Arşiv

Küçük olaylar

• Aylardır emekleyen, bir buçuk aydan beri de bir yerlere tutuna tutuna yürüyen sevimli bir bebek, az önce desteksiz ilk adımını attı. Biraz ürkekti, hafif yalpaladı; ama yine de yürüyordu artık!

• Minik bebeğin ablası sevinç ve hayret içinde annesine koştu: “Annee, annee! Gel, kaydeşim yürüyo.”

• Bebeğin yürüyüşünü hayretle seyreden annenin kendi yürüyüşüne hayret edişinin üstünden, tam yirmialtı yıl geçmiş bulunuyordu.

• Bu sırada bastonuna yaslanarak karşı kaldırıma geçen bir amca, bunca yıldır nasıl rahat rahat yürüdüğüne hayret ediyor; bunun kıymetini bilemediği için de, aklına şaşıyordu.

• Tekerlekli sandalyesiyle pencere kenarına gelip, caddeden geçip gidenleri seyrederek oyalanan felçli hastanın gözü, bastonlu amcaya takılmıştı. Birden, “Bastonla da olsa, yürümek güzel şey” diye geçirdi içinden.

• Hastanın can dostu Mırnav ise, daha çok, uçan kuşlara dikmişti gözlerini.

• İleride, bir adam mağrur bir edayla yürüyordu. Yere tam doksan derecelik bir açıyla durmaktaydı. Ne başı hafif öne eğikti, ne de omuzları.

• Karşı dairedeki teyzenin okuduğu son sûre, Lokman sûresiydi. Tam da o anda, “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme” mealindeki âyeti okumuştu.

• Bir tıp fakültesinin ikinci sınıfında, anatomi dersine girmişti öğrenciler. O günün konusu, ayak kemikleriydi. Kemiklerin yapısından yerleşimine.. ince bir hesabın, hassas bir ayarlamanın varlığı ortadaydı.

• Fizyoloji dersine giren üst sınıftaki öğrenciler ise, işin kemiklerle kalmayıp, kasları, damarları ve sinirleri de içeren mükemmel bir düzen içinde gerçekleştiğini öğrendiler.

• Karşı kaldırımdan ise, birkaç aşufte kılıklı insan, onlara bu bedeni, bu ayakları, bu kasları Vereni düşünmeden, üstelik O’nun emrini çiğneyerek ‘Cahiliye kadınları gibi’ yürüyorlardı.

• Oysa aynı sıralar, Rabbini bilen bir hanım, bu konudaki âyeti düşünmekle meşguldu. Bu âyet, bize “Vücudunuzun sahibi siz değilsiniz; olamazsınız da. O halde, o vücudu Sahibini bilerek ve O’nun izni dairesinde kullanma durumundasınız” diyor olmalıydı.

• O sıralar can veren bir adam, asıl Sahibin kim olduğunu haliyle belgeliyordu.

• Meydanın öbür ucundaki birkaç genç ise, bir arkadaşlarını bekliyordu. Koşar adım gelen delikanlı, selam-kelamdan sonra, heyecanla söze girdi. “Az evvel” dedi, “evden çıkmadan önce, bir kitabı almıştım elime.” Okuduğu kısımda, İmam-ı Rabbanî’nin harika bir tavrı anlatılıyordu. “Hazret, hiç kerametini görmedik” diyenler olunca, ayağa kalkmıştı büyük insan. Birkaç adım yürümüş, sonra şunu demişti: “İşte keramet!”

• Bir başkası ise, “Kur’ân’da Keramet” başlığını taşıyan bir kitabı okuyordu. Kitabın ana vurgusu şuydu: Keramet, Allah’ın ikramının ifadesidir. O halde, muhatap olduğumuz herşey ve her nitelik bir ilahî ikram olduğuna göre, hepimiz kerametler içinde yaşıyoruz aslında.

• Aynı anda, bir dergide ‘küçük olaylar’ı okuyan birinin aklına, hemencecik bir örnek gelmişti. İçinden, “Meselâ, yürümek” dedi.

• Ve bu olayların hiçbiri TV’lerin haber bültenlerinde yer almadı.

• Gazeteler de bu olayları yazmadılar.

• Ama ‘yazıcı melekler’ gerek Rabbi adına, gerek Rabbini unutarak atılan adımların çetelesini tutmayı sürdürdüler.

• Ve bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü.

• Ve hayat yürümeye devam etti.

Duvar yazıları

YA ALLAH’A KUL OLUR İNSAN,
YA DA BAŞKASINA KÖLE!

ONLARIN YERİNDE OLSAM,
ONLARIN YERİNDE OLMAZDIM

KİMİLERİ HAY-HAY DER,
KİMİLERİ HAYY! HAYY!

OYNANAN OYUNU BİLELİM,
OYUNA GELMEYELİM

Kirli deniz ve martılar

Ekim ayı içinde, İstanbul’a çoook uzaklardan bir insan geldi. İstanbul’u gezdi, gördü, birçok insanla görüştü, birçok insanın ve bütünüyle bir toplumun hayatını kısmen gözlemleme imkânı buldu, bir konferans da verdi, ve tüm bunların arasında martılar özellikle dikkatini çekti. Çünkü, bir dostu, İstanbul martılarının hüzünlü öyküsünü anlatmıştı ona. Deniz bir hayli kirlendiği için, eskiye nisbetle pek balık yaşamıyor, dolayısıyla martılar gıdalarını çöplüklerde arıyor, özellikle beş dakika bekleyen bir hamuru ‘bayat’ görüp atma gibi iğrenç bir titizlik sergileyen kimi ünlü hamburger firmalarının ve fazla alıp sonra da ‘bayatladı’ diyerek atan ve gene fazla almaya devam eden müsrif insanların çöplüklere bıraktıkları nimetlerle besleniyorlardı.

Uzaklardan gelen insan, bu durumdan haberdar olduğunda, ilham meleği ona kendi durumumuzu fısıldadı: Ya insan?

Ertesi gün, konferansına katılanlar, onun nefis bir misaliyle karşılaştılar. Önce kirli deniz ve martıları anlattı bu kişi. Sonra, bizler de bu martılar gibiyiz, dedi. İç dünyalarımız kirlenmiş halde. Kalblerimiz ve ruhlarımız ise gıda arıyor. Sonuçta, çöplüklerde arıyoruz gıdamızı. Nefsin ve çağın kollektif nefs-i emmaresinin artıklarının peşine düşüyoruz.

Adalet bunun neresinde?

Adliye dairelerinde, bu arada mahkeme salonlarında göze çarpan nefis bir söz vardır: ‘Adalet mülkün temelidir.’ Hz. Ömer’e ait bu söz, gerek ‘âlem-i mülk’ diye de ifade olunan şu kâinatın Adl ismine ne kadar muazzam bir biçimde ayna olduğunu; gerek bir devletin ayakta durabilmesi için adaletin olmazsa olmaz önemini bildirir. Herşeyi bir denge içinde, her bir şeye hakkını vererek ve birşeyin başka birşey aleyhine haddi aşmasına müsaade etmeyerek yaratan Rabbimiz, insanlık hayatının devamını da ‘adalet’ esasına bağlamıştır. Hz. Ömer’in bu sözü, bu iki anlamı da içeren; ve bu arada tekvinî ve tedvinî şeriatın bütünlüğünü ifade eden kısa ama büyük bir sözdür.

TC’nin adliye dairelerinde sözün bu anlamla mı ele alındığı, elbette su götürür. Hatta, çoğunlukla hiç de böyle anlaşılmadığını söylemek pekâlâ mümkündür. Bundan da öte, çoğu kez, sözün daha noktası konulur konulmaz, bir adaletsizlik örneği sergilenir. Hz. Ömer’e ait bu söz, ondan l300 yıl sonra doğmuş başka bir şahsa izafe edilir.

Bu yüzden de, insan sormadan edemez: Adalet mülkün temelidir, doğru. Peki adalet bu mülkün neresinde?

HAYATIM ROMAN

“Yüreğindeki hüznün boyutlarını ele veren derin bir iç çekerek, tekrar caddeye çevirdi gözlerini. Eskiden insanların geçtiği şu yoldan, artık elbiseler ve ayakkabılar geçiyordu.”

HAYATIM ROMAN

“Casus gemiler gibi gelip iç dünyamızın dengelerini altüst ediveren duygulardı bunlar. Ansızın yanınıza sokulur, siz farkına vardığınız anda yapacaklarını zaten yapmış olurlardı. Kalb radarı sürekli açık olmazsa, felâket kaçınılmazdı.”

HAYATIM ROMAN

“‘Dünkü programı seyrettin mi?’ dedi yanındaki. ‘Hayır. Televizyon seyretmiyorum.’ Başını önüne eğdi, ama yanındaki adamın onu tuhaf bir yüzle süzdüğünü hissediyordu. Gözünü kaldırsa, ‘Bu nasıl insan?’ diye soran bakışlarla karşılaşacağı muhakkaktı. Yapmadı. İnsanlık tarihinin son otuz-kırk yılını saran bir fenomendi televizyon. Binlerce yıldır, milyarlarca insan televizyonsuz yaşamıştı. Dahası, hiçbir peygamberin televizyonu yoktu. Ama tam anlamıyla insandılar.”

Ağaçlardan ekonomi dersi

Her ağacın boyu posu aşağı-yukarı bellidir. Meselâ kavak ya da çam ağaçları yirmi-otuz metreye kadar çıkarken, şeftali ağacının dört metreyi bile aştığı pek vâki değildir. Erik ve kayısı ağaçları ise nadiren on metreyi bulur. Her ağacın belli bir büyüme seyri vardır; ona göre büyür. Suyu fazla buldum, gübre iyi geldi, bana takdir edilen boyu aşıvereyim diyen tek bir ağaç yoktur.

Audubon dergisine yazan Wendell Berry, akılsız ağaçların bile sahip olduğu bu ‘büyüme’ mantığından modern dünyanın bihaber oluşuna yanıyor. Ne kadar suya, ne kadar gübreye muhatap olursa olsun, yalnızca ihtiyacı kadarını alan ve yalnızca kendi fıtrî sınırları içinde büyüyen ağaçların, bize anlamlı bir ‘ekonomi dersi’ verdiğini söylüyor.

Ağaçlar, bilimin tesbitine göre, milyonlarca yıldır şu dünyadalar ve milyonlarca yıldır su ve mineral aldıkları halde, ne suyun dibini bulmuş, ne de minerallerin kökünü kurutmuş değiller. ‘İhtiyaç’ üzerine ve fıtrî sınırlar üzerine temellenen bir ‘büyüme ekonomisi’ içinde yaşıyorlar ve de, milyonlarca yıldır, sair mahlukların hayatına kasdetmeden yaşıyorlar. Oysa insan, ne işe yaradığı belirsiz bir sonu gelmez büyüme tutkusuyla, çok değil yüz yıl içinde petrol gibi nimetlerin dibini bulmuş; onbinlerce canlı türünün ise kökünü kurutmuş bulunuyor.

Bu probleme çözüm arayan modern dünyanın, ekonomistlerden öğreneceği çok şey yok Wendell Berry’ye göre. Endüstriyel kapitalizm de, endüstriyel komünizm de eşit derecede başarısız. Verimlilik, kârlılık, etkinlik, sınırsız büyüme, sınırsız refah, sınırsız mekanizasyon ve otomasyon gibi hedefler, eninde sonunda insanlığı bir mahvoluşa sürüklemeye mahkum gözüküyor.

Yazara göre, modern insan, ancak düşünme ve yaşama tarzını değiştirirse adam olabilir ve bu felaketten kurtulabilir. ‘Cemaat’ veya ‘topluluk’ tarifini yalnızca insanları sözkonusu ederek yapan; sair canlıları, hatta yaşadığı yerin suyunu, havasını, toprağını aynı bütünün içinde görmeyen bir anlayışın içinde kalarak, bir kurtuluşa erişmek mümkün gözükmüyor. Öte yandan, açıkça “Bizim ekonomik hayatımızın gerçek kaynağı, fıtrî sınırlarını asla aşmayan, asla boy verdikleri yerin takatinin üstünde büyümeyen, asla başkalarının ölümü ve zevali pahasına yayılıp genişlemeye kalkışmayan bitkilerin ekonomisidir” diyor Berry. “Bizim, ateş gibi değil, ağaç gibi büyümeyi öğrenmemiz gerek.”

Çöp evler çoğalıyor!

Yakın zamanlarda, insanlar, birbiri ardısıra gelen şaşırtıcı haberlerle sarsıldılar. Bu haberler, aynı olayın değişik örneklerini içeriyordu. Kimi İstanbul’da, kimi Ankara’da, kimi İzmir’de, kimi başka yerde olmak üzere ‘çöp evler’ ortaya çıkmıştı. İnsanların pek çoğu evlerindeki bir an önce dışarıya çıkarma telaşında iken, birileri, dışarıdaki çöpleri topluyor, kendi evlerine tıkıyorlardı. Yıllardır bu işi yapan, sekiz-on senedir çöp biriktiren, en sonunda dışarı yayılan kokuların veya başkaca belirtilerin ardından gelen şikayet ve ihbarlarla bu işi yaptığı ortaya çıkan insanlardı bunlar. Kiminin evindeki çöp, yedi-sekiz çöp kamyonuyla ancak taşınacak kadar çoktu.

Bu evler birbiri ardınca ortaya çıktığında, insanlar şaşırdılar. Bir insan, nasıl evini çer-çöple doldurabilirdi?

Tesbit edilebildiği kadarıyla, bu işi yapanların şizofren bir yapısı vardı; ama niye böyle bir işe giriştikleri bugüne dek izaha kavuşabilmiş değildi.

Herkes ortaya çıkarılan ‘çöp evler’i konuşurken, bizler, yeni yeni çöp evler bulduk. Çöp evler, o kadar da az değildi aslında. Şu diyardaki evlerin neredeyse tamamı, çöp evlerden sayılırdı. Bizler belki sokaktan çöp toplamıyorduk; ama sokakta ne bulmuşsak, ihtiyaç olsun olmasın, alıyor ve evlere yığıyorduk. Nicemizin evleri, ömür boyu birşey almasa bile yetecek giyeceklerle doluydu; yiyecekleri de fazlaca alıp fazlaca yığdığımız için bir kısmı bozulup ‘çöp’e dönüşüyordu. Öldüğümüzde ‘ölü eşyası’ olup çöpe gidecek sayısız eşyayla doluydu evlerimiz.

Çöp evlerin ortaya çıkması, müstakbel çöplerle dolu evlerimize şu dünyanın fani olduğu gerçeği ışığında bakmanın vesilesi olamaz mıydı?

Üçüncü sayfa itirafları

Dünyası şu dünyanın fena ve fani yüzünden ibaret olan kesimlerin çıkardığı gazetelerin, birkaç istisna hariç, tipik bir sayfa tahsisi vardır. İlk sayfa politika, ikinci sayfa ise magazin ağırlıklıdır ve üçüncü sayfaya gelindiğinde, ortalık kan gölünü andırır. Sarhoş halde yola çıkıp üç kişiyi ezenlerden karısını aldatan adamın kayınbiraderi tarafından bıçaklanışına, kumar dostluğunun ölüm getirmesinden öfkesini yenemeyip hastanelik oluşa.. uzanan kirli bir çeşitlilik oluşturur bu gazetelerin üçüncü sayfaları.

Ama, bu çeşitlilik, bazı sabiteler de barındırır. Bütün bu kirli olayların perde gerisinde hep kimi ‘gedikli’ unsurların rolü okunur: içki, zina, kumar, hırs, zanna göre hükmetme, uyuşturucu, yalan, hırsızlık, dolandırıcılık, adam öldürme, vs. Kişiler değişir, olayların gelişme seyri değişir, suçların işlenme biçimi değişir; ama bu temel unsurlar hep sabit kalır.

Birinci sayfasında sık sık İslam’ı tehlike gibi gösteren; şeriatı bir felaket unsuru olarak sunan; birinci sayfası başta olmak üzere tüm sayfalarında insanları şu dünyada varoluş amacını düşünmekten alıkoyan; kuytu köşelerinde çokbilmiş dünyevîlerin semavî olana duydukları kin ve husumeti kustukları gazeteler, ‘üçüncü sayfa’larında, aslında diğer tüm sayfalarında sundukları görüş ve yaklaşımın yanlışlığını itiraf ederler. Onlar şeriat düşmanıdırlar; ama üçüncü sayfalarını dolduran tüm kanlı olayların gerisinde, ilahî şeriatın emirlerine itaatsizlik vardır. Onlar dinî bir hayata muhaliftirler; ama üçüncü sayfalarını dolduran tüm kirli olaylar da dinî bir hayat yaşamamanın sonucudur. Zina da, içki de, kumar da, yalan da dinin yasakladığı şeylerdir; elbette, bu uğurda işlenen cinayetler de. Keza dolandırıcılıktan hırsızlığa, rüşvetçilikten uyuşturucuya.. uzanan ve ‘üçüncü sayfa’ların kapsamına giren başkaca tüm şeyler de hakkında ilahî bir yasak bulunan şeylerdir.

Kısacası, kan kokan üçüncü sayfalar, ilahî şeriata kin kusan diğer sayfaların sağlaması hükmündedir aslında. Dine muhalif gazeteler, üçüncü sayfalarıyla, din-dışı bir hayatın gelip dayandığı noktayı itiraf etmektedir.

Öldüren çağdaşlık!

Kur’ân-ı Hakîm’de ehl-i imana birçok kez hatırlatılan hususlardan biri, ‘birinin hatasıyla başkasını mesul tutmama’dır. Bir insanın yaptığı hata yüzünden, ne ailesi, çoluk-çocuğu sorumlu tutulabilir; ne sülalesi, ne de milleti veya memleketi. Bu yüzdendir ki, İslam milliyet-eksenli mücadelelere asla izin vermez. Kime rastlayacağı belirsiz olan, bir yere bomba koyma gibi terörist eylemlere de izin vermez. En önemlisi, bugünkü ‘topyekün savaş’ mantığının, ‘hakikî adalet’i emreden bu Kur’ânî mesaja göre, İslâm’da asla yeri yoktur.

Nitekim, Hz. Peygamber döneminde yapılan savaşlarda, yalnızca ehl-i imanın karşısında yer alan ve eli silah tutan insanlarla savaşılmıştır. Kadınlara, çocuklara, yaşlı ve hastalara, mabede kapanıp ibadetle meşgul olanlara dokunulmamıştır.

Oysa, tüm dinleri ‘savaş suçlusu’ olarak gören modern hümanist-rasyonalist anlayışın hâkim olduğu son asırlar, aynı zamanda ‘toplu imha silahları’nın da geliştiği zamanlara tekabül ediyor. Artık, eskisi gibi, eli silah tutanlarla masumlar ayrımı yapılmıyor. Meydan savaşları da yapılmıyor. Bir ülkenin yönetim kadrosu başka bir ülkenin yönetim kadrosuyla bozuşunca, ikisi de sığınaklarına iniyor, faturayı ise sivil halk ödüyor. Herhangi bir anda herhangi bir şehrin üstüne bombalar iniyor; yaşlı-çocuk, kadın-erkek, asker-sivil, taraftar-muhalif demeden, insanlar öldürülüyor.

Bir BM istatistiğinin verdiği rakamlar, bu bakımdan, müthiş derecede ürkütücü. Dinleri savaş suçlusu ilan eden modern çağların daha başlarında, l8. yüzyılda, savaşlarda ölen sivillerin oranı yüzde 50’ye çıkmış; ve 20. yüzyıla gelindiğinde, bu oran yüzde 90’a ulaşmış. Açıkçası, her savaşta bombalar ve sair ‘toplu imha silahları’ ile, on askere karşılık 90 sivil öldürülüyor! Bir savaşta açıkça taraf olan hükümetlerin ve ordular yerine, o savaşta doğrudan müdahil olmayan sivillerin üstüne ölüm yağdırılıyor. Ki, yalnızca 1945’ten bu yana, 23 milyon insan bu yolda kurban gitmiş.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, altı yıl içinde ölen elli milyona yakın sivil, ve bilhassa Polonya halkının yarısının öldürülmesi olayı ise, cabası!

Böyle bir çağdaşlıktan, Allah düşmanlarımızı da korusun...

Hazır beze bedel bir milyon ölüm

İlk bebeğin doğuşundan bugüne, belki de yüzbinlerce yıl geçmiş bulunuyor. Ve nice yıldan beri, çişlerini ve kakalarını söyler hale gelinceye dek, bebeklerin altı bağlanıyor. Bu iş için yararlanılan nimet de belli: kumaş. Kimi pamuk, keten gibi bitkilerden yahut koyun gibi hayvanların kırpılan ve tekrar uzayan yünlerinden elde edilen kumaşlar, binlerce yıldır, başka işler kadar, bu işte de kullanılıyor. Kirlenen bezler yıkanıyor, tekrar kullanılıyor, yıkanıyor, tekrar.. Bir miktar bez, bir bebeğin ihtiyacını görüyor ve bu uğurda hiçbir canlının hayatına kastedilmiyor.

Ne ki, ‘ihtiyaç için üretim’den ‘tüketim için üretim’e geçişin dönemeci olan modern zamanlarda, insanları daha çok tüketime teşvik edip daha çok kazanmak isteyen birilerinin geliştirdiği ‘Kullan, at!’ mantığının çocuk bezi alanına da yansıdığı görülüyor.

Artık, çocukların altına yıkanıp tekrar tekrar kullanılan kumaş bezler değil; yalnızca bir kez kullanılan, sonra atılan hazır kağıt bezler bağlanıyor. Bu sözümona ‘bez’lerin ana maddesi ise, selüloz ve kağıt. Hem de, kağıdın en âlâsı. Bu iş için ise, her sene koca koca ağaçlar kesiliyor. Kağıt bezin giderek bir çağdaşlık ve zenginlik göstergesi, dolayısıyla bir ‘statü’ aracı haline geldiği Türkiye’de, bir kez kullanılıp atılacak ve seneler boyu ‘çöp’ olarak duracak hazırbezler için, şimdilik yalnızca bir milyon ağacın hayatına son veriliyor. İsraftan uzak durmak ve de her biri Rabbini tesbih eden ağaçların hayat hakkına hürmet etmek gibi duygularla donanmış olması gereken, ama böylesi imanî duyarlılıkları giderek törpülenen ehl-i dinin de ‘hazır bezciler’ kervanına gitgide katıldığı hesaba katılırsa, önümüzdeki yıllarda, doğan her bebeğin birkaç ağacın daha öldürülmesi sonucuna yol açacağı rahatlıkla görülebilir.

Keza, imanî bir duyarlılığın, yalnızca insan için değil, başkaca mahlukat için de bir rahmet vesilesi olduğu da...

Açıkçası, insanların iki dünyası kadar, ağaçların şu dünyadaki hayatı da, ciddi, devamlı ve yoğun bir iman çalışmasına bakıyor.

Lütfen...

Adresi yanlış başvurular

Üniversitelere kayıt dönemi başlamaya görsün, her yıl aynı problem yaşanır. On sene önce de, bugün de var olan bir problem. Kayıt için gerekli evraklar listesi içinde ‘başı açık fotoğraf’ ibaresi vardır; ve mesture öğrenciler bu yüzden bir dizi eziyete maruz kalır. Bağırışlar, çağırışlar, hakaretler.. derken bu iş bir ‘mutlu son’a erişse bile, bu kez dört yıl sürecek yeni bir gerilim başlar. Kimi okullarda mesture öğrenciler serbestçe okula gelip giderken, kimilerinde okula girişleri engellenir. Okula girenlerin kimi, belli derslerde sınıftan kapı dışarı edilir. Kimi yerde sınavlara alınmaz. Kiminde sınavları iptal edilir.

Kaç yıldır bu durum değişmeden dururken, değişen birşey de var: siyasî iktidarlar.

Yıllar önce, şu tarz ifadelerle çok karşılaşmışızdır: “İnanan, İslam’ı temsil eden insanlar başa gelse, bu zulüm biter.” Bunu söyleyen insanlar, inandıkları bu fikir uğruna çok da çaba sarfetmişlerdir. Ama, bu çabanın bir sonuca ulaştığı şu zamanda yaşananlar da görülüyor. Binlerce üniversite öğrencisinin zulüm konusunda çözüm için bel bağladığı, problemi halledecek dediği siyasî parti, şu an iktidar ortağı. Bu partinin lideri de başbakan... Ve bu yıl Ekim ayında hiçbir farklı durum yaşanmadı başörtüsü cephesinde... Parti söylemi ortadayken, üniversite öğrencilerinin beklentisi ortadayken, durum da ortada... Keyfîliğe devam.

Üniversiteyi bitirmiş olmak isteyen her tesettürlü talebenin kendine sorması gereken bir soru var olmalı: “Ben nerde yanlış yaptım?”

Bir problem varsa, problemin çözümü için başvurulacak bir merci de mutlaka vardır. Sorulması gereken şu: Peki, bu merci neresi?

Günde beş vakit kırk kez okuduğumuz Fatiha sûresinde, “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diyerek, bu merciyi belirtiyoruz aslında.

Belirtiyoruz da, adresleri karıştırıyoruz.

İstek ve taleplerimiz, o merciye kadar gitmiyor, yarı yolda kalıyor. Sekiz-on yıldır, bu yaşanan zulümlerde kaç tanemiz “Rabbim, bize yardım et, zulümden muhafaza et, kudretinle sebepler halket, bizi kurtar” diye dua etti? On yılda zulme uğrayan herkes dua etseydi, Mucîb olan Rabbimiz bu dualara herhalde çoktan icabet ederdi. Sebeplere takılıp kalan aklımız sonucu sebebe bırakınca, böyle şefkat tokatlarına maruz kalıyoruz işte.

Firavun’un sarayında Hz. Musa’yı büyüten, kâfirin eliyle nurunu yayan Rabbimiz, bu gerçeğe dikkat etseydik, bizi de bu zulümlü ortamdan şimdiye dek kurtarırdı. Yine de kurtarır. Dua eder, O’ndan istersek. Kimin eliyle gelirse gelsin, O’nun gönderdiğini bilirsek.

Bazan, öğrenmek için, yaşamak gerekiyor. Bir musibet, bin nasihat meselesi.

Bu arada, adres günde kırk kez hatırlatılıyor. Şaşırmayalım diye!

“Bizi bizden kurtar”

“Ey Allah’ım, bizi boş işlerle uğraşmaktan sakındır ve bize eşyayı olduğu gibi göster. Gözlerimizi cehalet perdesinden kurtar ve bize eşyanın mahiyetini göster. Bize olmayanı varmış gibi gösterme ve varlığın güzelliğini yokluk perdesiyle gizleme. Şu görünen âlemi, Senin güzelliğini yansıtan bir ayna kıl; bizi Senden alıp götüren bir örtüye çevirme. Şu kâinatı, bizim için bir cehalet ve körlük sebebi değil, bir bilgi ve feraset kaynağı kıl. Senin cemâline olan uzaklığımız, kendi nefislerimizden kaynaklanır. Bizi bizden kurtar Allah’ım; senin marifetine ulaştır.”

—Büyük sûfî şair Molla Câmî, Hz. Peygamber’in “Allah’ım, bana eşyayı olduğu gibi göster” duasından ilhamla, Rabbine böyle yalvarıyor.

Bir durum tesbiti

“Kulluk etme iştiyakıyla donatılmış olan insan, kulluk etmeden duramaz. Ve eğer bakış açısı manevî düzlemden koparsa, yalnızca Mutlak’a ait olan sıfatları itibarî şeylere vermek suretiyle, daha alt düzeyde bir ‘ilah’ bulur kendine. Bugün ‘özgürlük,’ ‘eşitlik,’ ‘kültürlü olmak,’ ‘uygarlık’ gibi ‘büyük nüfuz ve öneme sahip’ ve ağızdan çıkar çıkmaz yığınlarca insanın zihin altı bir hayranlıkla önünde secdeye kapandığı pek çok kelimenin var olmasının sebebi budur işte.”

—Antik İnançlar, Modern Hurafeler yazarı Martin Lings’ten anlamlı bir ‘modern çağ’ yorumu.

SAYFA ÜSTÜNE KISA İKTİBASLAR

“Sana ağır gelen o bir secde var ya, binlerce secdeden alıp kurtarır seni.”
—Büyük şair Muhammed İkbal, Allah’a kul olmakta zorlanan insanı, başkalarına köle olmaktan kurtulmaya çağırıyor.

“İnsanı Allah yaratmadıysa, neden insan yalnızca Allah’a teslim olunca mutlu oluyor?”
—Ünlü düşünür Pascal’dan, harika bir soru. Düşünceler’inde, devamla, insanın kendisini yaratan Allah’a ne hakla isyan ettiğini de soruyor Pascal.

“Tramvay beygirlerinin yediği kamçıların sebebi de şeriatsızlıktır.”
—1908-9 yılında yayınlanan Volkan’dan, ilahî vahiyle gelen emirlerin yalnız insanlar için değil, sair mahlukat için de rahmet olduğunu ihsas eden anlamlı bir tesbit.

“Eğer gelmemiş ve onlara söylememiş olsaydım, günahları olmazdı; fakat şimdi günahları için özürleri yoktur.”
—İncil’den, vahye muhatap olan insanın sorumluluğuna dair hakikatlı bir pasaj. Yuhanna, 15:22.

“Bir okyanustur zaman, ama biter bir kıyıda/Ve bir de bakarsın ki, sen yoksun buralarda.”
—‘Zaman Usulca Geçer’ gibi şarkıların sahibi Bob Dylan’dan, hayatın faniliğini bildiren nefis dizeler...

“Avrupa’nın ruhu, âdeta sonsuz zamandan beri zincire vurulmuş bir hayvandır. Özgürlüğüne kavuşmaya görsün, ilk kıpırdanışları, hiç de kıpırdanışların en güzeli olmayacaktır.”
—Sonrasında yönünü ‘Doğu hikmeti’ne doğru çizecek olan ünlü romancı Hermann Hesse’nin 1919’da yazdığı ilk romanından.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut