Arşiv

CENGİZ ÇANDAR:

“TC yol ayrımında”

Yıllar önce Büyük Doğu mecmuasında anlamlı bir yazı yayınlanır. Başlık: “Lozan’ın İçyüzü.” Yazıda, Lozan’da dönen bazı gizli pazarlıklar anlatılmaktadır. Buna göre, Batı ülkeleri, TC’nin kuruluşuna göz yummaya niyetli görünmektedirler; ama “küçük bir rica”ları vardır: “İslâmla alâkanızı kesin.” Dergiye göre, bu konuda İsmet İnönü ile Mustafa Kemal hemfikirdirler; ve bu fikir Batılı temsilcilere iletilir. Sonuçta Lozan Anlaşması imzalanır ve TC kurulur. Resmî tarihe göre Sevr’in mirası ortadan kalkmış; Büyük Doğu’ya göre ise, bu miras sinsice uygulanmaya başlanmıştır.

Yıllar boyu arşivlerin anlaşılmaz gizliliği içinde kesinliğe ulaşamayan bu iddialar, yakınlarda yeni bir bir boyut kazandı. Aralık ayı başında düzenlenen “Stratejik Öncelikler” sempozyumunda konuşan gazeteci Cengiz Çandar, bir ara “Batı TC’nin kuruluşuna üç şartla izin vermiştir” deyiverdi: “1. Osmanlı mirasının reddi, 2. Üniter ulusal laik devlet, 3. Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlara kapalılık.” Çandar’ın belirttiğine göre, Türkiye yetmiş yıldır bu çemberin içindeydi; zaman zaman dışarı çıkma çabası gösterse de “statüko” buna izin vermemişti. Körfez krizini bu noktada kilit önem taşıyan bir gelişme olarak gören Çandar, şu sonuca varıyordu: “Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışı ne idiyse artık öyle kalamaz; çünkü statüko değişmiştir.”

Bunun Türkiye için anlamı ise şuradaydı: “Türkiye Cumhuriyetine temel siyasî davranış normlarını empoze eden köşe taşları yerinden oynamıştır. Dolayısıyla eski yaklaşım ve kavramlar terkedilip, dönemin özelliklerine cevap veren yeni politikalar üretilmelidir.”

MELİK FIRAT:

“Kürt meselesi” nasıl başladı?

“Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce, üzerinde birlikte yaşanan bir ülke vardı. Bu ülkenin ‘Türkler’in ülkesi’ olma gibi bir vasfı yoktu. Türkleri ve Kürtleri birbirine bağlayan tarihî bağlar ve dinimiz vardı. Osmanlı zamanında, ülkenin Türk ülkesi olduğu şeklinde oluşmuş resmî ya da yaygın kabul görmüş bir politika yoktu. Meşrutiyet meclislerinde tüm milletlerden temsilciler göğüslerini gere gere görev yaparlardı.”

Aktüel’in 22. sayısına biraz özlem, biraz da esefle bunları söyleyen DYP Erzurum Milletvekili Melik Fırat, bu sözlerin akabinde manidar bir soru soruyor: “Ne oldu da bu birlik anlayışı bozuldu?” Cevabı kendisinden dinleyelim:

“Çünkü, Lozan’dan da sonra yeni kurulan devlet, elbette ki Avrupa’daki milliyetçilik cereyanının da etkisiyle, kendine ulusal bir kimlik biçti ve ‘Türk devleti,’ ‘Türk ülkesi’ şeklinde bir siyaseti hakim kılma yolunu seçti. Oysa gerçek bu değildi. Bu siyaset sonucu, aynı zamanda ve ikinci olarak, hilafetin de kaldırılmasıyla, din kardeşliği toplumundan ırk kardeşliği toplumu anlayışına geçilmiş oldu. O zaman Kürtler kendi kendilerine sordular: Bizi bir arada tutan nedir?”

KEMALİZM:

“Hoş gidişler ola…”

“Sovyetler yıkıldı, ama kim kaldı biliyor musunuz? Küba, Kuzey Kore ve Türkiye.”

Bir işadamının, İshak Alaton’un bu tesbitleri, Nokta’yı hayli rahatsız etmiş olmalı ki, Ocak sayılarında, Kemalizm’e dair uzun bir tartışma başlattı. Bu tartışma esnasında beliren ana fikir, M. Kemal’in öngördüğü devlet anlayışının demokratik değil, totaliter olduğuydu. Sancıları bugün dahi süren kimi gelişmelerin özü de, işte bu totaliter uygulamalarda yatıyordu. Meselâ, inanan kesimin baskı altına alınması, Kürt meselesi, mezhep ayrımcılığı gibi sıkıntılar, dergiye konuşan gazeteci Mehmet Altan’a göre, Kemalizm’in günahıydı. “Son yıllarda meydana gelen değişimler” diyordu yazar, “1923’ün topluma dayatarak kabul ettiği vitrini, devletin resmî görüşünü, yani Kemalizmi tuzla buz ediyor.”

Konuyla ilgili olarak birçok gazeteci, yazar, işadamı ve milletvekil ile görüşen Nokta’nın yorumu ise şuydu: “Herkes, tek parti döneminde tüm yoğunluğuyla topluma sunulan Altı Ok ve Kemalizm’in hatalı yönlerinin çoğunlukta olduğu görüşünde birleşiyor.”

İstikbâl İslâmın, ama nasıl?

Birileri “İstikbal İslâmın olacaktır”ı “Biz hâkim olacağız” diye anlayadursun, başka birileri aradaki farkı düşünüyor olmalı. İÜ Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Hüseyin Hatemi, ikincilerden. Köprü dergisinin yaptığı mülâ-katta, söz bu noktaya gelince, “Kur’ân eğer ‘Bütün dinlere üst olmak üzere gönderilmiştir’ buyurmuşsa, demek ki İslâmın değer sistemi yeryüzüne hakim olacaktır” diyor. “Ama bu bir kral, bir melik, bir emir yeryüzüne hâkim olacak demek değildir. İslâmın değer yargıları, adalet, fazilet, hukuk devleti yeryüzüne hakim olacaktır demektir.”

“Artık ne kadar çok televizyon izlerseniz, gerçeklerden o kadar uzaklaşıyorsunuz.”
—Alain Gresh
Le Monde Diplomatique yazarı

“Sadece müzikten anlayan, müziği de anlayamaz.”
—Hans Eisler
(Laf aramızda, iyi müzisyenmiş!)

“Zaman zaman mutluluklarla
geçse de, hayat bir trajedidir.
Sonu hep aynı
karanlık çukur: ölüm…”
—Bernard Malamud
reklamı yapılan
imansız hayatların içyüzünü sergiliyor.

Sağlık Bakanına Tebrikler

Mâlum, son senelerde Türkiye pek çok şeyler becerdi. Epeyce çağdaşlaştı. Hattâ çağ atladı. Bu arada ayağı takılanlar da oldu. Düştüler. Düşenin dostunun olmadığı bir çağdı bizimkisi, üstlerine bastık. Parası yoksa süründürdük. Hastane kapısında beklettik. İçeri girdiyse rehin aldık. Çokları, tedavi olamadan öldüler. Ne de olsa, çağdaştık artık. Halife Ömer’in (ra) “Dicle kenarında bir kuzunun ayağı incinse, adl-i ilahî onu Ömer’den sorar” sözüyle dile getirdiği anlayıştan tam 1400 sene ileriydik!

Yeni Sağlık Bakanı Dr. Yıldırım Aktuna, en azından sağlık konusunda, ANAP usulü çağdaşlık yerine, Hz. Ömer’den yana tavır koymuş gibi gözüküyor. Yoğun eleştirilere konu olan, hastanelerin gelirini rekor düzeyde düşürdüğü ileri sürülen, suiistimal edildiği ve bu yüzden kaldırılması gerektiği söylenen parasız tedavi konusunda, tüm bu iddiaları dile getiren Aktüel’e şu cevabı veriyor:

“İnsan yaşamını parayla ölçemem. Hastane kapısında belgelendirme işlemini beklerken bir tek insan dahi ölse, bunun karşılığını ben parayla tartamam. Biz böyle bir anlayıştayız. ANAP zamanında insan yaşamı parayla ölçüldü.”

“Zamanım
zamansızlıktır, mekânım mekânsızlıktır;
ölüşüm,
dirilişimdir.”
—Mevlânâ
Ölümü için niye
“düğün günü” demiş?

KEMAL KARPAT: “Dinin özü hürriyettir”

Kemalist rejimin bir kırılmayı, bir “kopuş”u mu temsil ettiği; yoksa bazı eski hallerin başkalaşmış bir devamı mı olduğu, özellikle sosyal bilimler çevrelerinde hâlâ tartışma konusu. Ve, ABD’deki Wisconsin Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Kemal Karpat, ikinci görüşe sahip olanlar arasında bulunuyor.

Türkiye Günlüğü’nün Kış-92 sayısında yayınlanan mektubunda, Prof. Karpat, Osmanlı’da devletin dini kullandığı iddiasını serdettikten sonra, şunları söylüyor: “Cumhuriyet devrinde, aynı devlet yetiştirdiği kadrolarla kendi ideolojisini, yani laikliği yaymaya çalışmıştır ki, bu da düşünceyi kontrol altına almak demektir. Pozitivizmi sözde ilim adı altında öne süren devlet, aslında pozitivizmi dine karşı bir ideoloji olarak kullanmıştır. Böylece devletin dini kendi ihtiyacına göre kullanma geleneği değişik bir isim altında devam etmiştir.”

Prof. Karpat, laikliğin demokrasinin teminatı olduğu yolundaki beylik tezi de eleştiriyor ve “Türkiye’-de laikliğin amaçlarından biri,” diyor, “aslında hür düşüncenin ana kaynağı olan dini kontrol altına almak ve dolayısıyla hür düşüncenin kendisine vereceği zararı önlemekti.” Karpat’a göre, laiklik değil, din hürriyetin teminatı. “Dinin en gerçek yönü hürriyettir, kişinin iç hürriyetidir. Hakikî dini tam mânâsı ile serbest düşünceden ayırt etmek imkânsızdır.” Delil gerekirse:

“İslâm toplumunun altın çağı olan hicrî dördüncü yüzyıl sonuna kadar olan süre, aynı zamanda serbest düşüncenin hâkim olduğu bir zamana tekabül eder.”

“Mucizeleri cebire hapsediyorsunuz.”
—Andrei Tarkovski
Ünlü Rus yönetmen, çağdaş bilimi sorguluyor.

“İnkârın kazancı, kandırdıklarıdır. Ama kandırdıklarına kazandıracağı birşeyi yoktur.”
—Sedat Turan
Zafer’de hakikatlı bir kelime oyunu sunmuş.

“Gerçeğin en büyük dostu zaman, en büyük düşmanı tarafgirlik, en sadık arkadaşı da tevazudur.”

—C.C. Colton

Gerçekçilereduyurulur!>

GÜNEYDOĞU:

“Mesele ekonomik değil”

Güneydoğuda yaşanan olaylar, uzun lâfa pek hacet bırakmıyor. Hadise ortada. Ama, bu ha disenin kökeninde neler yattığı konusunda, rivayetler muhtelif. Belirtildiğine göre, “sorun, aslında ekonomik.” Yani, yöre ihmal edilmiş; yatırım yapılmamış. Lâkin, raporlar başka türlü söylüyor.

DPT’nin raporlarına göre, tersine, Türkiye batıdan aldığını güneydoğuya yatırıyor. Devlet, Türkiye genelinde, halktan aldığı her yüz liraya karşılık, geriye 57 lira verirken; güneydoğuda 163 lira veriyor. 1988’de, rakamlar daha bir değişmiş: Türkiye genelinde, yüz liraya karşılık 44 lira; Doğu ve Güneydoğuya 252 lira. Yapılan yatırımlar bakımından ise, yine Güneydoğu, Marmara dışındaki tüm bölgelerden daha önde bulunuyor.”

Bu rakamlar “sorun ekonomik değil” dediğine göre, sormak gerekiyor: Öyleyse, mesele nereden çıkıyor?

Aytmatov’un püf noktası

Elveda Gülsarı, Gün Uzar Yüzyıl Olur gibi romanlarıyla ülkemizde de büyük ün kazanan Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, Dergâh’ın Şubat sayısında insanın “iki dünya”sından bahsediyor. “Birincisi, yaşadığı, yediği, içtiği, gezdiği, uyuduğu, günlük hayat” dedikten sonra, onu çepeçevre saran “ikincisi”ni “şimşeğin çaktığı zamanki görüntü,” “bulutların arasından güneşin çıkması,” “şimal yelinin insanın yüzüne dokunup da gitmesi gibi” ifadelerle açıklamaya çalışıyor. Son olarak şöyle diyor:

“Bunu insanın duyması, hissetmesi gerek. Biz bu manevî dünyamızdan, onun bıraktığı tesirlerden yararlanıyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun, Afrika’da, Amerika’da olsun, hepsinde bu manevî dünya vardır. Püf noktası, o ortak noktayı yakalamaktır.”

mutluluk nerede?

Sorbonne Üniversitesi felsefe profesörü Andre Comte-Sponville, 7 Ocak tarihli Hürriyet’e günümüz medeniyetini bir “boş vakitler uygarlığı” olarak tanımlıyor. Bu boş vakitler için ise, gerek Batıda, gerek Üçüncü Dünyada, gerek tüm dünyada milyonlarca insanın emeğinin heba edildiğinden, üstelik çevrenin de tahrip edilişinden dem vuruyor. Bunu ise, Batının parlaklığının “bir güç fenomeninden kaynaklanıyor” olmasına bağlıyor.

Sponville, mülâkatın bir yerinde, ülkemizde birilerinin önderi olmakla övündüğü “tüketim ekonomisi”ne de paragraf açıyordu. “Tüketim insanın doğasındadır, ama tüketim toplumu ise çok farklı bir olay” diyen Sponville, gerisini şöyle tamamlıyor:

“Burada tüketim, hayatın hizmetinde değil, hayat tüketimin hizmetinde Tüketim yarışına girerek, kendimize mutluluğu yasaklıyoruz. Mutsuzluğa mahkûmuz, zira tüketimi yakalama şansımız yok. Hayatımız hep başka şeyleri arzulamakla geçiyor.

Tatil, emeklilik rüyaları, sonra da ‘Ah, gençliğimiz nerede?’ yakınmalarıyla. Ebedî esefler içinde. Oysa mutluluk, araba veya buzdolabı gibi maddî mallar arayışında değildir.”

Fıtrat yalan söylemez

“Hani hepimiz lafa gelince monogami aleyhine atıp tutuyoruz, ama bu iş lafla, beyanatla filan olmuyor.”

Sinema sanatçısı Müjde Ar kendisiyle yapılan bir mülâkatta, o çevrelerin meşhur konusu “evlilik”ten söz açıldığında böyle diyor Aktüel’e. Sık sık yazılıp söylenenin aksine, kadının da, erkeğin de bir eşe bağlanmasının, ona sadık kalmasının önemine değiniyor. “Pratiğe baktığımda, ben kendimi oldukça alaturka, bir kadın olarak görüyorum” diyor. Dinî endişeler filan taşıdığı için mi? Hayır. “Katı ahlâkçı olduğumdan filan değil, içimden öyle geliyor.”

Bu ifadelerin tasdik ettiği gerçek galiba şu: Fıtratın gereği ile dinin emri, “sadakat” konusunda da örtüşüyor.

Ders kitaplarına dikkat!

Siz hiç çocuğunuzun gittiği okulda okuduğu ders kitaplarını incelediniz mi bilmeyiz, ama bir baba incelemiş ve hafiften ürperir olmuş. Okuduğu iki “ders” kitabı, şunları yazıyormuş:

“........ Devlet haline gelindikten sonra, başa geçen hükümdar iç karışıklıkları ve parçalanmayı önlemek için, tahta ortak olabilecek kardeşlerini ortadan kaldırmaya başladı. Belki bir-iki kişi canından oldu, ama daha önceki Türk devletlerinde görülen kaçınılmaz iç kavgalar önlendi.” (Ortaokullar İçin Vatandaşlık Bilgileri 3)

“Atatürk (........) yersiz acıma gücünü kontrol etmesini bilirdi.” (Lise 3 Sosyoloji.)

Çocuğum okusun da iyi bir insan olsun isteyen ana-babalara önemle duyurulur.

İki arada bir derede

“Çok uzun zamandan beri ilk defa geçen gün,” yazar Ahmet Altan, ormanda atla dolaşmış. “Kurşunî bir gökyüzünün altında orman sessiz ve sakin”miş. Ağaçları, toprağı, kuşları ta içinde hissetmiş. Tüm bunlardan sonra, şu her gün yaşadığımız modern hayata dönmüş ve şunu yazmış:

“Hayatı, vurulmuş bir aslan postunu doldurur gibi küçük yalanlarla, sahtekârlıklarla, gelip geçici politik hırslarla, dalkavukluklarla doldurmayı sürekli ‘manalı’ bulmanın pek akıllıca olmadığını seziyorum”

Altan, gezdiği ormanda ise hayatın manasını bulur gibi olmuş, ve “Bunlara bakıp hayatın ‘manasız’ olduğuna inanmak, hep aynı manasızlığı hissederek acı çekmek akıllıca değil, bunu da biliyorum” demiş.

Sonuç? Şimdilik tam bir ikilem: “Hayatı çok manasız bulmuyorum. Çok manalı da bulmuyorum ama..”

En azından çoğu kişinin “hayatın anlamı” dediği pek çok dünyevîliğin anlamsızlığını olsun görebilen Ahmet Altan, hayatın gerçek anlamına dair gerçek bir ipucu bulabilir mi, ve de bulmak istiyor mu, bilmiyoruz. Ama dileriz bulsun.

PAPA: “…Sıra kapitalizmde.”

Kimi eski tüfekleri “asıl şimdi” diyedursun, komünizmin çöküşünü cümle âlem duydu gibi. Birileri ise, fırsat bu fırsat deyip, “kapitalizmin fazileti”nden dem vurmaya başladılar. Bu hengâmda, Papa II. John Paul, beklenmedik birşeyler söyleyiverdi: “Komünizm devrildi, şimdi sıra kapitalizmi değiştirmekte. Artık tehlike Doğu blokundan değil, Batı blokundan gelebilir. Bu nedenle, yeni ve namuslu bir sosyal doktrini hemen günlük hayata empoze etmeliyiz.”

“Totaliter sistem, dine inanmayan komünist sistem çökmüştür” tesbitinin sahibi Papa II. John Paul, hemen ardından eklemeyi unutmuyor: “Bu çöken sistemin yerine kapitalizmi düşünmek, daha büyük bir çılgınlık olur.”

“Bir bakıma herşey boş, aptalca belki/Ama herşey korkunç anlamlı ve korkunç güzel bir bakıma.”
—Solcu şair Ataol
Behramoğlu, vahiyden uzaklığın getirdiği
kararsızlığı dökmüş
satırlara.

“Tebessümü yüzlerinde maske gibi taşıyan sunucular…”
—Bir dergiden
“iletişim” ikiyüzlülüğü için, nefis bir
tanımlama…

NUR VERGİN: “İslâm = Demokrasi”

“İslâmiyetin Batı tipi demokrasilere kapalı olduğuna dair birtakım savlar var. Bence bu savlar tamamen mesnetsiz savlardır.”

Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset sosyologu Prof. Dr. Nur Vergin, Kitap Dergisi’nde yer alan mülâkatında böyle diyor, ve ardından “çünkü”sünü getiriyor. Ünlü siyaset felsefecisi Isaiah Berlin’e dayanarak, demokrasinin özünün insanı hedeflediğini, “En üstün değer, insandır” tezine dayandığını söylüyor. İslâmın da insanı en şerefli mahlûk olarak gördüğüne işaret ediyor. Ona göre, “İnsanı bu kadar ön plana çıkaran bir fikir, demokrasinin zaten ta kendisidir. Demokrasi de başka birşey söylemiyor.” Sözgelimi, “İnsan hakları demokrasinin vazgeçilmez unsurudur. İslâmiyetin de vazgeçilmez unsurudur.”

Elbette, söz İslâm ve demokrasiden açılınca, hemencecik beylik bir soru tekrar ortaya atılıyor: “Demokraside hakimiyet milletindir. Halbuki Hakîmiyet Allah’ındır. O halde.” Prof. Vergin’in cevabı, galiba hayli öğretici: “Bunu, eğer biraz daha İslâmiyete bakarsak, şöyle yorumlarız: Biliyoruz ki, İslâmiyette küllî irade ve cüz’î irade ayırımı var. Siyasal sistem olarak biz ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ dersek, bu küllî iradenin ve dolayısıyla küllî egemenliğin Allah’a ait olduğunu inkâr etmiş olmayız. Evet, küllî irade Allah’ındır şüphesiz. Ama Allah bana bir de cüz’î irade tanımıştır.”

Bir estetikçiden notlar

“Daha öğrenciyken, vücudun ne mükemmel bir mekanizma olduğunu, bir parçası olmadan öbürünün ne zor işlediğini, o minik civataların yaylarının nasıl birbiriyle korkunç bir âhenk içerisinde ortaya konulduğunu anlıyorsunuz. Allah çok mükemmel yaratmış.”

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi, 35 yıldır estekik cerrahı olarak görev yapan Prof. Dr. Güler Gürsu, 9 Şubat tarihli Hürriyet’e böyle diyor. Ardından, öğrencilerine meselâ “el”in kıymetini bilmeyi öğrettiğine değiniyor. “El, vincin kepçesi gibidir, ama vinci işleten bir mekanizma var. Omuz, dirsek, bilek eklemi olmazsa, bu harikulâde kepçe çalışmaz” diyor.

Takip eden cümle, orasını-burasını beğenmeyip kendisine gelenlere “dokundurma” kabilinden: “İşte bunun bilincine varırsak, belki daha mutlu, daha dikkatli oluruz.” Üstelik, “bu mükemmel mekanizmanın bir de bakım servisi var. Yoksa çocuklukta ölür giderdik. Bunu da yine o mükemmel yaradılışın bir parçası olarak görüyorum.”

Dr. Gürsu’nun hayat anlayışı da dikkate değer: “Ben sadece doğup, yaşayıp, ölmek için bu dünyaya gelmiş bir insan değilim. Belirli şeyler yapmakla görevlendirildim ve bunları yapacak yeteneklerim var.” Meselâ mı? “Allah bana bu beyini vermiş; öğrenebiliyorum. Bir kalb vermiş; hissedebiliyorum. Benim gördüğümü, hissettiğimi herkes görüyor ve hissediyor, ama benim yaptığım sentezi yapmıyorlar. Tanrının bana verdiği beyni, eli, ben böyle kullanmayabilirdim. İnsana hizmet ettiğim için işimi keyifle yapıyorum. Ve her gece yattığımda Allah’a teşekkür ediyor, yapamadıklarım için kendimi kınıyorum.”

“Kilisesiz yaşanabilir belki, ama dinsiz asla...”
—E. F. SCHUMACHER

Şekilci olmayanlar bıyığa karşı

Önce şalvar ve entariye göz koyduk; kaldırdık. Sıra cübbeye geldi; attık. Sarığa geldi, çıkardık. Sakala geldi, kestik. Ama yine “Avrupalı” olamadık. Zira, bıyıkları unutmuştuk. Ve şimdilerde, kuklaları belli, kuklacısı gizli oyunun “bıyığa karşı topyekûn savaş” başlıklı son perdesi oynanıyor. Bir yanda bıyığı değil, ama gereğinde yolsuzluğu çağdaşlığa sığdıran kimi firmalar “bıyıksız personel” seferberliği başlatırken, övülmek isteyen politikacılar ile sivrilmek isteyen yazarlar bıyık kesiyorlar.

Bu amansız mücadele, daha önce mücadelesi yapılan benzer şeyler gibi bıyığın da “sünnet” oluşundan mı kaynaklanıyor, açıklık kazanmadı. Ama, bıyığını kesen kimi yazarların biraz fazla açıldığı gözleniyor. Onlardan biri, Nokta’dan Reha Muhtar AT’a girmenin yolunu, 23 Şubat tarihli dergide şöyle yazıverdi meselâ: “Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in bıyığını kesmesi!

“Şekilciliğe karşıyım” diyen “bay ileri”lerin bıyığa bu denli “takmasını” anlamak mümkün değil. Ama millete pek birşey anlatamamışlar gibi gözüküyor. Çünkü, bizim millet, ikiyüzlülüğü sevmediği için galiba, onları pek umursamıyor. Allah’ın verdiği bıyığı, bıyık düşmanlarından esirgemiyor.

“Hayat kısa, günler uzun.”
—Goethe’den bir çelişkinin nefis özeti. Hem ömrün kısalığından yakınıyor, hem günümüzü nasıl geçireceğiz diye sıkılıyoruz.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut