Arşiv

Hadis kitabında milliyetçilik!

“Bu sebeple yüce meclisimize âli muvaffakiyetler dilerken, Türk milletinin büyük başbuğu Atatürk’ü derin saygılarla selâmlarım.”

“…Şu izahımızdan cumhuriyet rejimimizin kabul ettiği soyadı siyasetinin kıskançlıkla tatbikinde ne kadar isabet edildiği de vâzıhan anlaşılır. Birkaç nesil geçtikten ve Allah’ın inayetiyle her Türk soyu üremeğe başladıktan sonra daha ziyade ehemmiyet kazanacaktır.”

Bu sözler nerede geçiyor dersiniz? Tbmm Zabıt Tutanakları’nda olabilir mi? Yoksa Türk İnkılâp Tarihi’nde mi? Falih Rıfkı ve Nurullah Ataç’ın bir kitabında olması da mümkün, değil mi?

Bilemediniz. Her iki söz de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı bir kitapta geçiyor. Hayır, hayır; Atatürk ve Din Eğitimi başlıklı kitapta da değil. Tc Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bastığı başka bir kitapta. Sıkı durun, bir “hadis” kitabında. Hem de “sahih”lerin en birincisi olan bir hadis kitabında: Sahih–i Buhârî tercümesinde.

Bu eserin ilk üç cildini Babanzâde Ahmed Naim’in yaptığı tercüme ve şerhi onun ölümü üzerine, 4. ciltten itibaren Kâmil Miras’a devrolunmuş. Galiba ne olmuşsa ondan sonra olmuş. “Büyük başbuğ Atatürk”e saygılarla işe başlayan Kâmil Miras, “büyük Türk imamı” ve “büyük Türk âlimi” vurgusunu iki kere yaptığı bir son sözle de, 13. ciltte eseri bitirmiş. Ama esasen, çok daha önceleri mânen “bitirmiş”. Zira, “İslâmiyet cahiliye asabiyetini kesip atar” buyuran sevgili Peygamberimizin hadisleri arasına bir dizi “biz Türkler” ekleyivermiş. Nereden icap ettiyse, Medenî Kanun’a yahud Soyadı Kanunu’na dair kayıtlar düşmüş. “Millî harsımızı korumak” üzere pasajlar döşenmiş. Bu arada, İslâmî ilimler üzerinde “zekâları çalışan” büyük imamların hep Türkler arasından çıktığını bile yazmış.

Onüç ciltlik Sahih–i Buhârî Muhtasarı Tecrid–i Sarih Tercemesi’ni bu “şerh”lerle birlikte okuduk, diyemiyoruz. Bu notlar, sadece “göz gezdirerek” edindiğimiz ilk intibalar. Ama tamamını okumaya gerek bırakmadan; niye bu hadis kitabının Mustafa Kemal’in ve Meclisin emriyle tercüme ettirildiği rahatlıkla anlaşılabiliyor. “Hadis”leri, hem de “sahih”liği kesin olanları okumak üzere aldığımız bir kitapta bile, buram buram dünyevîlik ve milliyetçilik yüklü “gayri–sahih” yorumlar bulabiliyoruz.

Ne dersiniz: “Kafa karıştıran” tuzakların hadis kitaplarına dek uzandığı; ve bu kitapların elli yıldır sorgusuz–sualsiz yayınlandığı bir vasatta, tokadı “sağ taraftan” yememek için, azamî dikkat gerekmiyor mu?

Prensesin öksürükleri

Marshall McLuhan nâmındaki ünlü iletişim bilimcisinin iletişim teknolojisindeki gelişmeler sonucu dünyanın âdeta küçüldüğünü söylediğini ve bunu “dünya küresel bir köye döndü” diye ifade ettiğini belki bin kez işitmişsinizdir. McLuhan’dan kırk yıl önce aynı gelişmeye işaret eden Mesnevî–i Nûriye yazarı, “küre–i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet–i sefîhe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tadili büyük bir himmete muhtaçtır” diyor. Sözün özü, bu hali pek de sevindirici görmüyor. Zira, böylece, “beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır çok menfezler açılmıştır” diyor. Bunun ne boyuta vardığı ortada… Bugün, Güney Afrika’da veya Yeni Zelanda’da olup biteni saati saatine öğrenen insanlar, kalblerinde olan biteni bilmiyor, ruhunun ihtiyacını bilmiyor, vicdanının sesini duymuyor, öldükten sonra nereye gideceğini düşünmüyor. O yüzden, “Ya hak söyle ya sus” nebevî emrini yaşamak yerine, konuşuyor —hem de “hoş ve boş” konuşuyor.

Henry David Thoreau’yu bilirsiniz. Kâinat yolculuğumuza Amerika’dan refakat eden dostumuz. İşte o Thoreau, aynı çelişkiyi tâ 1849’da görmüş ve şöyle yazmış: “Maine eyaletinden Teksas eyaletine manyetik telgraf hattı çekmek için acele ediyoruz. Ya Maine ile Teksas’ın birbirine söyleyecek önemli birşeyleri yoksa? Atlantik Okyanusu’nun altından tünel kazıp Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki uzaklığı birkaç hafta kısaltmak istiyoruz, ama büyük bir olasılıkla bu yoldan Amerika’nın kepçe kulaklarına ulaşan ilk haber Prenses Adelaide’nin boğmacaya tutulduğu olacak.”

“Fıtrî müslüman”

Descartes gibilerine “kâfir” diyemeyiz, bu gibi kişiler “inat etmezler, direnmezler, kendilerini küfre kaptırmış değildirler. Hakikati örtmek, perdelemek sevdasında değildirler. Küfr demek, inatçılıkla hakikati örtmek, gizlemek demektir. Bunlar, bu gibiler ise fıtratlarında müslimdirler, yaratılışlarında teslim eğilimi vardır, “müslim–i fıtrî”dirler. Bunlara müslüman denilemez ise de, kâfir de denilemez.

—Adl–i İlâhî, s. 353.
Âyetullah M. Mutahharî
Çev.: Prof. Dr. Hüseyin Hatemî

Su testisi su yolunda…

Bazıları silâh sever. “Ne olur ne olmaz” çünkü. “Ola ki birisi saldırır, evinize hırsız girer, ne bileyim birşey olur; sıkı davranmak lâzım”dır.

Birileri kendilerini silahla korumaya aldıklarını düşünmeyi; bu arada silâhı bizi hep koruyan Hafîz–i Mutlak’ı perdeleme vesilesi yapmayı sürdürüyor olabilir hâlâ. Ama sıkı dursunlar, onlara “bomba” gibi bir haberimiz var:

ABD’de yapılan bir araştırma, üzerinde silâh taşıyanların silâhlı saldırıya uğrama ihtimalinin iki kat daha yüksek olduğunu ortaya çıkarmış. Yanında veya evinde silâh taşımayanlar ise, diğerleri gibi, gasp, hırsızlık vb. olaylarına muhatap kalsalar bile en azından kafayı kurşun yemeden kurtarıyorlarmış.

Haberin bizce yorumu şu: “Beşer zulmeder, kader adalet eder.” Kâinatı ve içindeki sayısız mahlûku koruyup gözeten Hafîz–i Rahîm’in varlığını hiçe sayıp hayatını kendince muhafaza etmeye kalkışmanın; o Hafîz’e sığınmayıp korunmayı bir demir parçasından beklemenin karşılığı, maksadın tam aksiyle ceza görmek oluyor. Bizi koruyacak dediğimiz şey, aksine, saldırı sebebi oluyor.

Böylece Rabbimiz sanki bu tavırdan haberdar olduğunu ihtar ediyor; ve bu tavrın yanlışlığını ders veriyor olmalı, ne dersiniz?

İnsan sadece “ekonomi” için yaşıyor değildi. “Ekonomi” hayatın bir veçhesiydi ve hayatın bütünü ne için yaşanıyorsa, ona da öyle muhatap olmalıydı. Ne ki şu küçük fani gezegendeki bir ülkede bunu unuttu insanlar. “Ekonomi”yi herşey sandılar ve herşeyi “ekonomi” açısından değerlendirmeye başladılar. Sonuç, bir kişiyi sırf ekonomi profesörü olduğu için başbakan seçmeye dek vardı. Sonuç: mefluç bir ekonomi, yüzde 125’lik enflasyon rekoru. Bu da bir “maksadın aslıyla tokat” örneği değil mi?

Mazlum kaldı mı aramızda?

Kritik bir vakitte binmişti otobüse. Belirli bir saatte belirli bir yerde olması gerekiyordu; bunun için ise 7:30 vapuruna yetişmesi icap ediyordu. Trafik nisbeten rahat sayılırdı. Üstelik yeşil yanıyordu. Ama çapraz yoldan yanan kırmızıya rağmen dalan taksi, otobüsü yirmi saniye oyalamıştı. Taksi şoförü “yirmi saniyeden ne çıkar?” diye düşünüyor olmalıydı. Üç durak ötede, bu kez yasak levhasına rağmen U–dönüşü yapan bir arabaya takıldılar. Yirmi saniye de orada gitti. Neyse ki, sonrasında bir vukuat olmaksızın otobüs son durağa vardı. Vapura bir dakika vardı; normalde yetişirdi. Fakat kaldırımı sohbet yeri olarak kullanan üç ahbap çavuş yüzünden yarım dakikası daha gitti. Adımlarını hızlandırdı mecburen. İskeleye vardı, turnikeleri geçti …ve kapılar kapandı. Beş kişinin saniyelik sorumsuzluğu, onun için 20 dakikalık bir gecikmeye yol açmıştı. Karşı kıyıda, arkadaşı da 20 dakika beklemek zorundaydı.

Vapuru beklerken, bir sırrın farkına vardı. Büyük zulümlerin ve haksızlıkların farkındaydı çoğu insan. Ama şeytan ayrıntılarda gizliydi. Bir şarkıcıya “Ufak–tefek yalanların mühim değil, olur canım” dedirtip iki yılda iki ayrı evliliğini sona erdirdiği gibi; her birimizin kulağına “ufacık haksızlıktan ne çıkar?” dedirtiyordu. Taksiciye, diğer araba sahibine ve üç ahbap çavuşa haksızlık ettikleri söylense, “Canım, saniyenin de hesabı mı olur? Üşüttün mü sen?” derlerdi muhakkak. Ama saniyelik haksızlıklar dakikalara; saatlik kusurlar aylara ve yıllara mal olabiliyordu. Hem hak haktı; küçüğüne büyüğüne bakılmazdı.

Bu incelikle bakmaya çalıştığında, aslında hakperest diye bildiği kendi şahsının da küçük haksızlıklara, küçük zulümlere pekâlâ imza atabildiğini farketti. Kendisini asla zalim görmemişti bugüne dek; ama ince eleyip sık dokuyunca, masum olmadığını anlamıştı

O sırada, aylar önce duyduğu hikmetli bir sözü hatırladı. “Mazlumun âhı yerde kalmaz” demişti bir dostu ona. “Ama bakıyoruz hep yerde kalıyor. Arşa çıkmıyor. Mazlum kalmadı çünkü; hepimizin zulmü var.”

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut