Arşiv

TOPRAK diyerek geçmeden!

Şu diyarda ister yaşlı ister genç, ister erkek ister kadın, ister dindar ister lâdinî, ister sağcı ister solcu olsun.. kime “Bastığı yerleri toprak diyerek geçme” derseniz, onu, toprağın altında ‘kefensiz yatan’ları düşünmeye zorlamışsınız demektir. Okul döneminde belki yüzlerce, belki binlerce kez tekrar ile hafızalara kazınan bu mısraların çağrıştırdığı bir ilave husus ise, her bir Türkiyelinin okul sonrasında da sürekli duyduğu ‘her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış cennet vatanımız’ söylemi olacaktır.

Mehmed Âkif’e ait bu mısralar, doğru bir noktadan başlar, ama dar bir menzilde sıkışır kalır. İnsan, gerçekten bastığı yerleri ‘toprak’ diyerek geçmeyip tanıma durumundadır. Zira, yürümeye başladığı ilk günden beri basageldiğimiz o toprak, altında kefensiz yatanlar olmasa, şehit kanıyla sulanmasa bile, uğruna vakıflar kurulacak kadar değerlidir. Her karış toprağın eşsiz bir değeri vardır; çünkü, o toprağın içinde âdeta binbir çeşit fabrika çalışmaktadır. Aynı malzemeyi kullanan, ama biri papatya, biri nergis, biri biber, biri çilek, biri domates, bir başkası maydanoz.. üreten binlerce fabrika vardır o bir avuç toprakta sanki. Ayrı ayrı nakış, renk, koku, tat ve faydalar taşıyan başka başka bitkilerin yetiştiği her karış toprak, gerçekten ‘bildiğimiz toprak’ diyerek ülfet ve âdiyat çukuruna atılmaması gereken, üzerinde muhakkak düşünülmesi gereken birer hazine, birer harika, birer kudret mucizesi hükmündedir.

Dolayısıyla, insanın bastığı yerleri toprak diyerek geçmemesi uyarısı doğru ve yerinde iken, bu toprak üzerindeki tefekkürün ‘altında kefensiz yatanlar’la sınırlanması ne kadar da dar ve sığ kalmaktadır!

Basıp geçtiğimiz, oysa hayata beşik olan eşsiz bir hazine hükmündeki toprağa bu nazarla bakınca, Mehmed Âkif merhumun kendi donanımı ve ruh hali içinde yazdığı mısraların şöyle bir versiyonunu tercih ediyor insan:

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı

Düşün, altındaki binlerce kudret-i ilahî ilanını.”

Baştan ayağa yalan

Son zamanlarda Türk toplumunun müthiş bir ‘genetik’ dönüşüm yaşadığını bilmem farkettiniz mi? Türk toplumu, birkaç yıldır gerçekten bir dönüşüm yaşıyor. Asırlardır, melez unsurları bir tarafa, siyah saçlı olagelmiş bu ulustaki sarı saçlı insan sayısında, son yıllarda müthiş bir artış gözleniyor.

Bu değişim, evvelemirde, insanı gerçek bir genetik sıçrama düşüncesine itebilir belki... Aman dikkat! Bu kadar acele bir hüküm vermeden önce, küçük bir araştırma yapın lütfen. Zor bir araştırma da değil bu. Sarı saçlı Türklerin saç diplerine bakın; siyahın muhteşem saltanatının orada devam ettiğini görürsünüz. Siyah saçlı Türk kadınlarının ciddi bir kısmı, nedense kendisini sarı ile daha güzel bulmaktadır; ama saç kökleri, onların gerçek rengini haykırmaktadır.

Avrupa insanının sarı saçlı olduğu hatırda tutulursa, Türk toplumunda âdeta genetik bir niteliğe bürünmüş Batı özentisinin hazin bir göstergesi de olan bu durum, öte yandan bir ‘fiilî yalan’ boyutu da taşır. Gerçekte siyah, ama görünüşte sarı saçlı insanlar, görünümleri itibarıyla “Ben sarışınım” derler; ama yalandır bu! Gerçekte, siyah saçlıdırlar çünkü.

Ne ki, başlarına bu fiilî yalanı giydirenlerin ihtimal ki öncelikle ayna karşısında kendilerine, sonra da başka insanlara fiilî bir yalan söylediklerinden haberleri yoktur. Üstüne üstlük, başları gibi, ayakları da bir fiilî yalanı taşımaktadır. Sözkonusu insanlara bakarsanız, o sarıya boyanmış siyah saçları aslında on santim daha aşağıda görmeniz gerektiğini anlarsınız. Garip bir şekilde, Türk ırkı son yıllarda onar santim boy atmıştır; ama bu da bir ‘genetik sıçrama’ sonucu değil, hangi akla hizmet için giyildiği bilinmez o yüksek topuklar sayesinde vuku bulmaktadır.

Ve böylece, baştan ayağa yalan tablosu tamamlanmaktadır.

Yalanın, sözle olanın yanısıra, fiilî olarak da hayatlara ne derece nüfuz ettiğini gösteren hazin bir vâkıadır bu.

Bu vâkıanın, sözde liberal modernitenin özde despot boyutunu da ele veren başkaca veçheleri için ise, Jean Baudrillard’dan birazcık haberdar olmak yetmekte; yahut, Karakalem’in kardeşi olacak bir başka dergiyi beklemek gerekmektedir.

Evlendirme memurluğunda nikah

Nikah, dinin alanı içinde yer alan bir fiilin ifadesidir; ve iki insanın ‘nikahlanması’ kesinlikle ‘laik’ bir fiil değildir. Öyle ki, bu dinî fiili insanları evli saymak için yeterli görmeyen laik T.C. idarecileri bile, aradaki nüansı gözeterek, verdikleri belgeye ‘evlilik cüzdanı,’ bu belgenin verildiği yere de ‘evlendirme dairesi’ veya ‘evlendirme memurluğu’ adını vermiş; ama “Bu nikahtır. Ayrıca Allah’ın adıyla nikahlanmanıza gerek yok” dememişlerdir. Medenî Kanun, bunu açıkça belgelemektedir.

Gelin görün ki, aynı hassasiyete, T.C. kimlik cüzdanı taşıyan insanlarda—dindar olanlarının önemli kısmı da dahil—rastlanamamaktadır. Evlendirme memurluğunda yapılan işlem, umuma mal olmuş tabirle, ‘resmî nikah’tır; nikahın ta kendisi ise, Kitapta yeri olmayan bir tabirle, ‘imam nikahı’ olarak tanımlanmaktadır.

Bu nüansın atlanması, birilerine, fuzulî bir hassasiyet gibi gelecektir belki de. Halbuki, büyük binalar ‘küçük’ dikkatlerle örülür. Hem, tarifi yanlış yapanların adrese dosdoğru ulaşmaları zor, hatta imkânsız olmaktadır.

Bir tutkunun resimaltı

Bugün, birçok toplum gibi, Türk toplumunda da bir numaralı tutku nedir diye sorulsa, doğru cevap elbette ‘araba’dır. Pek çok insanın, bilhassa gençlerin gün boyunca ‘araba’ hakkında sarfettiği cümlelerin sayısı, ihtimal ki, diğer tüm cümlelerin sayısından daha fazladır. Arabasızların araba, arabalıların bir üst model peşinde koşuşturmaları, sırf arabaya adanmış dergilerin yıllar yılı kapanmadan tıkanmadan çıkmaları, son zamanlarda sair dergilerin de ‘araba’ya sayfa ayırmaları.. ‘araba’ tutkusuna delil olduğu gibi, bilhassa büyük şehirlerdeki tıkanıp kalmış trafik manzaraları da bunun delilidir. Türk toplumundaki araba tutkusunun belki en iyi özetlerinden birini ise; dikkatli bir komedyen, yazdığı kitapta kendisini—doğduğu yer, okuduğu okul, yaptığı işler vs. ile değil— ilk arabası, alış tarihi, sonraki arabası, hangi yıl aldığı.. vs. ile tanıtmasıyla vermektedir.

Hemen herkesin, yaz aylarında bile kirli kalan gökyüzüne, okulların tatil olduğu zamanlarda bile tıkanan trafiğe, iki tarafına park etmiş arabalar yüzünden geçilmez hale gelmiş yollara rağmen kapılıp gittiği bu vaziyet karşısında, küçük bir sözlük hatırlatması yapmamız, bilmeyiz işe yarar mı?

Unutmayın: Arabalar, markası ve modeli ne olursa olsun, sözlükte ‘araç’ olarak geçer. Eskiler onlara boşuna ‘vesait,’ yani ‘vasıtalar’ dememiştir ve yeniler anonslarını laf olsun diye ‘araç sahipleri’ne yapıyor değillerdir. Araba bir araçtır; ve araç ünvanı, yalnız ve ancak, insanı bir amaca ulaştıran şeylere verilmektedir. Arabaları araç yapan da, insanı bir yerden bir başka yere, kısacası bir amaca ulaştırmasıdır.

Araba bir araçtır; ve aracın kendisi amaç olduğunda, ipin ucu kaçmaktadır.

Heyecan peşinde

İnsanlar niye futbol maçına tutkundur? Niye bazıları gerilim filmlerine bayılır? Niye birçok genç hızlı araba kullanmayı sever? Bazılarını bir yığın tehlike dolu ‘spor’a sevkeden nedir? Haberler, reality-show’lar ve açık oturumlar niye çok seyredilir?

Bu soruların izi sürülse, herhalde, insanın fıtratında yansıması bulunan bir noktaya varılır. İnsan, ‘heyecan’ duymaya muhtaç bir canlıdır; ve sözünü ettiğimiz tüm bu şeyler insana heyecan vermektedir. Lâkin, heyecanın bu şeylerde duyulan arzunun gerisinde, heyecan verici asıl şeylerin gözden kaçması yatmaktadır.

Sözgelimi, bir gündoğumu, yahut günbatımı manzarası, gözden kaçan bir müthiş bir heyecan vesilesi değil midir? Dünyadan 150 milyon kilometre uzakta ve ondan milyonlarca kez büyük bir güneşin bir düzene tâbi oluşu; ve o kadar uzak bir mesafeden dünya üzerindeki canlılara her sabah hayat öpücüğü yollaması, şöyle bir düşünülse, ne kadar heyecan verici bir olaydır. Hele, doğarken ve batarken, bulutlar ile birlikte sergilediği o ilahî sanat sergisi ve renk cümbüşü de hesaba katılırsa...

Keza, bir arabanın olsa olsa saatte 200 km.nin biraz üzerine çıkışında heyecan arayan insanoğlu, acaba yaşadıkları dünyanın, 1600 km. hızla giden, ama ne gürültü ne duman çıkaran, üstelik hiç de sarsmayan muazzam bir araba hükmünde olduğunu biliyorlar mı?

Peki, bir çiçeğin boy verişi, bir bebeğin tebessümü, bir serçe yavrusunun ilk kez uçuşu, bir siyasetçinin ‘az sonra’ gelecek açıklamalarından daha az mı heyecan verici? Bir futbolcunun top peşinde koşması mı daha muazzam bir olay; bir kedinin yürüyüşü, bir martının kanatlarını süze süze uçuşu mu?

Ya yağmur? Ya bulutların geçit resmi? Ya şimşekler ve yıldırımlar? Yahut, yüzlerce tonluk demir yığınlarının, dörtyüz milyon yıl önce kendileri için depolanmış ‘gıda’larını alarak gökyüzünde uçması? Veya, bir minik balığın denizde yol alışı, üç günlük bir kuzunun çayırda kendisine zararlı olanı ile olmayanı ayırt ederek otlanışı, bir yaprağın salınarak düşüşü...

Sözün kısası, heyecan doğrudur ve fıtrîdir. Yanlış olan, heyecanın gerçek adresinin unutulmasıyla birlikte, boş, anlamsız ve değersiz heyecan yolları aranmasıdır.

Köpeklerle gelen

Son zamanlarda, evde köpek beslemenin, gitgide yayılan bir tutkuya dönüştüğü gözleniyor. İş bu kadarla kalıyor da değil. Evin içinde köpek beslemeye dair nebevî yasak ve de fıkhen köpeğin necis sayılması dolayısıyla ehl-i dinin bu konuda gösterdiği antipati de eklenince, birilerince, evde köpek besleme rahatlıkla ‘modernlik’ göstergesi olarak sunuluyor.

Evde köpek besleyen herkes, bunu nebevî emre itiraz ve ehl-i dine inat olarak yapıyor olmasa gerek. İhtimal ki, sünnetin bu konudaki hükmünden habersiz olanlar dahi vardır—ki, ‘sünnet’ deyince, yalnızca şu toplumda düğünü bile yapılan ‘hıtan’ı anlayanlar bile milyonları aştığına göre, vaziyet elbette böyledir.

Şöyle bir parça düşünelim: İnsanlar niye köpek besler? Bir kısmı, sırf ehl-i dine ‘gıcıklık’ olsun diye besler, doğru. Ama, köpek besleyenlerin kâhir ekseriyeti için, daha başka gerekçeler mevcuttur. Hadisede, öyle görünüyor ki, fıtrî bazı duyguların dışavurumu dahi sözkonusudur.

Sözgelimi, köpek, gayrifıtrî şehir ortamında, kâinata açılan bir menfezdir kimileri için. İnsanın dostunun yalnızca yine ancak insanlarla sınırlı kalmayıp, bütün kâinatın da insana dost olduğunu görmeye fıtraten muhtaç olan, zira ‘ünsiyet’ gibi bir ihtiyaçla yaratılan insana, kâinatla bir dostluk kapısı teşkil etmektedir.

Yalnız insanlar köpekle teselli bulmaktadır. Ki, gitgide modernleşen Türk toplumunda ‘yalnız’ların sayısı da giderek artmaktadır. Çocuklarınca terkedilen yaşlılar yalnızdır, eşinden ayrılmış kadınlar yahut erkekler yalnızdır, evli olan ama eşiyle iletişim kuramayan insanlar yalnızdır, evli olan ama gündüz işte olan gecesini ancak gecenin az bir kısmında evde gören kadınlar yalnızdır. İşte tüm bu yalnızlar için, evdeki köpek, yalnızlığın bir derece telafisini temin etmektedir. Belki, bebe emziği gibi, sahte bir telafi vesilesidir bu; olsun, sonuçta en azından ‘yalnızlık’ meselesini belgelemektedir.

Ayrıca, sair insanların yalan, dolan ve ihanetine sıklıkla maruz kalan şu zamanın insanları, evdeki köpek, sadakatiyle teselli etmekte; ayrıca, hükmetme ve emretme gibi mecraından kolayca sapabilen riskli bir duyguyu iç dünyasında besleyen insanların bu duygusunu teskin etmektedir.

İşin, Avrupa özentisi, korunma ihtiyacı, özellikle gençler için dışarıda volta atma bahanesi olması gibi başkaca boyutları da vardır.

Velhasıl, evde köpek besleme, marazî birtakım duyguların sonucu olabildiği gibi, fıtrî birtakım duygulara da karşılık gelmektedir. Gelin görün ki, bu duyguların nihaî karşılığı köpekler değildir. Köpekler, hiçbir zaman, sadakat, ünsiyet gibi duyguların yegâne ve de nihaî cevabı olamamaktadır. İnsan, böylesi duyguları öncelikle bizatihî insanlardan karşılık görmeyi ummaktadır.

Bu arada, bizatihî köpek besleyenler, ehl-i dinin ‘evde köpek besleme’ tutkusuna yönelik antipatisini kesinlikle anlayamamaktadır. Kendi rahatı için başkasını rahatsız etmeme imanın gereklerinden biridir, ve ehl-i dini evde köpek beslemekten alıkoyan nebevî terbiyenin bir veçhesi de budur. Zira, köpeğin dışkısı ve sidiği necistir, evi de nâhoş bir kokuya ve belki mikrop üremesine daha uygun bir hale bürüyecektir. Bunun çaresi köpeğin safasını kendisi sürüp, cefasını başka herkese çektirmektir; lâkin bir mü’minin buna razı olması imkânsızdır.

Gelin görün ki, evinde köpek besleyenlerin böyle bir ‘sorun’unun olmadığı görülür. Köpeği bahçede besliyor oldukları için mi? Hayır. Köpek evin içinde beslenir, ama ‘hâceti geldiğinde’ dışarıya çıkarılır. Dışarı çıkan köpek, bulduğu her ağacın dibini ‘sulamak’la kalmaz, topraksız herhangi bir modern şehirde, herhangi bir kaldırımın herhangi bir yerine dışkısını bırakır. Bazı köpek besleyiciler insanları gelip geçtikleri yerde pis kokya ve pisliğe basma tehlikesine maruz bırakmayı içlerine sindiremiyorlardır yine de. Onların çözümü ise, daha beter bir nihayete ermektedir. Zaten topraklı mekânı az olan modern büyük şehirde, az sayıdaki parklardan veya çocuk bahçelerinden birine götürürsünüz köpeği. Köpek, oracıkta, çocukların oynamaya doyamadığı kumları WC olarak kullanır; sonuçta, birçok anne-baba çocuğunu gönül huzuruyla parkta kumlarla başbaşa bırakma imkânından da mahrum kalır. Köpeğin hacetinin gelmesi de, bunun için hacetini örtebileceği toprak bir zemini seçmesi de anlaşılır bir durumdur; ama, köpeği besleyen insanların hacet deyince dışarıya çıkmayı, hele parklara ve çocuk bahçelerine uzanmayı anlaması anlaşılır türden değildir.

Ve, modern zamanların modern insanları, köpek beslerken sergiledikleri bu bencil ve duyarsız vaziyet ile, bir ‘çağdaş uygarlığın’ topyekün zihniyetini ele vermektedir. Işıltılı binaların ardında dev çöplükleri bulunan şehirler inşa eden; şehrin akıtılabilir bütün pisliğini balıkların ve onlarla beslenen kuşların ölümü pahasına denizlere taşıyan; okyanusların dibinden ozon tabakasına kadar, bütün bir dünyayı ölçüsüz bir büyüme arzusuyla çöplüğe çeviren; kendi fabrikalarındaki tehlikeli atıkları doldurduğu bidonları gemilere yükleyip başka denizlere sevkeden.. bir uygarlığın insanları, kendi ev hayatlarında bile, bu bencilliği nasıl da sergilemekte ve nasıl da içlerine sindirmektedir!

Eskilerin dediğine bakılırsa, “Gülü seven dikenine katlanır.” Ama o eskidendir. Modernler, her gün lisan-ı halleriyle “Gülü seven dikenine katlandırır” demektedir.

Korku filmi ne söyler?

Bir kudsî hadiste, “Ben kulumun zannı üzereyim” buyurur Rabb-i Rahîm. Bu kudsî hadisin en yalın mesajı, âlimlerin ittifak ettiği üzere, şu şekildedir: “Kulum Beni nasıl bilirse, ona öyle muamele ederim”

Allah’ın kullarının hayatlarına nazar ve iç dünyalarına nüfuz ettiğimizde, bu kudsî hadisle bildirilen gerçeğin yansımaları çıkar karşımıza. Nitekim, hakikî imanı elde eden öyleleri vardır ki, Rablerinin rahmet, şefkat, yardım ve ihsanından asla gafil olmadıkları için külhanlar gülistan, zindanlar cennet bahçesi hükmüne geçmiştir onlar için. Zahiren çok büyük musibetler yaşamış da olsalar, o musibetlerde dahi O’nun rahmetini, ihsanını ve sevgisini görmüş; musibetlere dahi ‘sabır içinde şükür’ etmişlerdir. Öte yandan, imanı zayıf olan yahut inanmayan niceleri de, apaçık rahmet ve sevgi tecellileri karşısında dahi hüzne, eleme ve endişeye kapılmışlardır. Ağza giren lezzetli bir yemek, bir daha böylesini bulur muyum düşüncesiyle elem getirmiş; güzelim bir bahar manzarası, otların ve çiçeklerin solduğu sonbaharın hatırlanmasıyla hüzne boğulmuş, ulaşılan bir servet korunup korunamayacağı endişesiyle adeta azaba kalbolmuştur.

Kısacası, Rabb-i Rahîm, O’nu herşeyi kuşatan rahmetiyle tanıyana her bir hadisede rahmetini göstermekte; rahmetini görmezden gelen yahut itham eden kullarına ise celâl tecellileriyle mukabele etmektedir.

Vahyin aydınlığına gözünü kapamayı Aydınlanma bilen modern medeniyetin icadı olan korku filmleri, bu bakımdan, ne kadar da anlamlıdır!

Bu filmlerde görüldüğü üzere, en güvendiğiniz arkadaşınız bir vampir olabilir. Beslediğiniz kedi geceleri başkalaşıp aile efradınıza saldırabilir. Tavan üstünüze düşer, tabandan korkunç mahluklar sökün eder, elektrik kablosu sizi şoka uğratır, televizyon kurşun atar, halı ayağınıza dolanır, çatal size düşman kesilip gözünüze saldırır. Hatta, karınızdan, babanızdan yahut çocuğunuzdan bile emin olamazsınız. Her an herşey olabilir; ve, ‘olabilir’ bu ‘herşey,’ hep korkunç şeylerdir.

Korku filmlerinin bu korkulu ve evhamlı kurgusuyla dışa vurulan, inanmayan insanın iç dünyasıdır. Bu filmlerin bir ‘kurgu’ olarak algılanmayıp ciddiyetle izleyici bulmasının altında yatan, bu ‘kurgu’nun insanların iç dünyasındaki rahmetsiz ve cemalsiz, evham yüklü düşüncelerle denklik taşımasıdır.

İşin özeti; Allah, Kendisini rahmetiyle tanımayana, celâliyle muhatap olmaktadır. Kul Rabbini nasıl tanıyorsa, ona öyle muamele olunmaktadır.

Aşılamayan paradoks

“Modern sanayi toplumu muazzam şekilde karmaşık, muazzam şekilde çapraşıktır ve insanın zaman ve dikkati üzerinde muazzam iddialarda bulunmaktadır. Benim kanaatim, bunun en büyük şer sayılması gerektiğidir. Paradoksal görünebilir, ama modern sanayi toplumu, emekten tasarruf eden inanılmaz bollukta aygıtlara rağmen, insanlara herşeyden önemli manevî vazifelerine adanmaları için daha fazla zaman vermemiş; bu vazifelere zaman bulmayı, çok azimliler hariç, herkes için son derece zorlaştırmıştır. Aslında, bir toplumdaki hakikî mevcut boş zaman miktarının o toplumun kullandığı emekten tasarruf eden makinelerin miktarıyla ters orantılı olduğunu iddia etsem, çok ileri gitmiş olmam. Bu paradoksun izahı, basitçe şudur: Aksi yönde şuurlu gayretler bulunmadığı sürece, daima istekler onları karşılama yeteneğinden daha hızlı artacaktır.”

—E. F. Schumacher, Good Work, s. 25

Aptalların son kalesi

“... Samuel Johnson, ‘Bir alçağın son kalesi, vatanseverliktir’ demişti. Dr. Johnson bugün yaşasaydı, akılsız milliyetçilik kolayca kırılabilen bir evrende yaşayanların son kalesidir diyebilirdi. Böyle bir milliyetçilik, kartondan yapılmış bir sipere benziyor. Işığın girmesini engelleyecek kadar kalın, ama güçlü bir rüzgâra dayanamayacak kadar da zayıf ve çelimsiz.”

—Gazeteci Andrew Finkel, bu genel değerlendirmeyi bir ‘özel’ sebebe binaen yapıyor. ‘Elin gâvuru’ olarak başörtülü öğrencileri savunmasını ‘yüzde yüz yerli’ Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya hazmedemeyip kendisine ‘dış mihrak’ paranoyası ve ‘vatansever’ üslubuyla sataşıyor. Finkel de, cevabî yazısını böyle noktalıyor.

EVLERE ŞENLİK!

“Uche topu alıyor, Högh’ün ara pası, Okocha’dan Boliç’e, Boliç vuruyor ve goooll! İşte Türk’ün gücü! İşte Türk’ün gücü!”

Not: Bir mecnunun not defterinden değil, bir spikerin maç naklinden alınmıştır.

-----------------------------------------------------------

hayatım roman

“Komşu hanım, daha iki gün önce aldıkları mutfak robotundan söz ediyordu. ‘Doğrusu, büyük rahatlık’tı. ‘Soğan doğramanıza bile gerek yok’tu artık.

Daha önce yengesinin evinde mutfak robotu görmese, bu reklamlara kanması işten bile değildi. Ama kazın ayağının öyle olmadığını biliyordu. Elinizle soğan doğramaya ayırdığınız zamanı, bu kez, robotun soğan doğrayan parçasını takmakla, soğanın kabuklarını atıp iki parçaya bölmekle, sonra da ilgili parçayı çıkarıp yıkamakla geçiriyordunuz. Bir ele binlerce vazife gördüren bir Rabbin kulları, nasıl oluyordu da, her iş için ayrı bir âlet icad eden modern tüketim uygarlığının kölesi olabiliyordu?”

hayatım roman

“Taşıdığı tüm ağırlıklardan, evden, arabadan, banka hesap cüzdanından, kolundaki saatten, kredi kartından, üstündeki gömleğin markasından, okuduğu okulun adından, işinden, işinin getirdiği konumdan, taşıdığı ünvandan sıyrılıp soyundurulsa, geride neyi kalacaktı? Geride kendisi kalacak mıydı? Hayır. O, sahip olduğu şeylerden ibaretti ve sahip oldukları elinden çıktığı an, geride bir ‘Hiç’ kalıyordu.”

hayatım roman

“Aslında, insanların çoğu intihar ediyor da farkında değiller, diye düşündü. Ânlarını, saatlerini, günlerini öldürerek bir yavaş intiharı yaşıyordu nice insan.”

hayatım roman

“Kalbsiz, ruhsuz, vicdansız bir çağda yaşıyordu. Kalbsizlere kalb, vicdansızlara vicdan olmayı özlüyordu. Ağırdı bu yük; ne ki, omuzundaydı. Kalblerin, ruhların, vicdanların yerli yerinde olduğu bir çağda değildi ne de olsa...”

hayatım roman

“‘Nasıl biri?’ diye sordu ötekine. ‘İyi, çok iyi’ cevabını aldı. ‘İşi güzel, kazancı güzel, iyi bir semtte oturuyor, altında arabası da var.’

‘İyi insan’ın tarifi, hiçbir çağda bu kadar maddîleşmiş, bu kadar alçalmış olmasa gerekti.”

DUVAR YAZILARI

ÂCİZDİR İNSAN. ACZİYETİNİ KABULLENMEKTEN BİLE ÂCİZ...

HİZMETTE SİNİR YOKTUR

BANA EVİNİ GÖSTER, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM
BANA ÇOCUĞUNU GÖSTER, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM
BANA HARCAMA LİSTENİ GÖSTER, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET,
KUDRETİ SONSUZ OLAN RABBİNDE MEVCUTTUR

HADDİNİ BİLEN, RABBİNİ BİLİR

--------------------------------------------------------

İktibaslar

“Ne güzel atlar bunlar
Bunca yol çiğnediler
Çiçek çiğnemediler”
—Şair Osman Sarı, “Önden Giden Atlılar” adlı şiirinde, sahabe ve tâbiînin ruh derinliğini ve imanî hassasiyetini son derece hoş bir ifadeyle dile getiriyor.

“İnsan Tanrısız nasıl yaşar? Ancak kendisi tanrı olarak ki, bu da mümkün değil.”
—Andrey Tarkovski’den, fıtratın ta derinliklerinden kopup gelen müthiş bir soru, ve münkirlerin hayatlarıyla belgelenmiş bir cevap.

“... Kendi varlığını hiçe sayarak, gene bizzat kendini aramak; kendinden yalnız Tanrının verebileceği cevapları istemekle tüketti yaşamını. Nobel ödülünü kazandığı yıl, sormuştum ona telgrafla: Madem inanmak istemiyordu Tanrıya, öyleyse niye Tanrıyı terketmiyordu?”
—Ünlü Amerikalı romancı William Faulkner, varoluşçu Fransız romancı Albert Camus’den bahisle, Tarkovski’nin dikkat çektiği çelişkiyi açıyor.
“Nefret eden için, nefretin kendisi, nefret edilenden daha önemlidir.”
—Halen Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olan şair Vaclav Havel, ‘nefret-bağımlısı’ kişiliklerin nefis bir özetini sunuyor.

“Padişah kapısındaki bir yoksul, bana bir nükte söyledi. Dedi ki: Hangi sofraya oturduysam, rızkı veren Allah’tır.”
—Hâfız’ın Divan’ından, kısa bir iman dersi.

“Modern düşüncenin çeşitli şekillerine karşı dinî yenilik ve savunma tavrının takınıldığı Hıristiyanlığın tarihi tüm Müslümanlar için ders olmalıdır. Yalnızca Allah’ın düzenlediği ruha ve şekle bağlı kalan bir din yaşayabilir.”
—Seyyid Hüseyin Nasr, din adına dini ‘modernize’ edenlere cevap veriyor.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut