Arşiv

 İçimdeki Gurbet

Ayşe Karacan

O ana kadar kendimi böylesine yabancı hissetmemiştim. Herşey yabancıydı. Ben yabancıydım. Kendi kendimin yabancısı...


SEVDANIN GÖNÜL kabından dolup taştığını, özlemin acı hançerinin yüreğinize girdiğini hissettiniz mi? Gözlerin feryat figan coştuğunu, hıçkırıkların boğazınızı tıkadığını duydunuz mu? Peki, bunların ardından, dağları deviren bir ‘Ah gurbet!’ feryadını ettiğiniz oldu mu?

O gün işte bunlardı içimden kopup gelen. Sabah melteminin o yumuşak eli saçlarımı okşamıyordu. Bahçemdeki söğüdün dalları yerlerde derin bir ağıt yakıyordu. Penceremdeki serçelerin dilinde sevda ötüşleri değildi duyduğum. İçli bir gurbet türküsüydü söyledikleri. İçimde yanan ateşi, sanki onlar da biliyordu.

Yatağım, musalla taşının soğukluğunu bürünmüştü. Yastığım ise taş kesilmişti başımın altında. Annemin ılık tebessümü ruhuma dokunmuyordu artık. Şefkat yuvası gözleri yüreğimi ısıtmıyordu. Saçlarımı okşayan eli neredeydi? Her damla gözyaşına canlar feda edeceğim annem neredeydi?

Azrail gelip ecel şerbetini içirseydi bu denli acı gelir miydi? Gözlerime yaşların, yüreğime kanın hücumunu duyuyordum. Bir el yüreğimi alıp, beni yalnızlığın dipsiz kuyusuna atmıştı. Gurbetin dipsiz kuyusuna.

Ben biliyordum. Duygularım biliyordu. Biçare yüreğim dayanılmaz bir gurbet acısıyla kıvranıyordu. Ama bu gurbet dediğim şey neydi? Nasıldı? Neden bu kadar acı veriyordu?

Beynime soruların üşüştüğünü hissediyordum. Ya cevapları neredeydi?

O ana kadar kendimi böylesine yabancı hissetmemiştim. Herşey yabancıydı. Ben yabancıydım. Kendi kendimin yabancısı... Hiçbir şeyi tanımadığımı düşündüğüm an, belki de asıl kendimi tanımıyordum. Duygularım ve düşüncelerim yabancıydı bana. Arzularım yabancıydı. Hiç tanımadığımı düşündüğüm sonsuz bir kâinatın içinde yapayalnız ve çaresizdim. Öyle hissediyordum.

İçimde bir feryat koptu birden. Hayır, diyordu. Bu kadar acı olamazdı gurbet dedikleri. Sonra, kulaklarımda bir ses yankılandı. Hayır, sen gurbette değilsin; gurbet senin içinde.

Gurbet benim içimdeydi. Öyle mi?

Beynimde, tüm benliğimi kaplamış iki soru vardı. Aklım, başımı çatlatırcasına, nasıl ve neden diyordu. O an, hiç bitmeyecek kadar uzun gelmişti. Herşey durmuştu.

Şu an hissettiklerim, asla istemediğim duygulardı. Peki, istemediğim şey neden beni buluyordu? Neden bana veriliyordu?

Tüm benliğimin alabildiğine boğucu sorularla kaplı olduğu an, acziyetimi doruk noktalarda hissettiğim andı. Herhalde, yaşadığım kâinatta benim kadar aciz bir varlık yoktu.

Bir karıncaya baktığımda, müthiş bir azim ve gaye görüyordum. Onun küçük cüssesine karşılık yaptığı işler beni her zaman sonsuz bir hayranlığa sürüklüyordu. Ve duygularım, ‘olamaz’ diyordu. Bu nokta hükmündeki aklı olmayan yaratık, kendi başına bir gayeye sahip olamazdı. Yine, nazikliği ve güzelliği ile düşündüğüm bir kelebek. Kelebekte gördüğüm güzellik ve nazeninliğe ne demeliydi? Her kelebek ayrı bir güzelliğe sahipti. İncitmemek için dokunmaya korktuğum kelebeğin öylesine alelâde bir yaratık olduğu düşüncesini ne duygularım, ne de aklım kabul ediyordu. Evet, olamazdı. Ne karınca kendi başına gayesiz bir yaratıktı, ne de kelebeğin duygularımı okşayan güzelliği kendindendi. Onlarda gördüğüm bu ölçü ve düzeni kendimde görememek, beni alabildiğine boğuyordu.

Bana insan deniliyordu. Her yönüyle bir karıncadan ve bir kelebekten çok daha üstün ve ayrıydım. Sadece karınca ve kelebek değildi üstün olduğum. Yaşadığım kâinattaki herşeyden ayrı ve farklıydım. Aklım vardı. Benden başka hiçbir yaratıkta olmayan akıl... Duygularım vardı. Sonsuz ve sınırsız nice duygu... Ve daha birçok önemli özelliğe sahiptim. Ancak, neden bir kelebekte ve karıncada gördüğüm ölçü ve düzen benim hayatımda yoktu?

Kendi içimde düştüğüm bu muhakeme ve çelişki, acziyetimi daha da derinleştiriyordu. Farkına varmadan, bunca düşüncenin arasından başka bir düşünce beynimde yeşil ışığını yaktı. Bende kâinattaki tüm yaratıkların özellikleri varken, hatta daha fazlası varken, neden yalnız ve çaresizdim? Onlar akıl ve iradeye sahip değilken, hayatları bir anlam ve gaye üzerine işliyordu. Peki ben akıl ve iradeye sahipken, hayatımda neden bir anlam ve gayeden söz edemiyordum? Şu an belki de her an bunca akılsız ve iradesiz yaratığı idare Edene, onlara bir anlam ve gaye Verene, benim de ihtiyacım vardı. Olmalıydı.

Yabancı olduğumu düşündüğüm kâinatta ne varsa, hepsiyle mütemadiyen bir ilişkim ve alâkam vardı. Beni ve tanımadığım dediğim kâinatı idame eden, bir düzen içinde halkeden Varlık aramızda olmazsa olmaz kabilinden bir bağ kurmuştu. Öyleyse, neden ‘gurbetteyim’ diyordum? Neden yalnızlığın koyu karanlığında boğuluyordum? Belki de gurbetimin, yalnızlığımın sebebi, benimle birlikte herşeyin müsebbibi olan Varlıkla bir ilişkimin olmayışıydı. Belki de, benim O’nunla olan, yaratılmışlığım dışındaki tüm bağları koparmamdı. Belki de, faniliği kaçınılmaz olanda kalıp, asıl olana ulaşamamamdı. Belki de, tüm sınırsız ihtiyaçlarımı sınırlı olanda aramamdı. Duygularım ise asla bunu istemiyordu. Bununla tatmin olamıyordu. Sınırsız olan ihtiyaçlarımı ancak sınırsız ve sonsuz bir varlık karşılayabilirdi. Belki de, gurbetimin ve yalnızlığımın tek sebebi, sonsuzu isteyip, sonlu olanla tatmin olmaya çalışmamdı. Sonsuzu istiyordum; öyleyse, Sonsuz Olana yönelip, baki olan Tek varlıktan istemeliydim. İçimdeki bu çelişkiyi birçok defa yaşamış, ancak üzerini örtmüştüm.

Biçare kalbim dile gelmişti sanki. Madem sonsuzluğu istiyorsun; öyleyse sonsuz olana yönel, diyordu. Bu duygulardan seni ancak sana bu duyguları veren kurtarabilir. O öyle bir vericidir ki, karşılıksız ve sonsuz bir sığınak ve rahmet sahibidir. Beynindeki tüm boğucu soruları sorduran da, cevaplarını verdiren de ancak O’dur. Seni sana yabancı eden de, sana seni tanıtan da O’dur. İçine gurbeti salan da, gurbeti içinden alan da O’dur.

Artık, kalbimin O’na yöneldiğini hissediyordum. Duygularımın, aklımın, ruhumun, kısacası tüm benliğimin belki de hiçbir zaman bu kadar arzu ve istekle dolu olduğunu sanmıyorum. Hayatım boyunca hiçbir şeyi O’na yönelmek kadar arzu etmemiştim.

Yaşamım boyunca süregelen herşey ömrünü yitirmişti. Ellerimin ağır ağır kelepçeleri kırarcasına kalkışını sadece hissediyordum. Gözlerim sanki dünyanın merkezine kilitlenmişti. Ellerimin semaya kalktığı an. İşte o an, bütün bedenim korku ve ümitle titriyordu. Zamanı yakaladığım andı. İçimde huzurun göz kamaştıran ışıltıları dolaşmaya başlamıştı. Gözlerimde ise rahmet yaşları durmak bilmiyordu. Dua duayı kovalıyordu.

Artık içimde gurbeti duymuyordum. Artık yalnızlığın karanlık korkusu yoktu yüreğimde. Ruhum sükûneti, dua ve şükürle birlikte, alabildiğine yaşıyordu...



Şu an hissettiklerim, asla istemediğim duygulardı. Peki, istemediğim şey neden beni buluyordu? Neden bana veriliyordu?

Belki de gurbetimin, yalnızlığımın sebebi, benimle birlikte herşeyin müsebbibi olan Varlıkla bir ilişkimin olmayışıydı. Belki de, benim O’nunla olan, yaratılmışlığım dışındaki tüm bağları koparmamdı.

Gurbetimin sebebi, belki de, tüm sınırsız ihtiyaçlarımı sınırlı olanda aramamdı. Duygularım ise asla bununla tatmin olamıyordu. Sınırsız olan ihtiyaçlarımı ancak sınırsız ve sonsuz bir varlık karşılayabilirdi. Ne ki, sonsuzu isteyip, sonlu olanla tatmin olmaya çalışıyordum. Sonsuzu istiyorsam, Sonsuz Olana yönelmeliydim.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Ayşe Karacan




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut