BOSNA-HERSEK İZLENİMLERİ- V
Onurun başşehri Sarajevo

Mona İslam

GEZİMİZİN SON durağına; baş eğdirilememiş, köleleştirilememiş, Allah’ın inayetinin indiği şehre Sarajevo’ya giriyoruz. Havaalanından şehre doğru uzanan yolda bir tramvay hattı gözüme ilişiyor. Bu Avrupa’nın en eski tramvay hatlarından biri. Yol bizi Sarajevo’ya götürmeden, yoldan taşraya doğru sapıyoruz. Burada görmemiz gereken bir yer var: “Tünel.”

Sarajevo kuşatıldığında, bu tünel şehrin hayatını kurtarmış. Sırp kuvvetleri dağların çevrelediği bu kentin tüm yamaçlarını tutmuşlar. Sniper’larla ateş edip havaalanı bölgesinden şehre silah, yiyecek, sağlık malzemesi gelmesini engelliyorlarmış. Bir tünel fikri düşünülmüş, ve yaşlı bir teyze askerlere bahçesinden tünel kazma izni vermiş. Elma, armut, böğürtlen dolu bu bahçeye giriyoruz, teyze ile sohbet ediyoruz. Savaş sonrası bir Türk gelip teyzeye torununu okutmak için Ankara’ya götürmek istediğini söylemiş, teyze kabul etmiş, delikanlı okulunu bitirmiş Sarajevo’ya dönmüş. Teyze bizi sevgiyle karşılıyor. Kızım hayatında ilk kez meyveli ağaçlara bu kadar yakın. İzin istiyoruz, elma topluyor, böğürtlen koparıyor. “Burası cennet gibi” diyor.

Tünel 1.60 yüksekliğinde, ancak bir adamın geçebileceği genişlikte, bir kilometre uzunluğunda bir aralık. Demir rayla döşenmiş. Savaş zamanı yiyecek ve silah taşımak için kulanılmış. Sırplar bu tüneli bilmediklerinden Sarajevo halkının açlıktan neden ölmediğini hayret ve şaşkınlıkla merak ediyor, duruma anlam veremiyorlarmış. Tünel isminde bir film izliyoruz . Meraklısının bulabileceği bu film, tünelin inşasını ve kullanımını anlatan bir belgesel niteliğinde. İki taraftan kazılmaya başlanmış tünel; biri şehir merkezinden, biri teyzenin bahçesinden olmak üzere. “Ya iki ucu denk getiremezsek” diye endişe edenlere, Merhum Aliya “O zaman gidiş-geliş iki tünelimiz olur” diye yanıt vermiş. Allah tevafuk ettirmiş de iki ucu birleştirebilmişler. “Bu tünel olmasa şehir düşerdi” diyorlar.

Teyzeye veda edip ayrılıyoruz. Şehrin ilk ve en dış bölümü komünist dönemden kalma lojman tipi binalarla dolu. İçleri 40 metrekare olan bu binalar, kibrit kutusu gibi üst üste. Vizyon yok, estetik yok. Mezar odaları gibi kat kat. Biraz daha yol alınca karşımıza Avusturya dönemi binaları ile bir Avrupa kenti çıkıyor. Mağazalar, popüler markalar buralarda çoğunlukla, park ve bahçeler var. Viyana sokaklarında olduğunu hissettiriyor insana şehrin bu yakası. Şehrin ortasından bir nehir geçiyor. Park ve bahçeler nehrin karşı yakasına sıralanmış. Fatih Camii’ni görüyoruz, nehrin rengi gibi yemyeşil arz-ı endam ediyor. Fatih Camii bir noktayı işaret ediyor ki, o da bize “Osmanlı Saraybosna’sı başladı” dedirtiyor. Hemen caminin karşısında Kahire’deki El Ezher binasının tıpkısı bir Kütüphane binası ile karşılaşıyoruz. Hayret ediyorum. Arkadaşlardan buraları daha iyi bilenler bu tip binaların daha sonraki dönemde Osmanlı etkisini unutturmak maksadı ile Arap mimarisi tarzında yapıldığını söylüyor. İçimden “Olsun” diyorum. “Şehirde Avusturyalıların bir izi var, öyleyse Arapların niye olmasın? Üstelik çok da güzel bir bina ve kütüphane olması da ayrıca hoş.”

Şehir merkezi Bursa’yı andırıyor. Binalar iki ya da üç katlı, eski Türk evleri şeklinde yapılmış. Her biri tertemiz, pembe, sarı, mavi, beyaz boyalı, cumbalı balkonlu. Sokaklarda her boş alana bir mezarlık kondurulmuş. Boşnak mezarlıkları güllerle dolu, beyaz mermer mezartaşları uçları sivriltilmiş biçimde yükselmiş ve üzerlerine El Fatiha ibaresi kazınmış. Aliya İzzetbegoviç’in mezarını ziyaret ediyoruz. Başında gönüllü nöbetçiler nöbet tutuyorlar Aliya’nın. Mezarın sağında ve solunda iki pınar aşağı doğru minik bir dere oluşturup akıyorlar. Su sesi, gül kokusu ve Aliya’nın ruhu. Gözlerimiz doluyor.

Başçarşı’ya doğru iniyoruz. En başta bir ahşap çeşme karşılıyor bizi ve ardından tarihi Başçarşı Camii’ne selam veriyoruz. Camiiin bahçesi güllerle dolu ve insanı davet eden bir koku var. Başları örtülü Boşnak kızlar cami avlusunda yüksekçe bir yerde oturmuş sohbet ediyorlar. Cami öyle namaz kılıp çıkılacak bir yer değil burada, insanın nefsine dahi burada biraz daha oyalanayım havası veriyor Boşnak camileri. Çarşının ortasında bir başka cami ile karşılaşıyoruz. Burada neredeyse her sokakta bir cami var. Sular şadırvandan şakır şakır akıyor. “Musluk yok mu?” diyorum. “Hayır” diyorlar. Bu ülkede her yer su, dolayısıyla çeşmelere musluk yapmıyorlar. Su akıyor ve ruhu iyi gelen bir su sesi sükunetle kuşatıyor bizi.

Caminin tam karşısında bir çay ocağı var. Seviniyoruz. Zira Bosna’da çay bulmak çok zor. Bizim gibi siyah çay içmiyorlar. Çay isteyene de meyve çayı getiriyorlar. Onlar kahve içiyorlar. Bizi de kahveye ihanet etmekle suçluyorlar. “Biz kahveyi sizden öğrendik, ama siz kahveyi terkettiniz” diyorlar. Kahve sanki insan ve terkedilebiliyor. Kahveyi terketmekle onu incitmiş oluyoruz ve kınanıyoruz. Çaylarımızı yudumlarken bir Boşnak dede yerinden kalkıp taburemi gölgeleyen şemsiyeyi düzeltiyor. Yüzüme güneş gelmesin diye yardımcı olmaya çalışıyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme. Sorun değil diyorum, aldırmıyor. “Evine misafir gitsek neler yapar kimbilir?” diyorum. Sokakta bile bir Türk’ü rahat ettirmeye çalıştığına göre…

Boşnaklar kahveyi bakır tepsilerde getiriyorlar. Fincanları kulpsuz ve altında porselenin oturduğu bakır bir altlık var. Yanında da bir bakır cezve geliyor. Burada bakır çok kullanılıyor. İşlemeli, motifli, süslü, kırmızı bu metal çok hoşuma gidiyor, eve de bir tane almak istiyorum. Her bir cezveden iki fincan kahve içebiliyorsunuz ve yanında lokum veya şeker ayrıca geliyor, isteyen istediği kadar şekeri kahvesine kendi ekliyor. Fincanları kulpsuz yapma sebeplerini izah ediyor arkadaşlarımızdan biri. Sırplar üç parmaklarını “Çetnik” işareti için kullanıyorlar. Boşnaklar da onlara muhalefeten bardağı tüm parmaklarını kullanarak alttan tutmayı tercih etmişler. Burada muhalefet kültürü çok gelişmiş. Bir arkadaşımız semaver soruyor ve satıcının öfkesiyle karşılaşıyor. “Sen nasıl Türk’sün, semaveri Ruslar ve Sırplar kullanır. Biz semaver satmayız” diyor.

Yemekleri daha çok et ağırlıklı. Bu kadar yeşil bir memlekette yaşayıp sebze yemediklerine şaşıyoruz. Hersek bölgesinde bile bir zeytinyağlı kültürü yok. Belki de Hırvatlara muhalefeten Akdeniz mutfağına iltifat etmiyorlar diye düşünüyorum. Çevap dedikleri, bizim Tekirdağ köftesine benzer bir köfteleri var. Bir de börekleri meşhur. Burek namı ile anıyorlar, oldukça yağlı ve alışmayanın midesini rahatsız edebiliyor. Yanında bir de yoğurt kaymağına benzeyen birşey sunuyorlar. Bize ev yemekleri ikram edilen Sümeyye Vakfı’nda da dolmalarını tadıyoruz. Biber ve lahana dolması yiyorlar. Salçasız ve acısız oluyor. Zaten salata istediğiniz zaman size getirdikleri enfes bir lahana salataları var. Anlaşılıyor ki lahana çok yeniyor.

Sümeyye Vakfı bir kadın derneği. Başkanı Suada Hanım orta yaşlı tesettürlü bir hanımefendi. Bize Bosna’da dul ve yetimler için yaptıkları çalışmaları anlatıyor. Yetimler için Kur’an ve Arapça kursları, hanımlar için dikiş-nakış ve dil kursları düzenliyorlar. İftarlar veriyor, yetimlere burs dağıtıyorlar. Bulundukları binayı onlara Malezya Konsolosluğu hediye etmiş. “Türk kuruluşlarından da bizim bulunduğumuz kadın ve çocuk hizmeti alanında çalışan bir tek İHH var” diyor Suada Hanım.

Sarajevo çok huzurlu bir kent. Temiz, düzenli, trafik sıkışmıyor. Herkes kibar, kimse bir yere acele etmiyor. Esnaf birbirine saygılı, haksız rekabet yapmıyorlar. Fiyatların belli indirim marjlarına riayet ediliyor. Bir ürünü bir yerde ne fiyata sorduysanız, başka bir yerde de o fiyata buluyorsunuz. Denildiğine göre, burası Avrupa’nın pahalı şehirlerinden biri. Çok fazla turist gelmiyor. Ve çok kazanamıyorlar. Ama herkes halinden memnun görünüyor. Varsın harcadığım Boşnaklara fayda etsin diyor ve alışveriş yapıyorum. Dünyanın bir başka kentinde yaşamak durumunda kalırsam rahatlıkla Sarajevo’da yaşayabileceğimi, kendimi evimde hissedeceğimi hayretle farkediyorum. Bu farkedişle birlikte, herşeyin fani olduğu bu dünyada çok sevdiğim bu şehre de bir gün yine buluşuruz ümidiyle veda etmek zorunda kalıyorum.

  30.07.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut