacak yoğunlukta yaşadınız.

Gördüğümüz hiçbir şey yeteri kadar gerçek değil. Bu an bu an değil. Bu örtü bu örtü değil. Bu eller benim değil. Bu bedeni giderek bu kadar sahiplenmemek yolunda ciddi ciddi düşünüyorum. Yani, insan etine, kemiğine, tırnağına o kadar zaaf duyuyor ki. Sonra bakıyorum, bu değil; şu kol, şu bilek, şu saç, hayır bunlar değil. Ama ne olduğunu da bulmak için insanın kendi içinde çok ciddî bir yolculuk gerekiyor.

(Karakalem’in notu: Sezen Aksu’ya, bu nefis sorgulamanın ardından nefsin tiryakiliklerine hayır diyebilme imkânı da bulacağı hayırlı yolculuklar diliyoruz.)

Eşyayı değil, bakışımızı sorgulamak

Sad sûresinde anlatılan bir kıssadır. Allah Süleyman aleyhisselama, başka birçok nimetin yanında, safkan koşucu atlar da ihsan etmiştir. Hz. Süleyman, bir öğle sonrası bu atlara biner; öylesine koşar ve öylesi yerlere gider ki, gönlü atlardan inmeye hiç razı olmaz. Bu arada güneş batar. Güneşin batması demek, Hz. Süleyman’ın güneş gurub etmeden önce kılması gereken namazı kazaya bırakmış olması demektir de.

Bu hal, Hz., Süleyman’a derin bir muhasebe yaşatır: “Bu mal sevgisi, beni Rabbime ibadetten alıkoydu” diye düşünür. İbadetinin engeli olarak gördüğü için de, atları birer birer kurban eder.

Sûrenin devamında, bu son tavrı dolayısıyla Süleyman aleyhisselamın bağışlandığına dair bir bahis bekler insan. Fakat tam aksi olmuştur. Atları bir bir kurban edişinin akabinde, saltanat tahtı elinden alınır. Yerine bir cin oturtulur.

Sanki, bu şekilde, Hz. Süleyman’a problemin “atlar” değil, “kendi nefsi;” kurban etmesi gereken şeyin de atlar değil, nefsinin ibadetten alıkoyan talepleri olduğu ihtar ediliyor gibidir.

Nitekim, tahtı elinden alındıktan sonra, Süleyman aleyhisselam, “Ey Rabbim, beni bağışla” diye yakarır. Ve dua eder: “Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimsede olmasın. Muhakkak ki sen Verensin, Vehhab’sın.”

Bu yakarış ve dua, Hz. Süleyman’ın sonunda asıl meseleyi ne denli berrak bir şekilde tesbit ettiğinin habercisidir. Öncelikle, ibadetini kazaya bırakması; ardından, bundan atları sorumlu tutup onları kurban etmesi dolayısıyla, bağışlanma diler. Sonra, asıl imtihanın kendi içimizde ve nefsimize karşı yaşandığını; Allah’a halis bir kul olan bir mü’minin ise, en büyük mülk ve servet kendisine verilse dahi ubudiyeti bırakmayacağını; bilakis, o verilenleri de ubudiyet vesilesi kılacağını göstermek ister.

Kendisine, hiç kimseye nasip olmayan bir mülk verilir. Kuşlar, karıncalar, sair hayvanlar, cinler, rüzgâr, hava ve hatta şeytanlar emrine musahhar kılınır. Bunca mülkün Süleyman aleyhisselama yaşattığı hal ise, şu âyetle anılır: “Süleyman ne güzel kuldu! Hep (Rabbine) rücu ederdi!” (bkz. Sad sûresi, 30.)

Ve, Süleyman aleyhisselamın bu kıssası, bugün bizlere şu sırrı ders veriyor olmalıdır: Mesele, esasen esma–i hüsnanın tecelligâhı ve de âhiretin tarlası olan şu dünyanın kendisi değil; bizim ona bakışımız. Problem eşyada değil; bizim ona bakışımızda…

Domuzlara Şefkat

Sıklıkla düşünülen bir hatadır. Rabbini tanımayan, dahası inkârını bir inat konusu yapan insanları anarken, bazı hayvanları söz konusu ederiz. Sözgelimi, maymun Allah’ını bilen ve Onun verdiği görevi yerine getiren bir mahluk iken, Darwin’i anarken, “Zaten maymun suratlı biri” der, geçeriz. Oysa, Darwin’e o yüzü veren Allah’tır; ve problem, Darwin’in yüzü değil, nefsidir. Hem de, maymun Rabbimizin çirkin değil, sevimli bir mahlukudur.

Aynı şey, domuzlar için de geçerli. Avrupa ve Batı düşmanlığını “domuzlar”a hakaret ederek dile getiren çok insan vardır? Üstelik, domuzun etinin haram oluşunu, onu hakaret konusu yapmada, bir mazeret olarak kullanırız. Oysa, domuz da Allah’ın bir mahlukudur.

Bu noktada, Hüseyin Hatemi’nin en son kitabı olan Hikmet Arayışları’nda küçük, ama latif bir cümle gördük de, aktaralım istedik:

“Bugün Batıda bazı Hıristiyanlar bile anlamışlardır ki, domuz, kendisinden nefret edilmesi gerekmeyen, diğer bütün canlılar gibi yaşama hakkı olan, şefkate muhtaç, ne var ki, insanlara gıda olması için değil, çevre temizliği ile görevli bir canlıdır.”

Bu temizlik memuruna hakaret etmeyelim. Yoksa mahkeme–i kübrada önümüze “görevli memura hakaret” başlıklı bir dosya gelebilir!

Asıl düşman hıristiyanlar mı?

Sık sık yaşanan bir olaydı. Nerede bir haç veya İncil’den bir âyet görülse, bazı ayranlar birdenbire kabarırdı. En şenî filmlere dahi gösterilmeyen tepki, iki Hıristiyan çocuğunun savaşın vahşetinden İncil sayfalarına sığınışını gösteren bir filme reva görülürdü. Her yıl on milyonu aşkın çocuk ve genç kâinatı Allah’sız, meleksiz ve melekûtsuz bir biçimde anlatma iddiasındaki ders kitaplarına teslim edilirken susulur; ama kazara bir İncil âyeti, bir Meryem ikonu bir kitapta görünecek olsa, üstünde ısrarla durulurdu. Kimi insî şeytanlar genç–yaşlı demeksizin dimağlara TV’lerden, gazete, kitap ve dergilerden küfrânî zehir ve vehimleri akıtırken, bilhassa “misyoner faaliyetleri”ne dikkat olunurdu.

Bu garip tablo, yakınlarda bir kez daha yaşandı ve esasen bir sosyalistin sevkiyle, birçok müslüman gazete ve dergisi bir “Patrikhane fobisi” sergiledi. Aman ha, İstanbul Doğu Hıristiyanlığının merkezi yapılmak isteniyordu! Sorulmadı: Halihazırda İstanbul bir imanî tavrın mı; dünyevîliğin mi merkeziydi? Aman ha, Ayasofya’yı kilise yapmak istiyorlardı! Sorulmadı: Ayasofya şu an cami miydi?

Böylesi sorular sorulabilse, görülürdü ki, artık Haçlı Seferlerinin dünyasında yaşanmıyordu. “Hilâl ile haç”ın âdeta dünyanın iki zıt kutbunu temsil ettiği günler geride kalmış; ikincisini de reddeden bir üçüncü grup daha kılıç kuşanmıştı. Müslüman olmadığı gibi, Hıristiyan da olmayan; Kur’ân’ı reddettiği gibi, İncil’i de reddeden; Hz. Peygamber’e tâbi olmadığı gibi, Hz. İsa’ya da tâbi olmayan; zira dünyasında “iman”a ve “ubudiyet”e yer tanımayan bir üçüncü zümre daha vardı. Öyle ki, yapıldığı günden beri —önce kilise, sonra câmi olarak— ibadet için kullanılan, yapılış amacı da bu olan Ayasofya’yı bir “seküler müze” yaparak belgelemişti bunu. Ya da, ders kitaplarından semavî kitapların hepsini birden çıkararak belgelemişti. Papaz önünde diz çökülmeyen, ama Rabbinin huzurunda secdeye de durulmayan; bilakis ubudiyetten alıkoyucu ifsadlar yüklü oyun; roman ve filmleriyle de belgelemişti.

Sözün kısası, asıl düşman, hiç olmazsa bazı peygamberleri, âhireti ve vahyi kabul eden hıristiyanlar mı; yoksa, hiçbir peygamberi, kitabı, âhireti ve Allah’ı kabul etmeyen inkârcılar mıydı? Onlara karşı, ehl–i kitab, şu zamanda “ehven–i şer” olarak kalıyor değil miydi? Asıl şer ap açık ortadayken, “ehven” olanıyla oyalanmak ne derece hikmetli idi?

Elçinin elçileri

“Ey Cülendâ, sen bizden uzak olsan da, Allah’a uzak değilsin. Seni yalnız başına yaratan, yalnız kendisine ibadet etmene; seni yaratmaya kimseyi ortak etmeyen, kendisine ortak koşmamana ehildir. Bil ki, seni dirilten öldürecek, senin varlığını başlatan tekrar geri getirecektir. O halde, dünyayı da, âhireti de getiren şu ümmî peygambere bak. Eğer buna karşılık bir ücret istiyorsa, verme. Yönelttiği şey bir heva ise terket. Sonra getirdiklerine bak; insanların getirdiğine benziyor mu? Eğer benziyorsa ona apaçık gerçeği sor ve dilediğin haberi seç. İnsanların getirdiğine benzemiyorsa, söylediklerini kabul et ve vaidinden de kork.”

Resulûllah’ın Cülendâ isimli hükûmdara elçi olarak gönderdiği Amr b. Âs, bu sözleriyle Allah elçisinin elçisi olmaya liyakatini belgeliyor.

—(er–Ravdü’l–ünüf, 7. cilt, s. 521.)

Ölüm öldürüldü mü?

“Bilimin ilerlemekte olduğuna dair yapılan bütün gevezelikler küstah palavralardan başka birşey değildir. Bilim ortadan ölümü kaldırmadıkça birşey yapmış sayılmaz. Beni bir gün bir taşın altında çürümeye atacaklarına göre, Londra’dan New York’a yarım saatte uçmuşum, bana ne?”

—George Bernard Shaw. Ünlü İngiliz edebiyatçı, kendisiyle mülâkata gelen bir gazeteciye böyle dert yanıyordu.

Sormadan Edemedik

Âcizlerin zaferi

Siyer kitaplarının yazdığına göre, Hz. Peygamber’in oniki amcası vardı. Bir kısmı, ona risalet vazifesi yüklenmezden önce ölmüştü. Kalanlar içinde, kendisine ilk iman eden Hz. Hamza oldu. Hz. Hamza, Resulûllah’ın en küçük amcası ve aynı zamanda yaşıtıydı. İkinci iman eden Hz. Abbas idi. O da, Resûlullah’tan yalnızca üç yaş büyüktü.

Hz. Peygamberin diğer amcaları daha da büyüktüler ve hiçbiri inananlar listesine dahil olmadı. Zira, onların gözünde, “Muhammed dünkü çocuk”tu belki…

Bu vâkıayı farkedince, sormadan edemedik: Yaş büyüyünce veya büyümese bile değişik “ben büyüğüm–o küçük”ler başlayınca, insanın gerçeğe tâbi olması zorlaşıyor mu? İmanla tevazu, inkârla kibir atbaşı mı gidiyor? Rabbimizin “Âdem’e secde edin” emrine şeytanın karşı çıkışını anlatan âyetin “kibirlenip büyüklendi ve kâfirlerden oldu” diye başlaması da bu sırra mı bakıyor?

BAŞARI KİMDEN GELİYOR?

Rabbinin verdiği malı, “Ben kendi ilmimle edindim” diye sahiplenen; sonra da mallarıyla birlikte toprağa gömülen Kârun’u hemen herkes bilir. Gelin görün ki, bir Kârun gitmiş, yerine binlercesi gelmişe benziyor. Gazeteler, dergiler —bilhassa ekonomi dergileri—, televizyon kanalları, sempozyumlar ve de bazı kitaplar, “Ben kendi ilmimle buralara geldim” havasını yaşayan şükürsüz nice Kârun taslağını gösteriyor.

Buna mukabil, bir yerlere gelmeyi kendine mal etmeyen, zenginliğini Rabbinin bir ihsanı ve imtihanı bilen insanlar da mevcut. Meşhur Lee Iacocca bunlardan biri olmalı ki, biyografisinde ilginç şeyler söylüyor. En başta, şöyle sorular soruyor: “Çalışmalarımız ve dış şartlar bize mi ait? Ne kadarını kendimize mal edebiliriz? Biz bir işe girişirken, sonunu ne kadar hesaplayabiliriz? Hesaplarımız tutsa, ‘doğruyu bildim’ diyebilir miyiz? Zengin olma yönünde insanın tek avantajı olarak görülen ‘mantık’ ve ‘sağduyu’nun bu yoldaki tesiri ne kadardır?”

Iacocca, böylesi sorular sorabilmesine karşılık olarak da, sonucun elimizde olmadığını vurguluyor. Kimi zaman için, “terslikler öyle üstüste gelir ki, istediğin kadar diren, boğulur gidersin” diyor. “Ticaret dünyasında ‘yüzde yüz garanti’ diye birşey yoktur” diyor. “Allah’ın merhameti sayesinde ancak bugünü görebiliyoruz. Toplayabileceğiniz kadar bilgi toplayacaksınız, ama bir noktadan sonra Allah’a sığınıp suya atlamayı bileceksiniz” diyor. “Beni hiçbir şey engelleyemez” dediği bir işte, “kaderin işe karışması”nı anlatıyor ve şu noktayı koyuyor:

“Kazandığım başarıyı kendime borçlu değilim.”

Kader adalet eder

Yakın bir zaman önce, bir haber dergisi tarafından İstanbul’la ilgili bir anket yapıldı. Sorular arasında, “Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?” da vardı. Cevaplar şu şekilde oldu: yüzde 69,5 Türk, yüzde 20 Müslüman–Türk, yüzde 4 Kürt, yüzde 4 Müslüman.

Çoğunluğun kendisini hangi renkten ve ırktan olursa olsun mü’minleri eşit sayan İslâm’a değil, milliyete göre tanımladığı böylesi bir ortamda, “Güneydoğu olayları da nereden çıktı?” diye sormak biraz abes kaçmıyor mu?

FELEKTEN BİR GECE ÇALACAKTI
SEMÎ VE BASÎR OLANA YAKALANDI

Baba ve çocuk
“Baba olmaktan korkan erkekler, babalığın mükemmel insanlar yapan birşey değil, insanı mükemmel kılan birşey olduğunu anlamıyorlar. Çocuk büyütmenin nihaî ürünü çocuk değil; ana–babadır.”

—Frank Pittman, Man Enough adlı son kitabında öncelikle çocuğu değil kendimizi yetiştirmemiz gerektiği sonucuna ulaşıyor. >

Cennete açılan içtihadlar

Hz. Ali ile Ebu Selame arasında geçen konuşma manidardır. Ebu Selame, Hz. Ali’ye karşı ayaklanmış olan Hz. Talha ile Hz. Zübeyr’in görüşlerini hatırlattı; ki, görüşleri şuydu: “Bu bir içtihad meselesidir. Bizim içtihadımıza göre kıyam doğrudur. Ali’ye göre bizim kıyamımızın esası olan davayı tahrik etmek doğru değildir. Biz ise davayı ertelemek veya bırakmak uygun değil, diyoruz. Buna karşı Ali, katilleri bırakmak bir şerdir, diyor; fakat onları takip etmek daha büyük bir şerre sebep olacağından onu bırakmak hayır sayılır.” Ebu Selame, bu görüşleri hatırlatarak sorar: “Ey Ali! Talha ile Zübeyr hareketlerinde samimi iseler onları haklı tanımak doğru mudur?” Cevap: “Evet!” Ebu Selame devamla: “O halde bizim katilleri takip işini ertelememiz doğru mudur?” Cevap: “Evet!” Ve açıklması: “Tedip hareketini ertelemekte haklıyız. Çünkü birşey yapmak mümkün değilse, o zaman en ihtiyatlı ve en faydalı hareket izlenir.” Ebu Selame: “Durum böyle olduğun göre, yarın karşı karşıya gelir ve döğüşürsek netice ne olur?” Hz. Ali’nn cevabı: “Benim kanaatim şudur: İçtihadında samimi olarak döğüşen her iki taraf da cennetliktir.”

—İzlenim, Ekim 1993

Susuzluğa kesin çözüm

Bu satırların yazarının İstanbul dışında olduğu yaz aylarında, istanbul’da yoğun bir susuzluk yaşanmıştı. Geri döndüğümüzde, ancak üç günde bir su verilebilen bir şehirle karşılaşmıştık. Bu arada, felâket tellalı mâlum gazeteler, “kırk günlük suyumuz kaldı” gibi haberler yazarak rahmet–i ilahiyeye sataşıyorlardı. Zaten bunu hep yaparlardı.

Oysa bizler, İstanbul dışında, Burdur’da “mecburî ikamet”e tâbi tutulduğumu iki ay içinde, su sorununa kesin çözüm bulmuştuk. “Dahiyâne” değil, “mü’minâne” bir çözüm idi bu. Kuru dağların ortasında oluk oluk suların aktığı bu “göller bölgesi”nde, çoğunluğu büyükşehirlerden gelmiş binlerce insan, müthiş bir su israfı manzarası sergiliyordu. Jileti on kez suya tutmak uğruna musluk on dakika sonuna kadar açık tutuluyor; çamaşır veya banyo için oluk oluk sular akıtılıyordu. Sözün kısası, su hiç mi hiç iktisatlı kullanılmıyordu.

Bu manzara, yıllar önce duyduğumuz nefis bir tesbiti hatırlatacaktı. Bugün “ekonomi” denince hep “üretim” ekseninde düşünülüyordu; oysa Hz. Peygamber, bize esasen “tüketim”in kontrolünü öğretmişti. Irmaktan bile abdest alınsa suyu gerektiği kadar kullanma; midemizi şişirmeden sofradan kalkma… derken, hep “tüketim”imize dair bir terbiye yaşıyorduk. Rabbimiz bize yeterince rızk veriyordu. Yeterince para, yeterince ekmek, yeterince su gönderiliyordu. Yokluk ve kıtlık, genellikle, bu “yeterli” miktarın gereksiz yere çar–çur edilmesiyle ortaya çıkıyordu.

Sözgelimi, şu koca şehirde, “su sorunu”nu çözmek için herkes yeni barajlar, su depoları, koca bir çayı İstanbul’a akıtmalar peşindeydi. Oysa sorulmuyordu: Çamaşırda, bulaşıkta, banyoda, lavaboda, ev ve araba temizliğinde suyu ne kadar “iktisat”lı kullanıyoruz? Boşa akıttığımız veya fazladan kullandığımız suları toplasak kaç baraj eder?

Velhasıl Allah suyu veriyor; susuzluğa ise biz sebep oluyoruz. Tıpkı, Allah’ın verdiği imkânları, parayı, malı ölçüsüzce kullanıp “geçim sıkıntısı” çekmemiz gibi… Tıpkı, Allah’ın verdiği zamanı bol keseden harcayıp “zaman darlığı”ndan dert yanmamız gibi…

Rahmet–i ilahiyeyi değil, kendimizi sorgulayalım.

O
YERDEN BİTİRİYOR;

BİZ

YERKEN…>

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut