Arşiv

HANGI CİHAD daha büyük?

1979’un son günleriydi. Radyoların, TV’nin, gazetelerin her fırsatta tekrarladığı bir haberdi; sarsılmıştık. Ruslar Afganistan’ı işgal etmişti. Ateizmin anayasa maddesi kılındığı bir rejimin bir müslüman beldesine ilk doğrudan müdahalesi idi bu.

O yıl, ertesi yıl, daha da ertesi, Rus işgali devam etti. Ama direniş de devam etti. O kadar yıl, onca zorluğa yılmayıp “küçük cihad”ı omuzlayan Afgan mücahidleri, direndiler. Sonunda, yılan taraf, yılansı emellerle bir İslâm beldesine giren taraf oldu; Ruslar geri çekilmek zorunda kaldı. Geride bıraktıkları “yerli işbirlikçi”ler de işi götüremeyince, mücahidlerin zaferi perçinlendi. Ne var ki, akabinde, bir hayal kırıklığı yaşanacaktı. Zira, beraberce inançsızlık düşmanına karşı mücahede edenler, haricî düşman gidince, yer yer, birbiriyle çekişip çatışacaktı. Hem de birbirine karşı ordular halinde çarpışacak derecede. Şimdilerde nisbeten durulur gibi olan, ama hâlâ gönül rahatlığıyla “duruldu” dedirtmeyen bu hal, Afganistan örneğinde, şu mesajı veriyor olmalıydı:

“Asıl cihad, en başta nefisle başlayan manevî cihaddır. Bu büyük ve manevî cihadın unutulduğu maddî cihadlar, sonuçta, eksik cihadlardır.”

“Ramazan… parlak, kudsî bir bayram hükmündedir.”
—RİSALE-İ NUR

Kur’ân ayı Ramazan’ı, ardından gelecek onbir ayı da kuşatan bir ubûdiyet şuuruyla yaşamamız dileğiyle…

Türk parası neden DEĞER kaybediyor?

Bu yazının taslağı, yazıldığında, 1 ABD Doları 8340 Türk Lirasıydı. Aradan geçen kısacık zamanda, Dolar yüzde 10’luk bir artış sağladı ve 9300’lere fırladı. Belki yazı size ulaştığında, 9500’ü bile bulacak. Onca yıldır, ezbere biliyoruz: “TL iner, Dolar çıkar.”

TL’ye karşı, birçok ülkenin parası için de durum pek farklı değil.

Oysa, zaman şeridinin biraz gerisine gidince, bize bugün garip gelen bir gerçek bizi karşılıyor. Biraz şaşırarak, bir zamanlar TL’nin Dolardan daha değerli olduğunu öğreniyoruz. 1920’lerde böyle bir tabloyla başlayan film, zaman geçtikçe, Doların TL üzerindeki ezici üstünlüğü ile sürüp gidiyor. Yetmiş yıldan beri, Dolar çıkıyor, TL iniyor.

Neden böyle oluyor?

İktisatçı olsak, herhalde bir dizi sebep sıralardık. “Ulusların karşılaştırmalı üstünlüğü,” “uluslararası para piyasasında ABD’nin ağırlığı,” “ithalat-ihracat dengesinde ihracat aleyhine bozulan trend”, “dışa bağımlılık,” “ödemeler dengesinde açıklık,” vs. Ne var ki, iktisatçı değiliz; o yüzden böylesi “uzmanlık işi” analizler üretmek bizim işimiz değil. Bu analizlerden hareketle, hani o “palyatif” dedikleri, “kötü gidişe dur diyemeyen arızî teklifler” sıralamak da.

İnsan olarak asıl işimiz mümin olmak. O sebepten, bu yetmiş yıllık hikâyeye de o nazarla bakacak olduk. Her hadisede “kaderin bir cilvesi ve dersi” var idiyse, bu hadisede de vardı. Acaba neydi?

Bu açıdan bakınca, hayli “yüzeysel” bir yorum doğdu dünyamıza. “Yüzey”sel; çünkü önümüze TL ile Doları koyduk ve şunu gördük: Birinde Allah yazıyor, diğerinde yazmıyordu. Dolarda “We Trust in God” yazıyor, TL’de yazmıyordu. Doları basan ABD “Allah’a inanıp güvenir” iken, TC’nin böyle bir tasası yoktu anlaşılan. Keza, TL’de de, Dolar’da bulunmayan birşey vardı. TL, hal diliyle “önüm arkam, sağım solum Atatürk” diyordu bize. O ki, Hz. Peygamberin “Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir” hadisine I. İktisat Kongresinde savaş ilan etmişti. “Bu devre hitam vermeliyiz” demişti. “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” da demişti. “Biz ilhamımızı gökten ve gaipten almıyoruz” diyen; “Natür (tabiat) insanı türetti, kendini ona taptırdı da” diye hükmeden de oydu.

Ve her biri “Allah’a İnanıyoruz”u söyleyen Dolar her geçen gün yükselirken, TL değer kaybına devam ediyor...

Acaba bu sırdan olmasın?

Bu ANILAR fotoğrafta kalacak

Kışın soğuğu ile yaktığı günlerdi. Üstelik, ortada, “yılbaşı”nda yaşanan hallerin kasveti vardı. “Manevî hava” bozulunca “maddî hava”yı da kasavet, is, pus, sis bürümüştü. O günlerde, İstanbullular “nostaljik” bir duyuruyla karşılaştılar. Otobüs durakları ve sair ilan yerleri, çarşaf çarşaf duyurularla “anılar”daki bir fotoğrafı sergiliyor ve şunu yazıyordu: “Bu fotoğraflar anılarda kalmayacak”

Hangi fotoğraflar?

Her tarafı saran o eskiden kalma fotoğraf, “fotoğraflar”dan kasdın ne olduğunu ayan-beyan gözler önüne seriyordu. Sene 1930’lardı. Veya 40’lardı. Bir kayıkta birkaç yarı-çıplak erkek kayık sefası yapıyor ve aynı yere bakıyordu. Gözlerimizi onların baktığı yere çevirdiğimizde ise, sahilden denize atlamakta olan yarı çıplak bir genç kızı görüyorduk. Fotoğrafın yanına iliştirdiği sözle, “İstanbul’da yine böyle deniz sefaları yapacaksınız” diyordu “halkçı” belediye. Dolaylı biçimde, 30’lu yılların “iz”cisi olduğunu da ima ederek, o günlerin hasretlisi güruha seçimler için bir işaret yolluyordu.

Bunu kaç kişi anladı, önemsedi, bilmiyoruz. Bunu seçimler gösterecek. Ama çok kişinin kesinlikle anladığı birşey var: “Eskiden İstanbul’un deniz suyu çok temizmiş.”

Öyleymiş. Yıllar, dahası yüzyıllar boyu bu temizlik sürmüş. Kadınlı-erkekli denize dalınmadığı; “deniz hamamı” veya “plaj” gibi kelimelerin hayatlara alınmadığı yüzyıllar boyu, Boğaz’ın veya Marmara’nın temiz suyuna bakıp ruhlarını seyretmiş nice insan. O su, nice insan için tefekkürün ve şükrün konusu olagelmiş.

Sonra, adı ve kahramanları belli bir kasırga bu toprakları sardığında, denize de bir haller olmuş. “Asrî hayat”ı inceden inceye yaşamaya girişen Ahmet İhsan’lar, Hasan Fehim’ler, Ayşe Saliha’lar, Müveddet Tahsin’ler, fotoğrafın çekildiği tarihlerde, birilerine “izindeyiz” deyip kalp ve fıtratlarını izine ayırarak, beraberce, yarı-çıplak Boğaz’ın sularına dalmışlar. Bedenleriyle birlikte, ruhları ve duyguları da “boğaz”lanmış.

Sonuçta, Allah’ın şükür ve tefekkür için verdiği deniz, onyıllar boyu Allah’ın istemediği şeyler için kullanılınca, İstanbulluya küsmüş.

İstanbul’un “halkçı” belediyesi, bir ay boyu, aslında bunu belgeledi duraklarda. O temiz, ter temiz, altındaki altın rengi kumlar ile rengârenk çakıl taşlarının, su üstünden bile seyri doyumsuz balıkların, güneşin cilveli aksinin yuvası olan güzelim bir denizin ne zaman ve ne sebeple kirlenmeye başladığını belgeledi. Kirlenen bizdik; o yüzden kirleten de biz olduk. Bugün, bir diğer belediye ilanında sergilendiği gibi çöpler, tahta kırıkları, pet şişeler, meyve suyu kutuları, koliler, koli basilleri, bakteriler, virüsler yüzüyorsa Marmara’da, sayemizde yüzüyor.

Ve, görünen o ki, onların yüzmesine neden fetva verdiğimizi çözüp, verileni Veren için, Veren adına kullanmadıkça, İstanbullu ve belediyesi çoook bekleyecek. Bu fotoğraflar anılarda; o anılar ise bu fotoğraflarda kalacak…

SORMADAN edemedik

TC laik bir devlettir, diye biliyoruz. Laik devletin “din ile devleti ayırdığı”nı da. Dolayısıyla, “kutsal”la olan bağı kestiğini de. Peki, neden vergi dairelerinde “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” diye yazıyor acaba?

Vesaire VESAİRE

“Aydınlatmak için değil, aydınlanmak için yan!”
—Cemil Meriç’ten aydınlık bir öneri

“Eğer geçmiş bugünün şahidi olabilseydi, modern dünyadaki geçim vasıtalarını görerek, ‘İnsan bunun için mi yaratıldı?’ diye bağıracaktı.”
—Martin Lings çağdaş hayatı sorguluyor

“Yolu görmeden, yolculuk edilmez”
—Feridüddîn Attar

“Öyle bir Avrupa ki, harcadığı bütün çabalar sonucunda insanlığın güçlü ve yeni silahlarını husule getirmiş, ama sonunda acı acı haykıran derin bir manevî yalnızlıktan içeri yuvarlanmıştır. Çünkü bütün dünyayı ele geçirmiş, ama karşılığında ruhunu elden çıkarmıştır.”
—Hermann Hesse

“Türk aydını Tanrıdan vazgeçer, milliyetçilikten vazgeçmez.”
—“Agnostik” aydın İskender Savaşır, haksız değil galiba.

“Büyüklenen zenginden çekin; zira, lâğım doldukça daha pis kokar.”
—Ünlü edip Nâsır-ı Hüsrev’in padişaha sunduğu bu öğüt bize de bakıyor mu?

“Herşeyde ilâhî ilmin izlerini görmek mümkün olduğu halde, insanların çoğu yalnız kendi akıllarına güvenirler.”
—T.S. Eliot’tan

“Bütün çiçekler ve çekirdekler bir sidretü’l-münteha çizgisi çiziyorlar.”
—İsmi bilinsin istemeyen çiçek-misal bir insandan.

“Dışımızda, uzaklarda olanlar beni ilgilendirmez diyoruz. Oysa, bir tek yaprak bile, bizi herhangi bir şekilde etkilemeden düşmüyor.”
—Leo Buscaglia

“Yeşil her yaprak, Allah’ın kudretini anlatan bir defterdir. Onların hepsinden de gafil olursan, yazık doğrusu.”
— Şiraz bülbülü Hâfız, Peygamber gülünüü koklayıp, yine kendinden geçmiş


İzmir otogarına Setra’lar gelmiş, AMA…
Bir kış sabahıydı. İzmir otogarıydı. Saatler boyu süren yolculukla uyuşan bedenlerdi. Kıştan beklenen ama İzmir’den beklenmeyen ayazlardı. Bu son mola yerinde, üşümüş ve titrek bedenimizle, kapalı bir yere sığınmıştık. İşte oracıkta, o titreten soğuğu bizim gibi beş-on dakika değil; günler, haftalar boyu yaşayan sûretler tanıdı gözlerimiz. Biri, yeni uyandığı belli, aç midesiyle, manavın, sütçünün, kebapçının önünde merhamete acıkmış gözlerle bakıyor; bir diğeri sözümona uyumayı hâlâ sürdürüyordu. Yer betondu; soğuktu, sertti. Üstüne yatak niyetine kutu parçaları dizilmişti. Onun üstünde üşüyen bir insan, onun da üstünde tüyleri dökülmüş, eski ve yırtık bir battaniye vardı. Yıl 1993’tü; 2000’e yedi vardı; saat yediyi geçiyordu; adam üşümeden uyumak istiyordu.
O tabloyu tekrar tekrar seyrettik. Her keresinde, sıcak bir ev ile, rahat bir odadan başlayarak, o insanın ancak hayalini kurduğu, şükredilesi ne kadar hali şükürsüzce geçiriyor olduğumuzu düşündük. O düşünceyle dolaşırken, az ötede, bir duvar yazısına çarpıldık. Hani o hemen her “resmî” yerde, “Ben sporcunun…” kabilinden sözleri yazılan zâtın kabartma panosu vardı ve altında şu yazıyordu:
“Ulaştırma sistemleri bir memlekete refah ve uygarlık getiren kutsal bir meş’aledir. Kemal Atatürk.”
Dudağımızda acı bir tebessüm belirdi o an. “Memleket”e refah getirecek ulaşım sistemleri, bunu henüz otogara dahi getirmiş değildi. Sene 1993’tü. Bu tablo, o sözü yanlışlıyor olmalıydı.
Zira, teknoloji, bizatihî bir değer taşıyor değildi. Aslolan, insanı insanî değerlere götüren “teknik”lerdi; zorda kalana yardımı kulluk vazifesi diye belleten imanî ölçülerdi. Gerçek refah ve uygarlık öyle gelirdi ancak. Doğrudan teknolojiye bel bağlamanın anlamsızlığı ise, iki katlılar ile Setra’ların cirit attığı İzmir otogarında, betonda yatan yoksulların varlığıyla doğrulanıyordu.
  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut