Arşiv

 Materyalist “Bilim” Pozitif mi?

FİZİKSEL OLGULARIN bilimsel terimlerle anlaşılabileceği şeklinde yerleşik bir kanaat vardır. Bilimin insanın gelecekteki olayları tahmin etmesini, çevresini kontrol etmesini ya da çok çeşitli olayları açıklamasını sağlayacak bilgiler ürettiği varsayılır. Bilimsel bilgi her nerede kullanılıyorsa, bu iddia muhakkak tekrarlanır.

Meselenin özü şu sorunun cevabında yatar: Bilgi bilimsel sonuçlarla oluşturulabilir mi? Bu soruyu cevaplandırabilmek için bilimin mantıkî yapısını incelemek gerekir. Buradaki problem bir doğrulama, haklı çıkarma problemidir. Belli bir çıkarımın doğruluğu genellikle bilimsel delillerle ispatlanır, ama bilimin kullandığı “doğrulama” metodunun doğru bir metod olup olmadığı sorgulanmaz. Oysa, bilimsel akıl yürütmenin, yani bilimsel doğrulama metodunun temeline ilişkin bu gibi soruların büyük önemi vardır.

Kur’ân’da öğretilen akıl yürütme metodları bilimin yöntemlerinden kesin çizgilerle ayrılır ve hatta onlarla çatışır. Daha da önemlisi, Kur’ânî metodların uygulanmasının yegâne hak ilim olan marifetullaha kapı açacağına inanırız. Ancak, bilimin başarıları ve teknolojik ürünleri, mü’minler de dahil birçok insanı, bilgiyi bilimsel bilgi ile özdeşleştirmeye itmiştir. Birçokları, hâlâ, dinin bir “inanç” meselesi olduğu; dinin “dogmalar”ının “inanca” dayandığı fikrindedirler. Fakat bir “inancı” sorgulamaksızın benimsemenin temelinde delile dayalı “tasdik” bulunmaz. Eğer din, böyle bir “inanç” meselesinden ibaret olsaydı, dini, bir başka “inanca”tercih etmek için bir sebep olmasına gerek kalmazdı.

Kur’ânî ve bilimsel metod arasındaki bu çatışma karşısında, dinin delile dayalı tasdik olduğunu belirlemek gerekmektedir. Eğer dine bağlılığımız iz’ansız taassubî bir sadakatten ibaret değilse, delile dayalı bir tasdik eylemini içeriyorsa, vahyin ilim edinmede bilimsel metodlardan daha iyi bir vesile olduğunu görme ve gösterme durumundayız. Burada meselemiz, vahyî hükümlerin bilimsel akıl yürütme metoduna dayanan hükümlerden daha güvenilir olduğunu ve aslında güvenilir yegâne ilim kaynağı olduğunu öne sürmek için sağlıklı gerekçelerimiz bulunup bulunmadığını belirlemektir.

Niçin ve Nasıl soruları: sun'î bir ayırım

Bilim materyalizmin köşe taşını oluşturan ve tevhid inancının antitezi olan nedensellik esasına dayanır ve herşeyi bir sebep-sonuç zinciri içinde, bir sebebin sonucu olarak açıklamaya çalışır. Bu yüzden, eğer bilimsel paradigmanın bize bilgi sağladığı öne sürülüyorsa, bu, mutlaka Kur’ânî paradigma pahasına olur. Çünkü Kur’ân, sürekli, sebebi sonuç üzerinde tesir iddia etmekten azl ve tard eder. Bu iki paradigmanın ikisi de aynı anda doğru olamaz. Hal böyleyken, birçok insan, mü’min oldukları halde, bilimsel bilgi paradigmasını nasıl kabul edebiliyor? Bu gibi mü’minler neden kendi bakışlarını Kur’ânî yaklaşımla belirlemiyorlar? Bunun başlıca nedenlerinden biri, bilimin “nasıl” sorusuna, dinin ise “niçin” sorusuna cevaplar aradığı inanışıdır. Bilim ve din, bu şekilde görünürde uzlaştırılır; her birine ayrı bir saha ayrılır. Peki, bu nasıl mümkün olur ve ne demeye gelir?

Fiziksel olgular bilimsel kavramlarla anlaşılabilirse de, bütün olarak kâinatın, uzayın, zamanın ve fiziksel kanunların en başında neden varedildiğinin ancak bir Yaratıcıya atıfta bulunarak açıklanabileceği öne sürülmektedir. Bu düşüncenin peşinden şunlar gelir: Her olayın bir sebebi vardır. Sonsuz bir sebepler zinciri olamayacağına göre, herşeyin bir ilk sebebi vardır. İşte bu ilk sebep Yaratıcıdır. Gelin, bu akıl yürütmedeki ilk adımı, yani her olayın bir sebebi olduğu varsayımını bir inceleyelim. Buna göre, vücuda gelen, varedilen her nesne, bu yaratılmış dünyada kendinden önce varolan bir başka şey tarafından oluşturulmaktadır. Ancak, eşyanın birbirini yaptığını ve yarattığını kabul etmek mantıksızdır. Böylesi bir kabullenme, kendi kendini üreten bir sebepler zinciri gibi abes ve yanlış bir anlayışı içerir. O halde, eşi benzeri olmayan, kendi yarattıklarının cinsinden olmayan bir Yaratıcının varolması gerekir.

Yukarıdaki akıl yürütmenin ikinci basamağına, yani “sonsuz bir sebepler zinciri olamaz” fikrine gelirsek, bu oldukça ayan beyan bir gerçektir. Materyalist felsefeciler bile bunun aksini iddia edememektedir. Sonsuz bir sebep–sonuç zinciri için neden bir açıklamaya gerek duyulsun ki? Bu düşünce herşeyin kendi varlığını hemen yakınında bulunan başka yaratılmış sebeb(ler)e borçlu olduğu varsayımına dayanır. Fakat bir olay, meselâ kâinatın yaratılışı, şu veya bu yüzden bir sebeple açıklanamazsa ancak o zaman Yaratıcıya havale edilir. Bu şekilde düşünenler bu çıkarımla tatmin olurlar, çünkü Allah’ın Vacibü’l–Vücud (varlığı zorunlu) olduğuna ve dolayısıyla varlığı için bir başka sebebe ihtiyacı olmadığına inanırlar. Yaratılışı nedensellikle açıklayan fakat Allah’a inanmayanlar ise bu düşünceyi reddediyorlar. Böylesi boşlukları Allah fikriyle doldurmaya gerek olmadığını söylüyorlar. Onlara göre, bilim, nasılsa, er ya da geç her olayın, her olgunun nedenini bulacaktır, açıklanamayan şeyler için bir Yaratıcı öne sürmeye gerek yoktur.

Nedensellik fikri bir noktada, yani tek bir sebep-sonuç örneğinde bile kabul edildikten sonra, zincirin halkaları ileriye ve geriye doğru uzar. Tüm sebepler ve sonuçlar aynı tabiattadır ve bu yüzden şu veya bu noktada durmak, nedensellik fikrinden vazgeçmek için bir sebep yoktur. Bu da nihaî bir basamakta, meselâ kainatın ilk yaratılışında bile nedensellikten vazgeçmeye gerek olmadığı anlamına gelir. Eğer bir ilk sebep yoksa, İlk Muharrik’e de yer yoktur. Fakat, Allah’a imanı sağlıklı temellere oturmamış, tahkike dayanmayan taklidî bir iman sahibi Allah’a imanına gerekçe bulabilmek için bir ilk sebebin gerekliliğini iddia etmeye zorlanır. Ancak, varlığı kabul edilse bile, ilk sebebin diğer sebeplerden ayrı bir özelliği, ayrı bir önemi yoktur. Bu yüzden, taklidî iman, sonuçta temelsiz bir önyargıdan ibaret kalır.

Tahkikî iman ise, O’nun varlığını, sadece sebebini göremediğimiz olaylarda değil, her olayda, her sebep ve sonuçta, her zaman tasdik etmektedir. Olağandışı bir şey gördüğümüzde bu bize mucize gibi gelebilir. Böylesi bir olayı bildiğimiz, alışık olduğumuz sebeplerle açıklayamayabilir ve sebeplerle açıklayamadığımız için onu Allah’a verebiliriz. Fakat alışık olduğumuz, bize tanıdık gelen birşey gördüğümüzde onu sebeplerle açıklar ve onlarla açıklayabildiğimiz için de bildiğimiz sebeplere veririz. Orada bir mucize göremez ve dolayısıyla olayı açıklamak için Allah’ın kudretine ihtiyaç duymayız. Halbuki, aslında, yaratılan herşey bir mucize değil midir? Kâinatta olağan diye birşey var mı, yoksa olayların mucizekârlığını, sebeplerin o olayı vücuda getirmede âciz kalışını, bizim alışkanlıklarımız, ülfetimiz mi perdeliyor? O halde, her eşyada görünen güzellik ve sanatı neye vereceğiz?

Taklidî iman sahibi, Yaratıcıya, gerçekte bir yaratılmışlık, bir mahlukiyet halini ifade eden, İlk Sebep olsa da, nihayet bir sebeplik makamı veren İlk Muharrik(*) adını verir. Bu inanış, Allah’ı, kâinatın başlangıcında yaratılmış, kuvvetler ve temel kanunlar cinsinden birşey olarak görür. Bu şekilde, kainat, değişmez kanunlarla idare edilen bir saat, bir makine gibi, en başında kurulmuş ve öylece kendi kendine işlemeye devam etmektedir.

Bir başka akıl yürütme biçimi de şöyledir: Tanımı gereği fiziksel dünya ile ilgilenen bilim, birşeyi bir başka şeyle, yani nedensellikle, eksiksiz biçimde açıklayabilir. Fakat, kâinatın ve içindekilerin niçin bu haliyle varedildiklerini, kâinatın ve eşyanın neden varolduğunu açıklayamaz. Fiziksel dünyadaki herşey ancak kâinat cinsinden olmayan bir varlıkla açıklanabilir ve o varlık da Allah’tır. Buna göre, kâinat şu anda olduğu biçimdedir, çünkü Allah böyle takdir etmiştir. Basitçe ifade edersek; “olaylar nasıl yürüyor?” diye sorarsanız, cevabı materyalist bilim, yani nedensellik verir; fakat “olaylar niçin böyle oluyor?” derseniz, bu defa sözü din, yani Allah alır. Böyle bir düşünce biçimi bir tür kısır döngüdür. Bu düşünce Allah’ın varlığının ve tüm isimlerin Onun olduğunun gerekliliğini ispat etmez. Bu, en fazla, varolduğu kabul edilirse, Onun iradesine bir atıfta bulunur. Oysa, burada mesele Allah’ın varlığının gerekliliğini tahkik etmek olduğuna göre, böylesi bir inanışın kendisi kendi doğruluğunu ispatlamakta kullanılamaz. İşte bu nedenle, din, alt tarafı bir inanç meselesi gibi görülmektedir.

Bu düşünce biçimi, hiç sorgusuz, bilimin eşyanın nasıl varolduğunu açıkladığını kabul etmekte ve “niçin” sorularını cevaplandırma ayrıcalığını dine bırakmaktadır. Ancak, nasıl ve niçin soruları arasındaki bu ayırım fıtrî değildir, sunîdir, bir yanılgıdan ibarettir. Biz de kâinatın bir parçası olduğumuza göre, ancak “nasıl” diye sorarak kâinat hakkında bilgi edinebilir ve öğrenebiliriz. “Nasıl” sorularına verilen cevaplar, temelde tümevarım çıkarımları olup, giderek genişleyen fonksiyonları olan bilgiler içerir. Yani, bu çıkarımların başlangıç önermeleri bilinirse, bunlarla bilgimizi ek yorumlar içerecek biçimde genişletebiliriz. “Nasıl” sorusuna indirgenmesi mümkün olmayan “niçin” sorusu ise farklı bir sorudur. “Niçin” sorusunu cevaplandırabilmek için ya kâinatın dışına çıkıp onu oradan inceleyebiliyor olmamız gerekir, ki bu imkânsızdır, ya da, eğer Allah’ı biliyorsak, Onun kâinatı böyle irade ettiğini kabul etmemiz gerekir. “Niçin” sorusu, dolayısıyla, ya bir totolojiyi doğurur, ya da başlangıç önermeleri biliniyorsa, bizi tümden gelen bir çıkarıma götürür ki, iki durumda da genişleyen uygulamaları olan bir bilgi vermez.

Buna göre, “nasıl” sorusunun çözümünü bilime havale etmek, basit anlamıyla, dini ölüme mahkûm etmek ve Allah anlayışını sadece boşlukları dolduran bir İlk Muharrik düzeyine indirgemek demektir. Çünkü, eğer Allah’ın varlığı ispatlanacak ve bilinecekse, bunu mutlaka Onun yarattıkları arasından keşfettiğimiz vesilelerle başarmamız gerekir, açıklayamadığımız şeylerle değil.(**) Din de bilim de tüme varan ve işe yarar bilgiler üretmeyi amaçladıklarına göre, iki seçenek sözkonusudur: ya bilim vahyi tasdik edecek ve ona tâbi olacak veya bilim vahiyle çelişki içinde olacak ve, dolayısıyla, bunlardan sadece biri doğru, öteki ise yanlış olacaktır. Hangisinin doğru olduğuna karar vermek için, bilimsel metodun mantıksal yapısını inceleyelim ve bunu Kur’ân’ın metoduyla karşılaştıralım.

Pozitif denen bilimler aslında negatiftir

Bilimsel metod, ilk önce problemin belirlendiği ve ardından gözlemlerle, deneylerle ve ilgili verilerle bunu çözümlemeye yönelik hipotezlerin kurulduğu ya da sınandığı bir süreçtir. Bilimsel ilkeler bu şekilde belirlenir. Genel kanaat bu metodun tümevarımsal olduğu, yani yeni bilgiler verdiği şeklindedir. Ancak, bir bilim felsefecisi tümevarımcılığı bilim adamlarının meşgul olageldiği asıl işlemleri doğru temsil etmediği için eleştirmektedir. Dediklerine göre, bilimsel bir teori bir geçici önkabulden daha fazlasını hak etmez, çünkü prensipte her teori çürütülebilir niteliktedir. Bir teoriye, sadece aksi ispatlanamadığı için inanılır. Yani, bilimin gözlemci ve deneyci metodlarının hedefi doğrulama değil, yanlışlamadır.

Şimdiden belirtmek gerek ki, burada ortaya atılan problem bir delil getirme ve doğrulama kavramı olarak bilimsel metodu ilgilendiren bir problemdir. Problemin mahiyetini anlamak için bir örnek verelim.

Hepimiz okulda “güneş ışığının bitkilerin büyümesi üzerinde bir etkisi olduğu”nu öğrendik. Bu hipotez deneyle ispatlanabilir. Bunun için iki bitki alırız. Birini güneş ışığına maruz bırakır, diğerini kalın bir kâğıtla örteriz. Her iki bitkiyi de düzenli olarak sularız. Bir hafta sonra, güneş ışığı almayan bitkinin solduğunu görürüz. Burada çıkarılan sonucun şu olduğu söylenir bize: Bu deney güneş ışığının bitkilerin normal olarak büyümelerini ve yeşil kalmalarını sağladığını göstermektedir. Oysa, burada gözlenen tek şey güneş ışığının olmaması durumunda bitkilerin büyümediğidir. Ve bu, şüphesiz, güneş ışığının bitkilerin büyümesine neden olduğunu söylemekten farklıdır. Bir bitkinin büyümesi sayısız şarta bağlıdır. Fakat, bu şartlardan sadece birinin eksikliği bir bitkinin büyümemesi için kâfidir. Dolayısıyla, bu deney, yalnızca, bitkilerin güneş ışığının yokluğunda büyümediklerini ispatlar. Ve bu çıkarımdan, mantıksal olarak, “güneş ışığının bitkilerin büyümesi üzerinde bir etkisi vardır” hipotezi ile ilgili bir hüküm çıkarmak imkânsızdır. Daha derinlemesine düşünüldüğünde böyle bir ispat yönteminin mantıksız ve abes olduğu görülür.(***)

Bu hipotezi sınamak için, probleme pozitif olarak yaklaşmalı ve “Güneş ışığının bitkilerin büyümesi üzerinde bir etkisi var mı?” gibi pozitif sorular sormalıyız. Bu amaçla, güneş ışığını incelememiz ve ‘Bunun özellikleri nelerdir?’, ‘Bitkilerin büyümesi üzerinde etkili olabilmesi için ne gibi özellikleri olmalı?’ gibi sorular sormalıyız.

Kâinatta bitkilerin iç düzenlerinin ve yaratılış ölçülerinin bitkiden bitkiye değiştiğini görüyoruz. Diğer taraftan, güneş ışığı bu bitkilerin hepsine girer, her birine ayrı ayrı nüfuz edebilir. Her birinde hiç hatasız işleyebilir. Eğer bitkilerin ayrı ayrı düzenleri, ayrı ayrı kanunları güneş ışığınca bilinmezse, her birisinde işleyemez, işlese de böylesine hatasız işleyemez. Ki bu durumda, görevini hiç hatasız yerine getiren güneş ışığı, tüm bitkilerin ayrı ayrı yapılarını, ölçülerini ve şekillerini biliyor olmalı ya da, herşeyi bilen Birinin emri ve iradesi, altında hareket ediyor olmalıdır. Yani, güneş ışığı ya herşeyi bilen ve herşeye kudreti yeten Birinin ilmi ve kudreti altında ve iradesine bağlı olarak hareket ediyor olmalı ya da kendisi herşeyi biliyor ve herşeye kudreti yetiyor olmalıdır. Çünkü, tüm bitkilerde ve aslında tüm canlıların bünyesinde düzenli biçimde işliyor ya da işleyebiliyor.

Ancak, güneş ışığında bu özelliklerin hiçbiri yoktur. Onun bitkilere hayat verecek ne ilmi, ne iradesi, ne de kudreti vardır. Kör ve şuursuzdur. Bu da onun hikmetle iş gören, Hakîm-i Mutlak ve herşeyi bilen, Alîm-i Mutlak bir Yaratıcı’nın izniyle hareket ettiğini gösterir.

Akılları gözlerine inmiş, yani akıllarını sadece gözlerine görünür olan şeylerin akışına göre işleten materyalistler ise, olayları nedensellik çerçevesi içinde algılarlar. Sözgelimi, iki olay birlikte gerçekleşiyorsa, birinin diğerine sebep olduğunu düşünürler. Ve bir Yaratıcının varlığını baştan kabul etmeme önyargıları yüzünden, mantıksal bir temeli olmayan ve kısır bir fikir olan nedenselliği kabul etmeye zorlanırlar ve güneş ışığının bitkilerin büyümesinde etkili olduğunu öne sürerler. Hiçbir zaman, güneş ışığının tüm yapıyor göründüğü şeyleri nasıl bildiğini, nasıl güç yetirdiğini, bunu hangi sıfatları, kabiliyetleri sayesinde başardığını vs. sormazlar. Diğer taraftan, bu iddialarını da ispatlayamazlar, çünkü mantıksızdır. Çareyi negatif bir yaklaşımı benimsemekte bulurlar ve bu yaklaşıma “bilimsel metod” adını verirler. Bu negatif bilimsel yaklaşımın, Kur’ân’da bildirilen pozitif yaklaşımla karşılaştırıldığında, tamamen akıl dışı ve abes olduğu görülür.

“Alah’tan başka koruyucular (yardımcılar ya da tesir sahipleri) edinenlerin meseli kendine bir ev edinen örümceğin meseli gibidir: zira, evlerin en küçüğü örümcek evidir. Keşke bunu anlayabilselerdi.”(****)

Bilimsel metod bu meseldeki örümcek evi gibidir. Bir sorgulamaya görün, hemen dağılıverir, böylece bir vehim üzerine bina edildiği anlaşılır.

Sonuç

Bilimsel ispatlama metodunu inceledikten sonra, bu metodun mantıkî olarak temelsiz olduğu anlaşılır. Materyalist felsefecilerin kendi ifadeleri de, bilimsel bilgi paradigması denen bu şeyin doğrulama değil, yanlışlama esası üzerine bina edildiği şeklindedir. Materyalist felsefeciler nedenselliği ispatlamanın imkânsız olduğunun farkındalar; fakat bu iddianın aynı zamanda çürütülemez oluşuna da güveniyorlar.

Ancak, pozitif yaklaşımı benimseyip, “Güneş ışığı bir bitkinin büyümesini etkileyebilir mi?...” gibi sorular sorduğumuzda, nedensellik fikri çöküverir. Bilimsel metod hiçbir şekilde nedenselliğin doğruluğunu ispatlayamamakta ve, dolayısıyla, bu kavramsal iddiaları temellendirememektedir. Bilimsel olarak ortaya atılmış “Güneş ışığının bitkilerin büyümesinde etkisi vardır” gibi çıkarımlara inanmak için hiçbir aklî gerekçe yoktur. Buradan hareketle, bilimsel, daha doğrusu materyalist bilgi paradigmasının gerçek bilginin temeli olamayacağı sonucuna varıyoruz.

Kur’ânî paradigma ise pozitif bir yaklaşımı temel almaktadır. Kur’ân bize eşya ve olaylar hakkında nasıl pozitif sorular soracağımızı öğretir. Eşyanın nasıl varedildiğini anlatır. Eşyanın bizim için ne ifade ettiğini, hangi anlamlara işaret ettiğini bildirir. Bahsetttiği herşeyden, bize onun Yaratıcısını sıfatları ve isimleri ile tanıtmak için bahseder. Bize yeni bir bilgi, yani marifetullah bilgisini kazandırır.

Nitekim, en küçük bir zerre bile, halinin ve hareketinin diliyle, adetâ, “Bak! ben cahil ve aciz olduğum halde, herşeyi bilen ilim ve herşeye hükmeden bir kudret gerektiren sayısız işler görüyorum. O halde, benim herşeyi bilen bir Alim-i Küll-i Şey ve herşeye gücü yeten bir Kadir-i Küll-i Şey’in emriyle hareket ettiğimi görmüyor musun?” der.

Materyalist felsefe ve bilim eşyaya kendileri adına bakar. Bilim adamları doğrudan gözledikleri şeyi olduğu gibi tasvir ettiklerini sanırlar. Fakat, yanılgılı ve hatalı tasvirleri ruha ürkütücü ve korkunç bir hayret duygusundan başka bir kemalat kazandırmaz. Örneğin, bilim güneşi gezegenlerin etrafında dolaşması için gerekli çekim gücünü sağlayan büyük ve akışkan bir ateş kitlesi olarak tasvir eder. Açıklamasına, güneşin ağırlığı şu kadar şu kadardır. Güneş şöyledir, böyledir diye devam eder. Kur’ân’ın konuştuğu gibi konuşmaz:

“Görmüyor musunuz, Allah...güneşi size bir lamba yaptı?”(*****)

“Lamba” tabiriyle, Kur’ân, dünyayı Yaratıcının rahmet ve lütfuna işaret eden bir misafirhane olarak tasvir eder.

Buna göre, Kur’ân bizden kâinata kendi Yaratıcısını tanımak için bakmamızı ister. Bu durumda, gerçek bilim vahiyle el ele, onun rehberliği altında işler. Bilim Kur’ân’ın maksatlarını inkâr etmemeli, bu maksatlara hizmet etmelidir. Aksi takdirde, hiçbir şeyi açıklayamaz, bir bilgi üretemez. Sözgelimi, güneşin dünyanın bir lambası olacak biçimde yaratıldığını, takdir edildiğini kabul etmeli, ondan sonra da, bu yaratılıştaki hikmet ve rahmet eserlerini araştırmalı ve bize güneşin Yaratıcısının ne kadar hikmetle ve rahmetle iş gördüğünü göstermelidir. Bu şekilde, bilim insanoğlunun kendini, içinde yaşadığı dünyayı anlaması ve, dolayısıyla, kendi Yaratıcısını daha iyi tanıması yolunda yardımcı olur.


Notlar

(*)İlk Muharrik ya da İlk Sebeb anlayışının Kur’ânî bir kavram olan Müsebbibü’l–Esbab’dan tamamen ayrı olduğunu önemle belirtmek gerekir. Tüm Sebeplerin Yaratıcısı anlamına gelen Müsebbibü’l–Esbab, her zaman, her yerde, tüm uzay ve zamanda tüm sebeplerin sonuçlarıyla birlikte doğrudan Onun kudretiyle yaratıldığını ima eder.

(**)Nitekim Kur’ân, bizi eşyanın, neden değil, nasıl (keyfe) vücuda geldiğine bakmaya davet eder. Meselâ: “...Ve [hayvanların ve insanların] kemiklerine bak—nasıl onları biribiri üstüne koyuyor ve sonra onlara et giydiriyoruz!” (Bakınız. Kur’ân, 2:259)

“Yeryüzünde gezin ve bakın, O nasıl [insanı] ilk defasında yarattı.” (Bakınız. Kur’ân, 29:20)

“[Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden] o kişiler yağmur yüklü bulutlara hiç bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve göğe, nasıl yükseltilmiş? Ve dağlara, nasıl sıkıca dikilmiş? Ve yeryüzüne, nasıl yayılmış?” (Bakınız. Kur’ân, 88:17-20)

(***) “Allah kendisine hükümdarlık verdi diye Rabbi hakkında İbrâhim’le tartışanı görmedin mi? İbrâhim dedi ki: ‘Benim Rabbim O’dur ki hayatı ve ölümü verir.’

[Kral] karşılık verdi: ‘Ben de hayat ve ölüm veririm.’

İbrâhim, ‘Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir’ deyince inkârda direnen adam şaşırıp kaldı. (Bakınız. Kur’ân, 2:258)

Kral bunun üzerine huzuruna iki mahkum getirtti. Birinin öldürülmesini emretti, diğerinin ise canını bağışladı. Böylece, kendisinin de hayat ve ölümü verebileceğini ispatlamak istiyordu. Şöyle akıl yürütmüştü kral: “Eğer ikinci mahkumun öldürülmesini emretseydim, o hayatta olmayacaktı. O halde, ona ben hayat verdim.” Bu düşünce bilim adamlarının söylediklerine çok benzer: “Eğer güneş ışığı olmasaydı, bitkiler solup ölecekti. O halde, güneş ışığı bitkilere hayat verir.”

Aslında böylesi akıl yürütmeler çok yaygındır. Biz de çoğu zaman küfrü ima ettiğini farketmeden bu şekilde düşünebiliriz. İşte kendi fiillerimizi, eylemlerimizi de böyle sahipleniriz. Meselâ, “Eğer çiçekleri sulamasaydım, çiçekler solup öleceklerdi. O halde çiçekleri [sulayarak] ben büyütüyorum” diye düşünürüz. Aslında, kendimi ve fiillerimi Allah’ın yaratıyor olduğunu (Oysa, sizi de, eylediğiniz fiilleri de Allah yaratmıştır. Bakınız, Kur’ân, 37:96) da farkedemezsem, Onun tüm kâinatı, içindeki her sebebi ve her sonucu ayrı ayrı yarattığını farkedemem. Kendimi tesiri olan bir sebep olarak görürsem, sebeplere de tesir vermek, yani nedenselliğe inanmak zorundayımdır.

Âyette sözü edilen kral, bir anlamda, kâinatta rububiyet dava eden nefsin temsilcisidir. O halde nefsimize ve kral-misali bilim adamlarına İbrâhim’in (as) krala söylediğini söylemeliyiz: “Allah güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir.” Yani, “O halde, sen de kanunları değiştir. Yaratıcının kanunlarına uymadan birşey yapabilir misin?”

(****)(Bakınız, Kur’ân, 29:41)

(*****)(Bakınız, Kur’ân, 71:16)

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Yamina Bouguenaya




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut