Arşiv

PİSTANBUL’U DÜŞÜNÜYORUM burnum kapalı

n Bir gün, hiç olmazsa bir tatil günü, şöyle ormanlara doğru uzanın. Orada gözünüz, güzelliğe doyarken, şunu görmekte de gecikmez: Orman temizdir. Ter temizdir. İçinde her yıl milyonlarca, belki milyarlarca hayvan öldüğü, bir o kadar bitkinin çer-çöpü ortaya saçıldığı halde... Orada kir yoktur. Pis koku da yoktur. Çirkin görüntü yoktur. Ya biz insanların dünyası? Sözümona en geniş iradeli mahluk olduğumuz halde, kirle, çöple, pislikle cedelleşiyoruz. Evlerimizde çöp tenekesi, sokaklarımızda çöp bidonu, şehirlerimizde ise çöplük olmaksızın durulmuyor. Durulamıyor. İradesiz mahluklar temiz ve pak olup kâinatı da temizliğe büründüren Rablerinin “Kuddüs” ismine ap açık ayna oluyorlar. Lâkin, “beşerin bulaşık eli,” kendi kiriyle, o Kuddüs’ün temizlik aynasını perdeliyor. Kirletiyor.

Halbuki, kulluğun özünde, Rabbimizin isimlerine perde değil, ayna olmak var. O yüzden, temizlik açısından da bunu göstermek gerekiyor. Zaten hekimlik ve hâkimlik gibi, her biri Allah’ın ayrı bir isminin gölgesi ve cilvesi olan meslekler arasında, “temizlik işçiliği”nin de bulunması, kimbilir, bu sırdandır belki. Bir anlamda, “farz-ı kifâye” olan mıntıka temizliğini bazı insanlara devrederek, her birimizi pislikten ve dolayısıyla Kuddüs isminin hürmetine hakaretten de kurtarmış oluyoruz. O insanlara ise, bu hizmetleri ve ubudiyetleri karşılığı, peşinen bir ücret de ödeniyor. Tıpkı diğer mesleklerde olduğu gibi.

Fakat, geçen Ağustos ayında İstanbul’u “Pistanbul” yapan ve sair büyükşehirleri de çöplüğe çeviren grev, meselenin bugünün dünyasında pek de öyle algılanmadığını fısıldar gibiydi. İki haftayı aşan grev boyunca, temizik işçileri, bilfiil şunu demiş oldular: “Benim için aslolan paradır. Para için bu işi yapıyorum. Kuddüs ismine ayna olmakmış, kâinatı kuşatan temizlik gerçeğini insanlık âlemine de yansıtmakmış, umurumda değil. İstediğim parayı alamazsam, kendimi de, sizi de pisliğe boğarım.” Beşerî kanunlar da, aynı mantığa dayandığından olsa gerek, biriken çöplerin toplanmasını yasaklıyordu. Bu, “grev kırıcılık” oluyordu. Ona göre de kuddusiyet gerçeği ikincisi plandaydı; hatta plan dışıydı. Ama, en azından biz büyükşehir şakinleri, kendi çöpümüz için Kuddüs ismine ters düşmeyecek bir formül düşünebilirdik; yapmadık. Çer-çöpü ortalığa saçtık.

Sonuçta, iç dünyaların Kuddüs olana kulluk şuurundan uzaklığı, dışa vurmuş oldu. Göz kirlendi, mideler bulandı. Burun kapattıran, nefes kesen çöp manzaralarının ahbabı olduk. Bir daha aynısını yaşamak istemiyorsak, galiba temizliğe “iç”ten başlamak gerekiyor...

Cevabı DOĞRU yerde aramak

n Yol ikidir; soru sorarak yaşamak ya da sormadan yaşamak. Kayıtsız Şartsız Hayat isimli kitabın yazarı Dr. Deepak Chopra’ya göre “Ben kimim, birtakım şeyler niçin olur?” gibi varoluşla ilgili sorulara cevabımızın olmayışı temel olarak sağlığımızı etkiler. Bu elzem sorular cevapsız kaldığı sürece bırakmış oldukları boşluk duygusal gerilimler, sıkıntı ve mutsuzluk gibi mücadelesini ettiğimiz dertlerin, acıların, ızdırapların kaynağıdır.

Sorular sorulunca bir arayış yolculuğu başlar. Ve yine yol ikileşir; soruların cevabını kim verecektir? Ya insan cevapları Yaratıcısında arar. Ona müraacat eder, O na başvurur. Düşünür ki; beni kim yarattıysa benim kim olduğumu, benim niçin var olduğumu da O bilir. Ya da insan ikinci yola sapar. Niçin var olduğunun cevabını kendisi, kendi aklı bulmaya çalışır. Başlar fikirler yürütmeye: “Bana göre.. cevabı.. yaşamın anlamı.. tatmin etmektir..”. Sorular cevaplanmış görünse de insanın kendisince bulduğu anlam insanın gerçekleriyle çelişir. Çünkü bu cevaplar Yaratıcının insanı yaratma maksadı değildir.

Ve insan soru sormanın ya da sormamanın değil, cevabı nerede aradığının imtihanını verir.

Günahlarımız BOSNA-HERSEK aynasında

n Çok yakınımızda, yüreğimizin tam ortasında, aylardır karmakarışık bir hüzün yaşanıyor. Yakınlarda bir yerde çocuklar ölüyor çünkü. Analar da ölüyor. Kalanlar ise, savaşın soğuk yüzüyle hemhal biçimde yaşıyor. Açlık, kan, susuzluk, yıkım, bomba, mitralyöz, ateş, infilâk, o beldede kol geziyor. Bir duvar “ilan”ının da hatırlattığı gibi, “Yer: Bosna-Hersek, Tarih: Bugün.”

Ne var ki, böylesi “ilan”lar asmak, meseleyi halletmiyor. Her gün manşete Bosna-Hersek haberi yazmak da öyle. Sözümona “Dayanışma” mitingleri de. Kuru hükûmet açıklamaları da. Hatta, silah kuşanıp oraya gitmek de. Evet, Bosna-Hersek için gerçekten az şey yapılıyor. Lâkin, bugünün tablosunda yapılacak çok şey de bulunamıyor.

Peki, biz ne yapacağız? Bekleyecek miyiz? Duyduğumuz halde, duymazdan mı geleceğiz? Yoksa, her akşam TV kanallarını, her sabah gazeteleri, gün boyu radyo haberlerini tarayıp, adım adım “Bosna’da son durum”u mu takip edeceğiz? Veyahut oraya mı gideceğiz? Ne yapacağız?

Bu soruların eşliğinde yaşanan bir “risale” yolculuğu, bizi yep yeni bakış açılarına götürüyor. Öncelikle, şu zamanda, “manevî cihad”ın “maddî cihad topuzu”na kıyasla, ne denli büyük bir önem taşıdığı beliriyor. Zira gerçekte, savaş sadece Bosna’da yaşanmıyor. Saraybosna sokaklarında ap açık bir savaş var, doğru. Masumlar ölüyor, doğru. Fakat, İstanbul sokaklarında da savaş var. Kalbimizin derinlerinde de savaş var. Gizli bir savaş. Aklı esir eden, kalbi boğan, ruhları ölüme götüren bir savaş. “Hazır zevkler” uğruna, ebedî hayatları söndüren bir savaş. Bu savaşın yükü olanca ağırlığıyla sırtımızda...

Bu hususu da gözardı etmeden, Bosna-Hersek’te yaşanan savaşa kader açısından bakınca, şu ölçüler beliriyor: (1) “Musibet-i âmme ekseriyetin hatasına terettüb eder.” (2) “Musibet şerr-i mahz değildir.” Yani, “bazan felâketten dahi saadet çıkar.” (3) “Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.”

Gerçekten, musibet-ı âmme, çoğunluğun hatasına terettüb ediyor. Geçmişte, şu ülkenin insanından, Rabbimiz, yirmidört saatten yalnız birini namaz için istedi. Tembellik ettik, Birinci Dünya Savaşında senelerce yirmidört saat talim ile bir nevi namaz kıldırdı. Senede bir ay oruç istedi. Nefsimize acıdık, dört sene açlık ile bir nevi oruç tutturdu. Malın kırkta birini zekât için istedi. Vermedik, birikmiş zekâtı yine o harple aldı. Bugün de, Rabbi bir, Yaratanı bir, Rezzakı bir, Mabudu bir iken, milliyetçiliğin getirdiği ruh hali ile param parça olan İslâm dünyası, bunun cezası olarak, en büyük tokadı milliyetçi bir hareketten —Sırp milliyetçile-rinden— yiyor. Kur’ân’ın hak düsturunu unutup felsefenin “kuvvet” ilkesine sığınan ehl-i İslâm, bu hatanın bedelini göz göre göre hiçbir şey yapamama acziyetiyle ödüyor. Âhireti unutup dünyayı dine tercih eden bizler, o peşinde koştuğumuz dünyadan zulüm ve ihanet karşılığı görüyoruz. Evet, “Batı yanıbaşında bir İslâm beldesi istemiyor” olabilir. Ne ki, yaşanan hadisenin ardında, bizim hatalarımız gizli.

Fakat, bu günahlarımız Bosna-Hersek aynasında yüzümüze vurulurken, dersimizi alırsak, o zahirî “şer” hakkımızda hayra da dönüşebilir. Bosna-Hersek’te yaşananlara karşı hiçbir şey yapamazken, bizi hiçbir şey yapamamaya sevke-den hastalıklardan —milliyetçilik, hak çizgisinden uzaklık, dünyevîlik— istiğfar edersek Rabbimiz bu musibeti bir mükâfatın önsözü kılabilir. Hangi mükâfat? “Milliyetimiz ise yalnız İslamiyettir” diyebilen bir milyar insanın temsil ettiği bir ittihad-ı İslâm... Sonucunda, dünyanın neresinde olsun , bir mümine bir haksızlık yapmanın, ardındaki muazzam kütlemin şuuruyla, imkânsız hale gelişi...Bugün, küçük milliyetçi devletçiklerin “çıkarları” peşinde koşan bizler, bu noktada değiliz henüz... Tam anlamıyla “hakperest” de değiliz. Meselâ, Bosna-Hersek, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir belde değil, bunu biliyoruz. Yüzde 40’ını müslümanların, geri kalanını ise Hırvat ve Sırp Hıristiyanların teşkil ettiği böyle bir beldede, belki herkesi kucaklayan bir yapılanma daha muvafık düşerdi. Bunu görmezden geliyoruz. Kimbilir, bu hikmeti nazara almamanın da cezası çekilmede.

Gelelim, Bosna-Hersek’te mazlum ve masum halde ölen ya da yaralanan insanlara. Onlar için, şu dünyadaki ıztıraba bedel rahmet-i ilahî, asıl vatan olan âhiret yurdunda cennet vaad ediyor.

Son söz: Bugüne kadar yaşanan acıların keffaret olarak yetiyor olmasını ümit ediyor; Rabbimizden şehitlere rahmet, geride kalanlar için âcil, adil ve kalıcı barış diliyoruz.

n Beş milyar yüz milyon insan, geçen üç ay boyunca, gün be gün doyuruldu. Lâkin, bazıları kendilerine verileni kötüye kullanıp, elindeki fazlayı ihtiyacı olanla paylaşmadığı için, Somali’de aç kalanlar oldu.

n Yüz milyonlarca hasta şifa buldu. Ne ki, yeni hasta olanlar da oldu. Onlar da, Rablerinden şifa bekliyorlar.

n İstanbul’da trafiğe çıkan 600.000 araçtan günde sadece üç-beşi kaza yaptı. Çok büyük bir çoğunluğu Allah korudu. Ve o kazaların da bir hikmeti vardı.

n Yeni bir çiçek, milyonlarca yıl önce açmış bir çiçeğin mesajından farksız bir mesajla dünyaya geldi: “Ne güzel yapılmışız!”

n Kuşlar kanatlarını çırpa çırpa üstümüzde uçmayı sürdürdüler. Kimimiz bakmadı. Kimimiz baktı; göremedi. Kimimiz gördü. Neyi?

n Yapraklar, düşmeye başladılar. Sonbahar adım adım geliyor. Düşen her bir yaprak, Rabbinin izniyle düşüyor. Düşerken, ayrı renk, ayrı desen, ayrı nakışlar sunarak, bize Onu bildiriyor. Şair ruhlu diri gönüller, şu sıralar, Rilke’nin “Güz” şiirini mırıldanmada: “...Yapraklar düşmede gönülsüz. Ama biri var ki / O düşenleri / Ellerinde tutuyor / Yumuşak ve sonsuz.”

n Geçen gece bir yıldız kaydı. Seyreden bir arkadaşımız, “Faniliğin fenalığını ta içimde hissettim” dedi.

n Dünyanın her yerinde milliyetçiliğe yeni kılıflar aranırken, diri bir dimağ, eskiden kalma “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” kılıfını param parça ediverdi: “Aslında, Tanrı Dağı da, Hira kadar Müslümandır. Bütün dağlar Müslümandır. Hangisine çıkarsanız çıkın, semavata yaklaşır, Allah’ın sanatını ve azametini görürsünüz. Semavatla buluşma yeridir dağlar. Semaya el kaldırır, temizlenirsiniz.”

n Bir arkadaş bir arkadaşını aradı. O vesile ile, başka bir gönül dostu ile “ünsiyet” etmiş oldu. Tatilden dönen dostu “Ünsiyeti kaybetmişiz” dedi ona. “Üstümüzde güneş, sırtımızı yakıyor, yakıyor, yakıyor. Birşey demek istiyor. Dönüp bakmıyoruz: ‘Yahu bu güneş ne anlatmak istiyor?’ Başımızı eğiyoruz; secdede toprak alnımızı kucaklıyor, okşuyor. Birşey demek istiyor, duymuyoruz. Yerle gök arasında, ikisinden de kopmuşuz. Ne yapmalı, çare bulmalı...”

n Başka bir adam, bir dergiyle görüştü. İnsanlardan yakındı o da. Birazcık olsun, kendinden de yakındı. “Bir gözümüzle cenneti, ötekiyle cehennemi görüyoruz” dedi. Lakin gözlerimiz öyle yerleşmiş ki, bir gözümüz diğeriyle göz göze gelemiyor. Kâh içimizdeki şeytan egemen sanıyor kendini, kâh tanrı. İkisi arasında bocalayıp duruyoruz.”

n Bu arada ölüm öldürülemedi.

n Geçen aylar boyunca, insan kalbi, sonsuzluk istemeyi sürdürdü.

n Ve Eliot’un dediği gibi, yine “bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü.”

n Ve hayat devam etti.

“ÖDÜNÇ GÜNDEMLER”DEN kurtulmak

n Üç ay kadar önceydi. Herkesin dilinde bir “Cavit” muhabbeti vardı. Sonra “Kıbrıs” dendi. Gali’ydi, Vasiliu’ydu, 32. Paraleldi, Saddam’dı, Şırnak’tı derken, günler ve aylar geçti. Arasıra daha küçük gündemler de oldu. “İkinci cumhuriyet,” “neo-Osmanlılar,” “Venglos,” “Cem Özer” derken, yine günler ve aylar geçti.

Bu kos koca aylar boyunca, biz “gündem”i izlerken, yazın rahmet sofrası serildi ve toplandı. Bin bir meyve gelip geçti, Güneş yüz kere doğdu. Binlerce çiçek açtı. Bir o kadarı soldu.

Yine o koca aylar içinde, binlerce insan onca kez “Şu dünyada benim işim ne?” diye sordu. Anlamı var mıydı yaşamanın? Varsa neydi?

Çoğu hâlâ soruyor. Çok azı cevap buldu. Onların da bazısı, aslında yanlış şıkları işaretledi. Ve günler bir daha geçiverdi.

Sonra bir gün, “Rebiülevvel’in 12. gecesinin gündüzünde” o insanlardan biri, gazeteleri karıştırdı. “Baykal’ın rüyası.” “Ecevit şoku.” “Güneydoğu’da coşku.” “Demirel’in ağzındaki bakla.” “Para faize.” “Yargıdan sert tepki.” “Son pazarlık tutmadı.” Kimi sekiz sütuna manşet bu “çok önemli,’ hatta “flaş” haberler arasında, tek sütuna üç satır, şöyle bir başlık vardı: “Bu gece mevlid kandili”. Âlemlere rahmet olan sevgili Resul, o gece doğmuştu meğer. Ve Onun nuruyla bütün kâinat alâkadardı—ama gazeteler değil. Hep gazetelerle alâkadar olunduğunda ise, bütün kâinattan ve de onu nurlandıran sevgili elçinin nurundan habersiz kalıyordu insan.

Halbuki onun gündemi ezelîydi. Verdiği haber bir günde eskimiyor, bin yılları kucaklıyordu. Sadece insanı değil, çiçeğiyle, kuşuyla, tüm kâinatı kucaklıyordu. Ve insanın sadece aklını değil, tüm duygularını kucaklıyordu. Onun gündemini izlemek ise, “ ödünç gündemlere hayır” diyebilmeye bakıyordu...

ORTA ASYA’DA neler olmuyor?

n İnanan biri için asıl olan nedir? Aynı Yaratıcıya, aynı kitaba, aynı peygambere inanıyor olduktan sonra, mü’min kardeşleri arasında “sen siyahsın-ben beyaz” ayrımına girebilir mi? Yahut beş bin kilometre ötedeki soydaşına yönelip, başka bir kavimden olan yanıbaşındaki dindaşına sırt dönebilir mi? “Türkî” unsurların desteğini yanına alıp, İslâm dünyasına lider olma hayali kurabilir mi? Evetse, neden evet; değilse, doğrusu ne?

Orta Asya’daki Müslüman topraklarının bağımsızlığını kazanmasının akabinde, sair Müslüman unsurları unuturcasına gelişen yeni-Turancılık ya da “Avrasyacılık” karşısında, kimi akıllar şu günlerde bu soruları soruyor.

Vesaire VESAİRE

n “Görünüşe göre, âlemin en şerefli mahluku insandır; en hakiri de köpek. Ama herkes şu konuda birleşir ki, hakkı tanıyan köpek, şükürsüz insandan üstündür.”

—Şeyh Sadi’nin “Gülistan”ından

bir gül demeti.

n “Kimin sofrasından doyarsan doy, rızkı veren Allah’tır.”

—Başka bir Şirazlı,

Hâfız da gül sunuyor bize.

n “Ve o balıklar/ve o güneşli adalar/ sonra bu yıldızlar/ bu körduman/ ve evren/ve içim-de barındırdığım dünya/ nereye göçecekler.?”

—Rada Aleksandrova, bir Bulgar şair ve bize şu dersi veriyor: “İnsan Bulgaristan’da da insandır!”

n “Çeşitli çiçekler, yeşil yapraklar/ Renkler içinde nakşını saklar/ Karanlık geceler, aydın şafaklar/ Uyanır cüml’âlem, Sen varsın orda.”

—Âşık Veysel’den.

n “Ben insanların çevrelerinde olup biteni umursamadan yaşasınlar diye var olduklarını sanmıyorum.”

—Astronot John Young

n “İnsan, biraz durup, insan varlığının anlamı konusunda mevcut diğer görüşlerden herhangi birisine eğilmek ihtiyacı duyuyor. Doğu her zaman ebedî gerçeğe Batıdan daha yakındı, ama Batı medeniyetleri maddî hayat beklentileriyle Doğuyu yutuverdi.”

—Andrei Tarkovski

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut