Arşiv

MURAT BELGE:

“Cumhuriyeti yeniden kurmak”

Ilımlı sosyalistlerden Murat Belge, 10 Mayıs tarihli Nokta’da “20’lerde kurulan yapının anlamsız hale geldiği”ni vurguluyor ve şu teklifi sunuyor: “Bunu kabul edip, toplumun aslî unsurlarıyla ve onların konsensusuyla Cumhuriyeti yeniden kurmak lâzım.” Bu vesileyle, Cumhuriyet’in şamar oğlanı Osmanlının kimi noktalarda daha olumlu izler taşıdığını belirtiyor Belge. Bu minval üzere, bir hatırasına dayanarak, şöyle de diyor:

“Bizim dışımızdaki insanlar Osmanlıya baktıklarında bizim gördüğümüzden daha fazla olumluluk görüyor. Bir Tunuslu yarı şaka yarı ciddi, ‘Bütün kabahat sizin, Osmanlıyı yıkmayacaktınız, bu kepazelikler olmayacaktı’ demişti. Osmanlının yeniden kurulması mümkün değil, ama İttihat Terakki’nin ırkçı şoven anlayışından önce olumlu yönleri vardı.”

“Kemalizm Batılı bir görüntü arkasında durmaya çalışan ve bunun da frakla zeybek oynayınca gerçekleşeceğini sanan garip bir dikta düzeniydi.”

—Çetin Altan’dan

21. yy neyi bekliyor?

Edebî değeri ile değil, ama polemik değeri ile büyük yankı uyandıran Viva La Muerte’nin yazarı Alev Alatlı, kendisiyle görüşen Nokta’ya biraz ümitli konuşuyor. “Ben bundan sonraki bin yılda, dinî inançların dünyadaki adalete yeniden cevaz verecek şekilde düzenleneceğine inanıyorum”diyen Alatlı, “Batılılar bunu tek başına yapamaz” diye de ekliyor. “Çünkü kendi dinlerinin içini boşalttılar. Bu aşamada İslâm dini dönüşerek devreye girecektir.”

Sinan Kukul ne zaman öldü?

Nisan’ın 16’sında, İstanbul’da, belli yerlerde toplanan kalabalıklar ve o kalabalığın alkışladığı bir grup insan vardı. Hayır, bir futbol maçı değildi yaşanan; Dev-Sol’a karşı yürütülen bir operasyon idi. Meraklı vatandaşlar, operasyon esnasında, polise alkış tutmuşlardı. Çünkü, “Sağolsun, devlet onları büyük bir korkudan kurtarıyor”du.

Birkaç gün sonra, bir gazeteciye konuşan başka bir vatandaş, başka birşeyler söyledi. Musa Kukul, bu çatışmalar esnasında öldürülen Dev-Sol militanı Sinan Kukul’un babasıydı ve çocuğunu “evveliyatı” ile anlatıyordu. “Benim yanımdayken inanıyordu. Namazını kılıyordu” diyordu baba Kukul. “Onu denetimim dışına çıkın-ca devlete güvenip yatılı okula gönderdiğimde kaybettim.”

“Tavuk bile kesemeyen oğlum nasıl bu yola düştü?” sorusunu hâlâ soran Musa Kukul, peşi sıra şöyle diyordu: “Sormak istediğim, devlet yatılı mekteplerinde okuyan bir çocuğun devlet aleyhine nasıl yönlendirilebildiğidir. Sinan’dan ben değil, devlet sorumludur. Ben güvendim devlete, teslim ettim çocuğumu.”

Eğitim nereye eğiyor?

Allah’a sövmenin serbest, Atatürk’e sövmenin ise üç yıl hapis sebebi olduğu TC’nin en önemli tabularından olan “ordu”ya dair bir yazısı yüzünden mahkum ve tevkif edilen yazar Hekimoğlu İsmail, müdafaasında şöyle bir noktaya da dikkat çekmiş:

“Siyasal Bilgiler ve İktisat Fakültelerinde kapitalizm ve sosyalizm okutulmaktadır. Buralarda İslâmî ilimlere yer verilmez. Üniversite öğrencisi bunlardan birini seçmek zorundadır. Herkes millî eğitim tezgâhından geçtiğine göre, kapitalist veya sosyalist olmak en tabiî haldir.”

“Kemalizm, bidayetten bir tek tanrıya tapmıştır: millîcilik.”

—Yahudi Türkçü Moiz Kohen Tekin Alp’in “Türk’ün Yeni Amentüsü”nden.

Özal yaşları da yakacak

Sapla samanı, şapla şekeri çoğu kez beraberce sunan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 2-8 Nisan tarihli Aktüel’de bunun yeni bir örneğini sunuyor. Bir yanda “Türkiye Cumhuriyeti” ismini, belli bir milliyete ağırlık veren anlamı itibarıyla hafiften tartışmaya açarken, beri yanda seyirlik sözler ediyor. “Atatürk Osmanlı Cumhuriyeti dese ne olurdu?” diye soran; işte bu çerçevede “Kürt etnik kökenli vatandaşlarımız Türkiye’de azınlık değildir” diyen Özal, Güneydoğu’ya dair konuşurken, şu ayrımı yapıyor:

“Şimdi işin iki veçhesi var. Bir tanesi halkın meselesi. Aslında hep bu ikisini karıştırıyorlar sizde. Sert tedbirler üzerine gideceğimiz, dişe diş göze göz mücadele edeceğimiz ve güvenlik güçlerine yeterince inisyatif vereceğimiz esas terör örgütüdür.”

Devamında ise, “adalet-i mahza”ya memur olanların bilhassa dikkatli olması gerektiğini düşündüren şu acı hüküm geliyor:

“O arada, tabiî, affedersiniz, biraz kurunun yanında yaş da yanar. Maalesef çok da kesin çizgilerle ayırmak imkan dahilinde değildir.”

ALİ BULAÇ:

“Benzin değil, su”

Güneydoğu’da yaşanan olaylar, kendisine Türk ya da Kürt denilen iki müslüman kavmin arasına giredursun, bu noktada, tarafgirliğe girmeyen yazılar da yok değil. Bu yöndeki aklı başında tahlillerden birini sunan Ali Bulaç, Kitap Dergisi’nin Mart-Nisan sayısında “Herşeyden evvel biz müslümanız” diyor. “Etnik kökenimiz, dinimizin önüne geçemez. Ve yakın tarihte bütün ümmetin yaşadığı trajedinin büyük ölçüde milliyetçilikten kaynaklandığını müşahede edebiliyoruz.”

“Biz ümmet iken, milletlere bölündük. Bize giydirilen millet elbisesi, ne dinimiz, ne tarihimiz, ne de genel dünya görüşümüz açısından sahih bir realite değildir” diyen Bulaç, İslâmî mantığa sığmayan “millî devlet” terimini de sigaya çekerek şu hususu vurguluyor: “Gelecekle ilgili tasavvurlarımızda ise millî devletlerin ve milliyetçiliğin hiç yeri yoktur.” Bulaç’a göre, inananlara bu noktada büyük görevler düşüyor! “İslâm coğrafyasını niye sınırlar bölmeye devam etsin?”

“Mustafa Kemal’in yaptığı reformlar, bir süpermarket sahibinin yaptığından farklı değildi: İtalya’dan ceza kanunu, İsviçre’den medenî kanun, Arap alfabesi yerine Latin alfabesi.”
—The Economist’in
Türkiye raporundan,

“Orta Asya tamam” mı?

“Uysa da, uymasa da” Milliyet’e yazan Necati Doğru, Orta Asya Cumhuriyetlerine yaptığı bir gezinin ardından, dikkate değer tesbitler sunuyordu. Bu ülkeleri “70 yıllık komünist sistemin neredeyse yüzde yüz zıddı başka bir sisteme atlamak istiyor” olduğu için “sudan çıkmış balık”a benzeten; bu arada TC’nin “Biz onlardan çok ileriyiz. Model olacağız” derdini de abartılı bulan Doğru, Türkmenistan örneğinde, garip bir duruma da dikkat çekiyor.:

“Dört şeritli otoyol büyüklüğünde caddeler tertemiz. Lenin heykelleri meydanlarda, resimleri duvar panolarında hâlâ duruyor. Onun yerine koyacak birini bulamadıkları için şimdilik kaldırmayı düşünmediklerini söylüyorlar.”

“Allah sizlere hikmeti vermiştir. Ama hikmetin ışığıyla yalnız Ona ibadet etmenizi değil, kendi zaaf ve aczinizi tanımanızı da ister.”
—Lübnan asıllı Hıristiyan şair Halil Cibran’dan “hikmet”li bir söz.

“Sakın ‘Ben tam bir kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler’ deme. Şayet elindeki kudret sana bir büyüklük ve tahakküm hissi verirse üstündeki melekûtun büyüklüğüne şöyle bir bak ve kâinatı sevk ve idare eden o muazzam ve muhteşem ilâhî kudreti ve senin kendi nefsine bile güç yetiremeyeceğin şeylerde Allah’ın nasıl bir mutlak kudret sahibi olduğunu düşün. Bu, senin o yükseklerde gezen bakışlarını yere indirecektir.”
—Hz. Ali (ra)

Sol nesini arıyor?

Sol partiler bitişin, tükenişin ve 38 model laikliğin yürümüyor oluşunun getirdiği arayışlar içinde, az gittiler, uz gittiler. Dere tepe düz gittiler. Bir de baktılar ki, “CHP” diye bir mirasları varmış. TC’ye “sosyal demokrasi”yi getirecek olanlar, “Atatürk’ün Partisi”ni yeniden kuracaklar ve balık kavağa çıkarsa, CHP iktidar olacak. Bu vesileyle bazı şapkaların da düşüşü gözlendi. Meselâ SHP,“CHP’ye evet; DP’ye hayır” tavrını koydu, kimliğini gösterdi. DYP’nin hükûmet kanadı, bu tavra en başta hayır diyemedi; sonradan çarketti. İlerici sol aydınlar ise, neredeyse bayram havasındalar. Bu arada, “değişmiş” olan Ecevit, “Bu yüz karası hukuk ihlali ile, Atatürk’e karşı işlenen günah Anayasa’dan silinmelidir” gibi sözler etti. Ecevit, Ayasofya’nın Atatürk’ün emriyle gayrikanunî olarak müze yapıldığını ve Fatih’in vakfiyesinin kale alınmadığını unutmuş olmalı ki, “Tarihimizde vasiyet hukukunun çiğnenişine, bildiğim kadar tek örnek budur” diyor ve TDK ile TTK’nin yeniden bağımsız hale gelmesini de istiyordu. Devamı vardı: “Atatürk’ün İş Bankası hisselerinin geliri de, eskiden olduğu gibi, yine bu iki bağımsız kuruma bırakılmalıdır.” Ecevit, İnönü ve diğerleri böyle şeyler diye dursun, bazı insaflı kalemler, şu soruları sordular: Atatürk bu mirası nereden kazandı; subay maaşından mı? Hindistan müslümanlarının İstiklâl Harbi için gönderdiği para ne oldu? “Atatürk’ün mirası” olan CHP, 1923-50 arasında yaptığı işler için özür dileyerek mi açılacak; yoksa yeni hamamın eski tası mı olacak?

BURHAN APAYDIN:

“1924 Anayasasına dönülmeli”

“Menderes’in avukatı” olarak ün yapan Burhan Apaydın, Anayasa tartışmaları vesilesiyle bam teline basıverdi. 82 ve 61 anayasalarını, ayırım yapmaksızın, “dikta kokuyor” olmakla suçlayan Apaydın şöyle diyor: “1961 ve 1982 anayasalarını, hükûmet darbeleri sonucunda vatandaşlarımıza kabul ettirilmiş anayasalar olarak nitelendirmek gerekir. Bu dönemlerde vatandaşlar bir an önce çok partili rejime geçilmesini sağlamak amacıyla anayasa taslaklarına “evet” oyu vermişlerdir.”

Bu noktadan hareketle, demokratikleşme, sıkıyönetim kararlarının TBMM’ce yok sayılması v.s. gibi bir duruma gelebilmek için, şu öncelikli hususu şart koşuyor Apaydın: “TBMM’nin öncelikle 1982 Anayasasının geçersizliğine ve 1924 Anayasasının geçerliliğinin ilanına karar vermesi zorunludur.”

Bunu yapmaya; hem de “Devletin dini din–i İslâmdır” diyen asıl haliyle 1924 Anayasasını kabule bu Meclis evet der mi acaba?

AYTUNÇ ALTINDAL:

“Devlet dinden elini çeksin”

Araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, 12 Mayıs tarihli Zaman’da kendisiyle görüşen Mustafa Ünal’a şu tesbitleri aktarıyor:

f “Türkiye’de çarpık bir laiklik var. Devlet Türkiye’de İslâmı saf olarak değil, devlet İslâmı olarak görmek istiyor. Her alanda dine müdahale ediyor.

f “Türkiye’de laiklik uygulamasının Avrupa’da benzeri yok. Türkiye’de devletin yönettiği laiklik var. Herşeyin üzerinde devlet var. Türkiye’de insanlar devletin istediği kadar laik ve Müslüman olmak zorunda.”

f “Hemen şunu söylüyorlar: ‘İslâmiyet başka türlü. Sonra kalkar devleti yönetir.’ ‘İslâ-miyet devleti yönetir’ diyorsanız, laiklik de İslâmî bir olgu değil demektir. O zaman siz yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de bunu ne diye uyguluyorsunuz?”

f “Türkiye’de devletin laiklik kimliğinin bir an önce ortadan kalkması gerekir. Devlet dindar olamıyorsa, laik de olmaz. ‘Devlet laiktir, din devleti olmaz’ diyorlar. Dünyanın en saçma sözü. Laik olacak şahıslardır.”

Ahmet Altan artık sıkılmış

Ayranı kabarık olanlarımızın ikide bir “Atina’ya girme”, “Sofya’ya ordu yollama”, “Alman’a haddini bildirme”, “Ermeni’ye şamar atma” histerisine karşı “Yapmayın, etmeyin; önce durup düşünün” diye yazaduran Ahmet Altan artık sıkılmış. En sonunda her hafta “yapmayın, etmeyin diye yazı yazacak değilim” diye yazmış. “Bombalayın, yakıp yıkın, kan dökün, korkutun, gözünü çıkarın, birbirinizin hayalarını kesin, ciğerini parçalayın, derisini yüzün, asker sevkedin, silah gönderin... Ama bana güvenmeyin” demiş. Şöyle eklemiş:

“Burada herkes kahraman. Azeriler kaçarken kahraman, Ermeniler Batılı silahlarla çocukları öldürürken kahraman, Kürtler mağazalarda insanları yakarken kahraman, Türkler kaymakamlığın bahçesinde sivil halkı kurşuna dizerken kahraman. Hepiniz kahramansınız. Bir ben kahraman değilim. Kaçmaktan da, kovalamaktan da hoşlanmıyorum. Ölmeyi de, öldürmeyi de sevmiyorum.” Peşi sıra, tersini yapanların yapmadığı birşeyleri hatırlatıyor Altan: “Karıncalara bakıyorum. Titrek titrek dolaşıyorlar. Ağaçlara da bakıyorum.” Ne dersiniz, kâinata adamakıllı baksak, o denli kavga meraklısı olur muyuz?

“Doğu aydınının düşüncesinde inanç yatıyor. Batıda ise inancın yerinde şüphe var. Şüphe duymayı öğrenmeden batıyla bütünleşmemiz mümkün değil.”
—Gazeteci Zeynep Göğüş böyle diyor. “Bütünleşmemiz şart mı?” denilirse, biz şüpheliyiz!

“Nereden bu kızları okula gönderdim.”
—Terör zanlısı olarak aranan bir üniversiteli genç kızın babası, “sorumlu”yu arıyor.

“Göçtü kervan kaldık dağlar başında”
Yüzyılların silmek değil, bilakis daha da parlattığı derviş Yunus’u bir şair, nasıl yorumlar? Şair İsmet Özel’-in Bilim Sanat Vakfında verdiği bir seminerde, bunun cevabı vardı. Sözgelimi, Yunus’un “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısraını, Özel şöyle yorumluyor: “İlk farketmemiz gereken şey ‘yaratılmış’ bulunduğumuzdur. Ölmek bile, yaratılmış bir yaratığın belli değişimler geçirmesidir. Yaratılmış olmak, ezel ve ebed arasında bir alanda olduğunu farketmektir. Yaratılmışlığımız ile geç kalmışlığımız örtüşüyor.”

“Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın?” ise, Özel’de özetle şöyle yorumlanıyor:
“Uyanma aslında yaratılmış olduğumuzu kavramayla alâkalı. Bu da aslında yeryüzünde hiçbir çarenin insanın elinde olmadığını kavramak diye anlatılabilir.”

“Muhammed cümleye dindir imândır”ın yorumu ise şöyle: “Kelime-i tevhid iki kısımdan oluşur: lâ ilâhe illallah ve Muhammeden Resû-lullah. Bunun yalnızca bir kısmı hakikatı ifade etmiyor, ancak bütünü tek hakikatı ifade ediyor. Daha net söylersek, ‘lâ ilâhe illallah’, nedir bunun isbatı? ‘Muhammeden Resûlullah’. Lâ ilâhe illallah, ancak Muhammeden Resûlullah ile mânâlı bir sözdür. Bir yerde oluşumuz çok şiddetli. Bunun ilacı ise, tarihin bir anında Resûlullah’ın (sav) dünyada bulunmasıdır. Doğumundan ölümüne kadar, size insan oluşun anlamı konusunda birtakım işaretler bırakmış olmasıdır.” Seminer esnasında, “Bunların kırık dökük de olsa ifade edilmesi gerekir. Başkası bana anlatsa, daha da memnun olurum” diyen Özel, sonuç olarak şu hükme varıyor: “‘Cezayir’de ne olacak, İran’da ne oldu?’ derken ihmal ettiğimiz, görmediğimiz bir husus olduğu kanaatindeyim. O da, biz Peygamberler yoluyla insanlığa ulaştırılmış çok mahsus bir çizginin olduğu konusunda yeterli bir şuura sahip değiliz. Yeryüzünde, Peygamberler hesaba katılmaksızın hayatı devam ettirebilen kültürün dışında bir anlayış alanı vardır; bunu tekrar keşfetmemiz lazım. İlahinin o çağda da vurguladığı şey bu.”

“İnsanoğlu nereye gitsen hep aynı. Çoğu, zamanın büyük kısmını karın doyurmak için çalışmakla geçiriyor. Geri kalan birazcık boş zamanda öyle sıkılıyorlar ki! Ondan
kurtulmak için türlü yollar arıyorlar. Ah şu insanlar!”
—Goethe, Genç Werther’in Acıları’nda hafiften bizim yaramıza dokunmuş gibi.

HAYREDDİN KARAMAN:

“İçtihad, kulluk içindir”

“Aydın din adamı” Doç. Yaşar Nuri Öztürk’ün Hürriyet’teki köşesinden “Kur’ân erleri”ne yaptığı bir çağrı vardı. Örtünme âyetlerini “örtünmeme âyetleri” haline getirmeyi isteyen bu çağrıya, Bizim Aile’nin Mayıs sayısında, ciddi bir cevap geldi. Derginin görüştüğü Prof. Hayreddin Karaman, tesettürün açık bir emir olduğunu izahtan sonra, “içtihad”ın anlamına değiniyor ve şöyle diyor:

“İçtihadın iki cepheli bir fonksiyonu vardır. Birisi, dinin mevcut, var sayılan ahkâmını, ama mestur, üstü kapalı, herkes tarafından bilinememiş ahkâmını, ihtiyaç duyulduğu için keşfedip ortaya koymaktır. İkincisi ise, insanı nefs–i emmaresinden, Allah’tan başka mabudların kulluğundan kurtarmaktır. İnsanı Allah kulluğuna sevketmektir. Müçtehidin ana vazifesi budur.”

Peşi sıra, “Çağla din birbirine ters düşer mi?” şeklinde bir soru soruyor Karaman. Cevabı kendisi veriyor: “Düşebilir. Çağın moda olmuş bir dünya görüşü olabilir.” Eğer bu görüş dinin öngördüğüne ters düşüyorsa? Burada neyi esas alacağız? Bu noktada, “dini arzuya, nefse, hevaya ve çağın gidişine uydurma” gibi “yanlış bir anlayış”a değinen Prof. Karaman şu sözü de söylüyor:

“İçtihad dini çağa uydurmak için değil, bilakis çağı dine uydurmak içindir.”

“Laiklik ateizmden tehlikeli”

“Ateizm tanrının varlığını önce kabul edip sonra reddediyor. Yani, tanrı yoktur önermesini yaptığımız zaman, tanrının varlığını önce kabul ediyor, sonra reddetmiş oluyoruz. Oradan başladığı için, Kilise ateizmi hiçbir zaman fazla önemsememiştir.”

Üç İsa adlı kitabı yakında çıkacak olan araştırmacı Aytunç Altındal, bu tesbitin beraberinde, “laiklik”ten söz açıyor. Dinî çevreler, özelde Kilise için, “laiklik her zaman ateizmden çok daha tehlikeli bir olgu olagelmiştir” diyen Altındal, bunu şöyle açıklıyor: “Laiklik için tanrı varmış yokmuş, böyle bir sorun yok. Tanrı varsa da, yoksa da siz kendi aranızda tartışın, beni ilgilendirmiyor diyor laiklik. Bu nedenle Kilise asıl tehlikenin laiklikten geldiğini düşünür.”

Haklı da değil mi?

HANS KÜNG:

“İslâm yayılıyor, çünkü…”

“İslâmiyeti tanıyan ve Müslüman tanıdıkları olanlar onların Yaratıcıya olan bağlılıklarına hayran kalırlar. İslâmiyet insanları kendi yaptıkları putlardan kurtardı. Hiçbir Müslüman İslâmiyet öncesine dönmek istememekte gayet haklıdır.”

Bu sözler, bir Hıristiyan ilahiyatçıya ait. Hıristiyan-Müslüman diyalogu gayretlerinin ünlü ismi Prof. Hans Küng, böyle söylüyor Die Welt’e. Devamla, “İslâmiyet günden güne yayılıyorsa, bunu sebebi, diğer bütün görüşlere alternatif olmasındadır” diyor. Peşi sıra, sözü, bitmeyen “laiklik” tartışmalarına getiriyor:

“İslâmiyet ‘Din insanların şahsî meselesidir, umumla alâkalı değildir’ diyenlere, aksini açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Ve keza din ile siyasetin, yani devlet işlerinin basitçe birbirinden ayrılamayacağını yine İslâmiyetten öğreniyoruz. Biz siyaseti ve ekonomiyi bir tarafa, din ve ahlâkı diğer tarafa koyuyoruz. Fakat neticede ortaya çıkan, bunun yanlışlığıdır.”

“Niceliğin egemenliği”ne hayır!

“Modern olma adına yapılan pek çok şey zevksiz ve banal.”

İngiliz modacı Vivienne Westwood, “punk” adlı “zevksiz ve banal” modanın mimarlarından.

Ne ki, bir defile için geldiği Türkiye’de, kendisiyle görüşen gazetecilere ilginç şeyler de söylemiş. Meselâ, “Rönesanstan önce dünya bilgi eksikliğinden kapalıydı, karanlıktaydı. Şimdi ise dünya çok fazla, gereğinden fazla bilgiye kapanmak istiyor” demiş:

“Çok hızlı gittik ve herşeyi keşfettik. Artık nicelik için verilen savaş son bulmalı ve insanlar kaliteye ve yeteneğe yönelmeli. Daha kalıcı şeyler üzerinde durulmalı.”

Westwood, moda hakkında da değişik konuşuyor. “Aslında insanların giyimlerine dikkat edip etmemeleri umurumda bile değil” diyor. “Ama kafaları fazla çalışmayanlar için, en büyük cinsel silah giyim.”

“Bravo
Selahattin’e,
Kübalı’yı
fena ezdi.”
—Türkiye gazetesinden şefkatli kalpleri nakavt edenbir “boks” haberi.

PROF. NUR VERGİN

“Kıblelerini değiştirsinler”

Nur Vergin, bir ilahiyatçı değil. Siyaset sosyologu. Kendisi de bunun farkında olmalı ki, 3 Mayıs tarihli Nokta’nın gündeme getirdiği “içtihad” ve “reform” tartışmalarına, kendi adına “Din âlimi değilim” diye başlıyor. “Ama, şu söylenir: ‘Dinimiz güzel bir din, ama reforma ihtiyacı var.’ Bunu duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor. Bilgisi olmayan birçok insan böyle söyler.”

Herkesin kim olduğunu ve nereye kadar söz hakkı olduğunu bilmesi gereğine işarat eden Prof. Vergin “Hıristiyanlık içinde önüne gelen reform yapayım demedi. Herkesin haddini bilmesi lâzım” diyor. Ardından, bir “mim” koyuyor: “Hıristiyanlıkta reform mümkündü. Fakat İslâmiyette reform mümkün değildir.”

Neden?

İşte bu noktada, “Kur’ân, diğre dinlerden farklı olarak, insanlar tarafından yazılmış değildir” diyen Prof. Nur Vergin, “reform” isteyenleri daha kolay ve daha samimî bir tercihe çağırıyor:

“Allah’ın kelâmını reform edeceksiniz ki, bu mümkün değil. Kur’ân’ın bir kelimesi değiştirilemez. Böyle düşünenlerin kıblesini değiştirmesi lâzım. O zaman bunlar kendilerine müslümanım demesin.”

“Uzun bir süreden sonra yorgun-argın eve döndüğümde, bir kitabın kapağını aralamak yerine, televizyonun başına geçiyorum. Daha kolay geliyor.”
—Bu söz bir Amerikalı’ya ait. Galiba, bir Çinli’ye, Ganalı’ya ya da bize sorulsa, pek farklı konuşmazdık.

Bir sokak kedisinden notlar

Baba torpilli “işkadını” Leyla Alaton, Kelebek’e şöyle demiş: “Öyle eve bağlanıp kalabilecek bir yaradılışım yok. Ben ev kedisi değilim.”

Yoksa, tercihini sokak kedisi olmak yönünde yapmış dersiniz?

Prof. Hatemi’den “adalet” tesbitleri

“Hukuk devleti, ‘adalet devleti’ demektir. Adalet ise ilâhî-tabiî hukukun bir kavramı, bir değeridir. Adalet, yalnızca ve yalnızca ilâhî-tabiî hukuk temelinde dayanağını bulabilecek bir kavramdır.”

İÜ Hukuk Fakültesi öğretim üyesi, mukayeseli hukuk profesörü Hüseyin Hatemi, Köprü’nün Nisan sayısında bu sözleri söylüyor. Devamla “Adalet, bütün yüce ve değişmez ahlâkî değerlerin tek kaynağı olan ‘ilâhî sevgi’den kaynaklanır. Teşbihi caiz görülürse, yüce ve değişmez ahlâkî değerler alanında ilâhî inhisar vardır. Adalet de ilâhî sevgiden kaynaklanan bir değerdir ve toplumsal alanın ilk değeridir” diyor. Peşi sıra, “adalet” esasına dayanan “insan hakları”nın da temelini ilâhî hukukta bulduğunu söylüyor. Prof. Hatemi’ye göre, “Materyalist bir felsefeye ‘insan hakları’ anlayışı dayandırılamaz. Gerçek ilâhî sevgi olmaksızın adalet olmaz, olmayınca da adalet devleti olmaz. Sahte değerler ‘adalet’ adı altında pazara sürülür.”

Bu noktada, değişik anayasalardan örnekler getiren Prof. Hatemi, yerli “laik”lere küpe olacak iki örnek de zikrediyor: “Alman anayasasının önsözünde, ifade edilen ilk kavram, insanın Allah önünde sorumluluğudur. İsviçre anayasası, ‘Kâdir-i Mutlak olan Allah’ın adı ile’ başlar. Bu örnekler çoğaltılabilir.”

Okulu,
televizyonu,
gazeteleri ile,
sahip olma ve yok etme düşüncesi üzerine
temellendirilmiş bir düzen.”
—Ünlü İtalyan yönetmen Pier Paolo Passolini, ölümünden bir gün önce böyle demiş içinde yaşadığı medeniyet için.

Mucize nedir?

...Ve bir televizyon kanalında, muhtemelen kazaen verilen, ilginç bir söz. Star 1’de yayınlanan “Gecenin Sesi” adlı diziden bir “the end” sözü:

“Bana göre, mucizeye inanmak için, bir heykelin ağlamasına gerek yoktur. Dikkatle baksanız, etrafınızdaki herşeyin bir mucize olduğunu görürsünüz. Evsiz biri için ev bir mucizedir. Aç biri için yemek bir mucizedir. Shakespeare’in Hamlet’ini okursanız, parlak bir zekânın da bir mucize olduğunu görürsünüz.”

Feminizmin hüsranı

10 Mayıs tarihli Nokta, “cinsel özgürlük” gibi tezlerin ülkemizde pek tutmadığını tesbit ettiği kapak yazısında, bir feministin şu “hüsran” sözlerini veriyordu: “Ne yazık ki, feminist hareket herkesi kucaklayabilecek kadar güçlü değil. Bizler yaşlandık. Gençler arasından feminizme ilgi duyanların sayısı da çok az!”

İyi ki çağdaş değiliz!

Bir türlü “çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaşamadık. Kimi istatistiklere bakılırsa, iyi ki ulaşamadık. Bir dergide yayınlanan “cinayet” oranlarına göre, 1 numaralı süper güç ABD, cinayette de süper. Bu ülkede 1988 rakamlarına göre, her bir milyon kişiden 89’u cinayet kurbanı. Venezuella 77 ile ikinci sırayı alıyor. Peşi sıra, Finlandiya, Kanada, İtalya, Polonya, İsveç, Yunanistan, Almanya, Fransa, Hollanda gibi “çağdaş” ülkeler geliyor. İslâm ülkeleri içersinde, sadece Türkiye listeye dahil ve tüm “laik”liğine rağmen, ülkemizde cinayet oranı milyonda üç düzeyinde.

Bu rakamları görünce, insan sormadan edemiyor: Fazla çağdaş olmasak mı?

“Karışık eğitime son”

Nisan ayında bir araya gelen 400 üst-düzey İsviçre’li eğitimci, eğer TC’de yaşıyor olsalardı, muhtemelen şu sıralar yeni bir iş arıyor olacaktı. Çünkü, toplanan eğitim komisyonu, bizim laiklerin çoktan “gericilik” ithamına girişecekleri şu sonuçta karar kılmış:

“Kız-erkek karışık eğitimin yararı olmadığı ortaya çıkmış durumdadır.”

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut