Arşiv

Medeniyetin arka balkonları

Bir bayram arefesiydi. Sahil Yolu’nda ‘Erenköy’ yazılı levhanın gösterdiği yola giren birçok aracı, az ileride can sıkıcı bir sürpriz bekliyordu. ‘Çağdaş uygarlık’ın İstanbul’da görücüye çıktığı yerlerden biri olan Bağdat Caddesine çıkan yolda trafik tıkanmak üzereydi. Kimi özel arabalar yan sokaklara saparak ‘açık bir yol’ arıyor; ama o yola zaten zar-zor sığan belediye otobüsü için beklemekten başka çıkar yol gözükmüyordu.

Otobüs, milim milim ilerlerken, yolcuları aslında önemli bir fırsat yakalamışlardı. Diğer zamanlar hızla geçtikleri yerleri daha bir dikkatle inceleme fırsatı edinmişlerdi. Nitekim, otobüsün Bağdat Caddesine iyice yaklaştığı, ama öndeki bir dizi aracı beklediği bir zamanda, iki yolcu, karmakarışık bir balkon manzarasıyla yüzyüze gelecekti. Balkon kiminin kafası, kiminin kolu kopmuş mankenler ve kırık-dökük raflar ile doluydu. Belli ki, bir giyim mağazasının arka balkonuydu.

İki yolcu, arka balkonu bu kadar dağınık, çirkin ve kirli olan mağazanın vitrin kısmının kimbilir ne halde olduğunu sordu birbirine. Bu mağaza, hangi markaya aitti? Vitrini böylesine dağınık mı, tam aksine son derece alımlı mı idi?

Bir müddet sonra otobüs ‘Cadde’ye girdiğinde, böylesi kirli ve dağınık manzaraların yerini, ışıltılı vitrinler alıverdi. Hele, ‘arka balkon’u berbat haldeki mağaza, vitriniyle tam bir dekorasyon harikasıydı! İç dizaynı da mükemmeldi. Ve mağaza, şu ülkenin en alımlı, en seçkin, en pahalı markasına aitti.

Bir numaralı firmanın vitrini ile arka balkonu arasındaki bu tezat, ‘medeniyetin arka sokakları’nın değişik bir versiyonu sayılırdı. Bir kez daha görülmüştü ki, ikiyüzlü bir medeniyetti yaşadığımız. Yalnızca vitrinini görmek, insanı yanıltırdı. İnsanları ve evleri gibi, mağazalarını da ‘arka balkon’lara gizlenmiş ‘ikinci yüz’üne bakmadan değerlendirenler çok çabuk aldanırdı.

Dış merkezlerde hava durumu

‘Hava durumu,’ her zaman en çok izlenen programların belki de başında gelir. Apartmanlar arasında güneşin ve bulutun zar-zor görüldüğü bir çağda, nice insan TV’lerin ‘yarınki hava durumu’na kulak kesilir. Ne giyeceği, şemsiyesini alıp almayacağı, kazağı yanına mı alacağı yoksa giyip mi çıkacağı, ‘hava durumu’yla ilgilidir çünkü.

‘Hava durumu’nun ‘nostaljik’ bir boyutu da vardır. Gurbettekiler, memleketlerinde hava durumunu öğrenir; o hava durumuna uygun hatıralar ve hayaller yüklenirler. Gurbette sevdikleri olanlar, gurbet diyarının ‘hava durumu’nu öğrenerek, onlarla gizli bir iletişim kurduklarını hissederler.

Hava durumu programı, bu kadarla bitmez. Çoğu kez, Türkiye’de ibrelerin kendisine ayarlı olduğu, soğuk hava dalgasının hep onun üzerinden geldiği Avrupa’daki hava durumu da verilir. Dünyevîliğini resmen ilan eden kanallar için iş burada biter. Onlar için dünya TC ve Avrupa’dan ibarettir. ‘Dinî’ kesime yönelik kanallar ise, ‘bazı dış merkezler’i de eklerler. Kahire, Bakü, Duşanbe, Tahran, Şam, vs. Bu kanalların biri ise, diğerlerinin yapmadığını yapar ve listeye ‘Mekke’yi ekler. Allah’ın evini barındıran; Âdem, İbrahim, İsmail ve Muhammed’e mekân olan Mekke’yi. Kur’ân nurunun ilk kez indiği yer olan ‘emîn belde’yi.

Tüm mü’minlerin kalbinin attığı yer olan Mekke’yi de listeye dahil etmek, elbette bir iyiniyetin mahsulüdür.

Ama, tam da bu iyiniyetle birlikte, ulus-devlet mantığının zihnimizin ne kadar derinine işlediğini ele veren bir hal sergilenir. Çünkü, spiker ‘dış merkez’lerde hava durumunu vermektedir. ‘Merkez’i ulus-devletin sınırlarının belirlediği bir ‘millî eğitim’in talimiyle, mü’minlerin kalbinin ta merkezinde yer alan Mekke, ‘dış merkez’ oluvermiştir!

Bu durum, ulus-devlet zihniyetinin en iyiniyetli dimağları bile nasıl kıskıvrak yakaladığını; kendisine karşı ne denli hassas ve dikkatli olunması gerektiğini gösteriyor değil midir?

Churchill’i nasıl bilirsiniz?

Dünyanın koca bir ‘Dünya Savaşı’ yaşadığı, ehl-i dinin bile ‘ajans haberleri’ uğruna namazını ya çarçabuk kıldığı veya atladığı bir vasatta, yedi yıl hiç gazete okumayan ve radyo dinlemeyen bir hakikat ehli, bu tavrının bir hikmetini şöyle açıklıyordu: “Okuyan ve dinleyen, ikisi de zalim iki taraftan birine kalben meyleder. Onun zulmüne manen taraftar olur. Oysa zulme rıza zulümdür.”

Bu halin değişik örneklerini aslında hepimiz yaşamışızdır. Gün gelmiş, kendisinden çok çektiğimiz birine karşı kalben başka birine meyletmişizdir, ama gelen gidenden geri kalmamıştır.

Bunun en yakın ve net örneğini, galiba Boris Yeltsin oluşturur. Dün komünizm hâlâ bir tehdit teşkil oluşturuyor iken ‘kahraman’ ve ‘kurtarıcı’ gibi gördüğümüz, hele hele komünistlerin karşı-devrim denemesi esnasında tankların üstüne çıkışını yürekten alkışladığımız Boris Yeltsin, bugün bir numaralı kötü adam rolünü oynuyor. Çünkü, dün Sovyetlerin komünizm adına yaptığını, bugün Yeltsin Rus milliyetçiliği adına yapıyor.

Bu örnek, gündelik hadiselerle ziyadesiyle alâkadar olmanın, bu arada kitle iletişim araçlarına olabildiğine bağlanmanın bizi nerelere götürdüğünün açık bir örneği. Bugün belki Yeltsin’in sicilini doğru tesbit edebildik; ama aynı esnada, daha kaç ‘kötü’ bizi ‘iyi’ olarak görünmede, kimbilir?

Meselâ, artık toprak altına gitmiş ünlü İngiliz devlet adamı Churchill de, bunca belgeselin ve bunca filmin izinde, zihnimize ‘babacan’ bir ‘kurtarıcı’ olarak yer etmiştir. Peki, aynı Churchill’in, İngilizlerin neredeyse bütün İslâm dünyasına hükmeden bir ‘süper-güç’ olduğu dönemde devletin en yetkili isimlerden biri olduğunu kaç kişi biliyor? Hele hele, 1915’te İngiliz donanmasının son durak İstanbul olmak üzere Çanakkale’ye gelip dayanmasının; kısacası, yarım milyon gencin şehit verildiği ünlü Çanakkale savunmasının baş müsebbibi olduğunu biliyor musunuz?

1915 Mart’ında İngilizlerin bahriye nazırı idi Churchill. Birçok bakanın itirazına karşılık, Çanakkale Boğazı’na taarruz planını şu sözlerle destekliyordu: “Konstantinopol’ün Doğu için ne anlama geldiğini düşünün! Londra, Paris ve Berlin’in üçü birarada Batı için ifade ettiğinden daha fazla.”

Bu iki örnek bile, kitle iletişim kanallarına fazlaca düşkünlüğün mü’minleri uyanık kılmak bir yana, dostunu-düşmanını tesbit konusunda körleştirdiğini isbata yetmiyor mu?

Kazananların da kaybettiği bir oyun

Binlerce yıldan beri, tüm semavî dinlerin açık yasağına rağmen, zalimce bir oyun oynanır yeryüzünde. Görünürde birinin kazandığı, diğerinin kaybettiği bir oyun: faiz.

Son birkaç asırdan beri, bu oyunun tarafları çoğalmış ve hacmi olabildiğine genişlemiş bulunuyor. Artık, faizciliği, adı ‘tefeci’ye çıkmış, zengin de olsa icra ettiği kirli iş dolayısıyla hakir görülen insanlardan ziyade, bankalar yürütüyor. Oturduğu yerden para kazanmak, başkasının çalışarak kazandığını oturduğu yerden yemek, başkasının batması pahasına da olsa kendi rahatına bakmak isteyen insan bozmaları paralarını alıyor, ‘aracı kurum’ olarak bankalara yatırıyorlar. ‘Faizin kabı ve kapısı’ olan bankalarda biriken para ise, esasen iki şekilde kullanılıyor. Banka ya bizzat bu parayı döviz, borsa, tahvil vs. için, yani para piyasası içinde kullanıyor; veya bir işe girişen ama yeterli parası olmayan kişilere veriyor. Elbette, ‘aracı’lık bedeli olarak, meselâ yüzde 80 faizle aldığı mevduatı, kredi olarak yüzde 150 faizle satarak!

Bu, çoğu kez, alanın da, verenin de razı olduğu bir alışveriş olarak gözüküyor. Çok hikmetlere binaen Cenab-ı Hak tarafından yasaklanan faize, tenbel haram yiyiciler razı olduğu gibi, Rablerinin emrini çiğneyecek derecede hırslı müteşebbisler de razı oluyor. Ne de olsa, ödedikleri faiz, maliyet hesabında yerini alıyor; fiyatlar ona göre belirleniyor. Meselâ, arada faiz olmasa maliyeti elli lira olacak bir ürün, faizin devreye girmesiyle seksen liraya mal oluyor ve satış fiyatı ona göre belirleniyor. Böylece, sözümona oturduğu yerden ‘kazanan’ların ilk kaybı gerçekleşiyor. Zira faiz devrede olmasa yüz liraya alınacak mal, faizle birlikte yüz elli liraya alınıyor.

Kayıp bununla bitmiyor. Bankalar, ellerinde biriken ve neredeyse katrilyona ulaşan parayla, müthiş bir güç sahibi oluyorlar. Bu sayede, sermaye piyasasını istedikleri gibi yönlendirebiliyor; borsayı ve döviz fiyatlarını rahatlıkla etkileyebiliyorlar. Böylece, kayıplara bir yenisi daha ekleniyor.

Ve ayrıca, yine bankalar, bu paralarla devlete yüksek faizle borç veriyorlar. Hazine bonoları, bu borçlanmanın yollarından biri. Peki, bankalardan aldığı bu borcu devlet nasıl ödüyor? (1) Kendi ürettiği ürün ve hizmetlere zam yaparak, (2) vergi oranlarını arttırarak ve yeni vergiler koyarak, (3) para basarak. İlk iki yolla, cebimizdeki para doğrudan alınmış oluyor. Diğeriyle, cebimizdeki para miktarı aynı kalsa bile, bu paranın değeri düşüyor, alım gücü azalıyor.

Sonuçta, bedavadan gelecek paralara tamah edip üç-beş milyonunu veya üç-beş milyarını bankaya yatıranlar sayesinde, faizle hiç ilişiği olmayan insanlar kaybettiği gibi, faiz alanlar dahi kaybediyor.

Bu, kazananların da kaybettiği faiz oyununun maddî yüzü. Manevî yüzünde ise, gelen haram, emeksiz ve haksız paranın davet ettiği manevî musibetler, aile ve evlat belaları.. kolayca gözüküyor. Gözükmeyen, ama işin en dehşetli yanını teşkil eden husus ise, Mahşer gününde karşımıza çıkacak. Rabb-ı Rahîm, emek sarfetmeden ve kendini asla riske atmadan üç kuruş kazanmaya tamah edenlere, ap açık emrine açıkça isyanın faturasını çıkaracak. Faizcilere, faizin kabı olan bankalara damla damla attıkları paralar yüzünden mağdur edilen milyonlarca insanın hesabını bir bir soracak.

Zahirde kazanıyor gözükenin bile maddî-manevî böylesi ağır kayıplara uğradığı aptalca bir oyunun içinde bulunmaya bir mü’minin aklının ve kalbinin elvereceğini sanmıyoruz.

Çünkü, feraset ve merhamet, imanın iki gereğidir.

Baharlar hep geç geliyor

Bu yıl, bahar bir türlü gelmek bilmedi. İnsanlar, daha Şubat’ın ortasında onu beklediler, ama gelmedi. Cemreler bir bir sayıldı, kazma kürek yaktıran Mart günleri kovalandı, bahar gene gelmedi. Gerçi sağda-solda çiçekler belirdi belirmesine, ama bahar ancak Nisan ortalarında gösterdi asıl şenlikli yüzünü.

Sonuçta, iki ay boyu, gündelik konuşmaların baş gündemini “Bu yıl bahar gecikti” tesbiti oluşturdu.

Aylar boyu süren bu muhabbeti konu alan bir yazar, aslında, baharın gelişinde hiçbir gecikme olmadığını belirtiyordu. Bahar, normalde ne zaman geliyorsa, bu yıl da o zamanda gelmişti. Erken gelmediği doğruydu; ama geç kalmış da değildi.

Bu isabetli tesbitinin ardından, çok anlamlı bir çıkarıma ulaşıyordu yazar. Biz her zaman bahar gelsin istiyorduk. Çünkü, kış, ölümün simgesiydi. Bahar ise dirilişin. Ve her insanın en birinci meselesi, ‘yokolmanın dayanılmaz ağırlığı’ndan kurtulmaktı. İnsan, yokolmak istemiyordu; ama çiçeklerin öldüğü, ağaçların ise iskelete döndüğü kış mevsimi yokoluşu hatırlatıyordu. İnsanın, kış günleri yokoluşun dayanılmaz ağırlığını hissederken, bir diriliş muştusuna ihtiyacı vardı. Baharı onun için istiyordu insan. İstediği için de, bir an önce karşısında görmeyi arzuluyor; göremeyince, ‘gecikti’ diye sızlanmaya başlıyordu.

İki ay süren ‘geciken bahar’ muhabbetinden çıkan ders, zihinlerimizi ölümün ardından gelen dirilişe hazırlama gereğiydi.

Bu noktadan sonra, yazının, şu dünya hayatını işte bu diriliş ve âhiret gerçeğine göre yaşama gereğine geleceğini bekliyordu insan. Ama hayır. Bir anda U-dönüşü yapan yazar, birdenbire, “Bahar geldi; şimdi Boğaz kenarında rakı içmenin tam zamanı” cümleleriyle bitiyordu yazısını.

Bu durum, bize, o günlerde farkına vardığımız bir olgunun önemini bir kez daha hissettirecekti: ‘psikolojik şirk.’ İnsanlar, şu koca kâinat sayfasında o kadar ayan-beyan yazılan “Allah var, âhiret var” yazısını okuyamayacak kadar aptal ve ahmak değillerdi. İşte, meselâ bahar, bir dirilişin ve dolayısıyla âhiretin varlığının muazzam bir deliliydi. Bütün bunlar görülüyordu da, bunların ardından iş, o Rabbe ve de âhirete imanın gerektirdiği gibi yaşamaya gelince, nefsin tiryakilikleri devreye giriyordu. Böyle bir hayat, nefsin tiryakiliklerinin dizgine alınması demekti. Bile bile hakkı örterek cehennem uçurumuna yuvarlanmamıza sebep olacak keskin U-dönüşlerinin; gaflet ve şirk derelerine bile bile yuvarlanışların sebebi de, işte buydu.

Zaman zaman çok incelikli hususlar yakalayan ama sefih bir hayat yaşayan sözkonusu yazarın, bu kadar açık bir gerçeği gördükten sonra yazısını bu kadar alâkasız ve ahmakça bir sonla noktalaması, aslında hepimiz için anlamlı bir mesaj taşıyor.

Dikkat edelim, imanî bir hakikate bildiğimiz halde tâbi olmadığımız her noktada, nefsimizin vazgeçmek istemediği bir tiryakilik vardır.

O yüzden, nefsin tiryakiliklerine karşı, aman dikkat!

Tarihe nasıl bakmalı?

İnsanın genel bakış açısının yansıdığı bir alandır tarih. Yaşadığı günlerde ana ilgi konusu ‘devlet’ olan, tarihe de devletçi bir açıdan bakar. Yaşadığı günlere iman-küfür denklemi ile bakan, tarihe de o denklem içinde nazar eder. Genel yaklaşımı determinist olan, tarihi de determinist bir çerçeveden değerlendirir. Yaşadığı ortamı ‘strateji’lerle bezeyen, tarihi de stratejik açıdan okur. Ve, yaşadığı günlerde esma-i hüsnanın cilvelerini gören, tarihî olaylarda da esma-i hüsnayı okur. Meselâ, kimi olayda adaleti, kimi olayda hikmeti, kimi olayda rahmeti apaçık görür; ve Rabbini, tarih penceresiyle de Adil, Hakîm ve Rahîm bir Rab olarak tanır.

Rabbimizin birçok isminin cilvesini okuduğumuz Moğol istilası döneminde yaşanan bir olay, işte bu bakımdan, manidar bir boyut taşıyor. Kırk yıl gibi kısa bir süre içinde Moğolistan’dan tâ Polonya ve Macaristan içlerine kadar uzanan en büyük dünya imparatorluğunu kuran Moğollar, bu arada önce Harezmşahlar’ı ortadan kaldıracak, Anadolu Selçukluları gibi birçok devleti kendine bağlayacak, 1258’de Bağdat’ı ve de Abbasî hilâfetini yıkacaklardır. Bir sonraki adım, Suriye ve Mısır üzerinden, Afrika’ya da saldırıp, bütün dünyanın hükümranı olmaktır. Bu konuda, o günler bitmek bilmeyen Haçlı seferlerini sürdüren Papalık ve Fransa ile de temasa geçerler. Hedef, yeni bir İslâm ordusunu, iki taraftan sıkıştırarak, âdeta tost ekmeği arasındaki sucuk gibi ezmektir.

Moğollar, yeni bir İslâm ordusuyla, Suriye’de, Ayn Câlût denilen yerde karşılaşırlar. Karşılarına çıkan ordu, vaktiyle Kafkasya ve Anadolu’yu istila ederken esir ettikleri, ve Avrupa seferini finanse etmek amacıyla köle olarak Mısır sultanına sattıkları, bu yüzden ‘Memlûk,’ yani köle olarak anılan Müslümanlardan oluşmaktadır. İşte, kendi elleriyle Mısır sultanına verdikleri bu ordu, Moğol ordusunu, tarihinde ilk kez, bozguna uğratır. Hem de, bir zamanlar Tâlût ve az sayıdaki ordusunun, zalim Câlût’un güçlü ordusunu bozguna uğrattığı yerde. Bu yenilgi, Moğolların ‘yenilmezlik’ efsanesine de son verir. Ve Moğol ilerleyişi, bu yenilgiyle birlikte durur. ‘Tost planı’nın diğer kesimini oluşturan Haçlıların ilerleyişi de.

Tam hilâfetin çöktüğü, İslâm dünyasının başsız kaldığı, İslâm topraklarının iki koldan iki azılı düşman tarafından talanının hesaplandığı bir anda, beklenmedik bir olaydır bu. İlahî rahmetin, en keskin stratejileri bile altettiğinin; Serîü’l-Hisab olan Rabbin, umulmadık bir anda hesabı nasıl da gördüğünün; o Rabbin zalimleri kendi tuzağına düşüren bir ‘Hayru’l-mâkirîn’ olduğunun; ve, mazlumların intikamını alan bir Züntikam da olduğunun şahididir.

Aynı zaman içinde, “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz” hakikatı da bir kez daha tecelli eder. Celâleddin Harzemşah gibi en yetenekli komutanlarını yitiren, hilâfet merkezini yitiren, hükmettiği coğrafyanın yarıdan fazlası Moğolların eline geçen, milyonlarca cilt kitabı ise Dicle sularına terkedilen İslâm dünyası, bu en perişan görünen zamanında, bizatihî Moğol hanedanı içinde tâbiler bulur. Altın Orda hükümdarı Berke Müslüman olur; Hülâgu’nun Bağdat’a ve hilafete yaptığını asla sindiremez; Ayn Câlût bozgununa karşı Hülâgu’nun bir intikam seferine girişmesi durumunda kan bağıyla bağlı olduğu Hülâgu’yu değil, din bağıyla bağlı olduğu Memlûkları destekleme kararına ulaşır; kısmen bunun da etkisiyle, İslâm topraklarına yönelik Moğol ilerleyişi önce son bulur, sonra gerileme başlar. Berke’nin ve sonra başka bazı Moğol hanlarının İslâm’ı seçişi ise, semavî bir dinin en ziyade mağlup göründüğü bir vasatta dahi, en güçlü düşmanını kendine râm edebildiğinin delilidir.

Bu tarihî anekdotun, siyasî hadisatı ve ‘güç dengeleri’ni fazla önemseyen, bu yolda ilahî rahmetten ümidini kesecek derecede ilerleyen ehl-i dine diyeceği çok şey olduğunu düşünüyoruz.

Dört anlamlı soru

‘Dindar’ bir radyo kanalında, ‘dindar’ bir hipermarket sahibine, ‘dindar’ bir dinleyicinin sorduğu dört soru vardı. Dördü de anlamlı olan bu soruları, gerek imanî bir endişe taşıyan ‘satıcı’ların, gerek ‘tüketici’ olmaktan uzak durması gereken mü’min ‘alıcı’ların dikkatine arzetmek istedik.

İşte sorular:

(1) Genel olarak marketler, insanların hesap dolayısıyla bir müddet durduğu ve bazan kuyrukta beklediği kasaların yanına, ‘israfat’ sınıfına giren, zarurî ihtiyaç olmayan ama nefsin çok hoşuna giden şeyleri koyuyorlar. Kuruyemiş, çikolata vs. gibi. Dindar marketler de böyle yapıyor. Bu durum, insanları israfa ve lüzumlu olmayan harcamalara teşvik gibi bir işlev de taşımıyor mu?

(2) Marketlerde genel olarak zaruri ihtiyaçlar en dibe veya göz önünde olmayan yerlere konuluyor. Gözönüne ise daha pahalı, nefse hoş gelen, ama zaruri olmayan şeyleri koyuyorlar. Bir mü’min olarak, bu ‘pazarlama’ hilesini tercih etmek içinize siniyor mu?

(3) Genelde tüm marketler 100.000 liralık bir malı 99.900 liraya, 1.000.000 liralık bir malı 990.000 liraya satıyorlar. Böylece, müşteriler ‘psikolojik’ bir yanıltmaya maruz bırakılıyor. Bir bakıma insanları ‘aldatma’ anlamına gelen bu hal imanî bir edebe yakışır mı?

(4) Gerek marketlerin, gerek bakkalların 900 gramlık paketleri kiloluk diye; keza 1600 gramlık yoğurtları iki kiloluk diye sattıkları görülüyor. Bu şekilde edinilen kazanca, ‘yalan’ ve dolayısıyla haram bulaşmış olmuyor mu?

Uyanık ve duyarlı bir mü’minden gelen bu soruları, imanı gereği ‘aldatmaması’ gereken, ve yine imanının bir tezahürü ‘feraset’ olan ehl-i imanın dikkatine arzediyoruz.

Reklam yalanları

Hâlâ pek çok insanın rahmetle andığı bir ‘mevta’nın öncülüğünde, şu ülkedeki nice ehl-i din, ilk kez kapitalizmle sarmaş-dolaş oldu. Din ile dünyanın ‘barıştığı,’ deyim yerindeyse ikisinin de idare edildiği bir vaziyet oluştu. Bu uğurda haramiyeti açık ‘faiz’den helâlliği şüpheli borsa oyunlarına, ve de reklama uzanan bir dizi yol irtikap edildi. Giderek, bu iş hız ve ivme kazanıyor.

Ve şimdilerde, birçok ehl-i din ‘çiğnenen emirler’ adına dövünmek yerine, “Artık bizim de holdinglerimiz” var diye övünüyor.

Gerçekten, dindar kimliği taşıyan birçok firma holdingleşir, birçok firma da o yolda büyümeye adım atarken, ‘kapitalizm’in genel dinamikleri de aynen işliyor. Meselâ, büyük-küçük bir dizi ‘dindar’ firmanın “Reklam Yalanları” adlı evrensel oyuna giderek artan bir hızla katıldığı gözleniyor. ‘Dindar’ radyo ve TV kanallarının gelir edinme yolu olan reklâm, bu firmaların da satış arttırma yolu olunca, işler sarpa sarıyor. ‘Reklam’ denen şeyin niteliği sorgulanmadan, sözgelimi zaruri olmayan şeyleri nefsi okşayarak ve imaj oluşturarak adeta zaruri hale getirip, tüketimi kamçılamanın ve israfı teşvik etmenin ‘İslâmî’liği açık biçimde şüpheli iken, ne alanlar, ne de verenler bunu sorgulamıyor.

Üstelik, sık sık ‘yalan’ giriyor işin içine.

Meselâ, yüzlerce ‘tesettüre uygun elbise’ satan mağaza varken, kimi mağazalar ‘Tesettürde tek isim’ gibi reklamlarla sunuluyor. Keza, insanlara bir terlikle rahat, bir gazeteyle huzur, bir bardak meşrubatla neşe vaad ediliyor.

Kapitalizmin bundan daha da beter ‘reklam yalanları’na elverdiğini biliyoruz. Ama “Ya hak söyle, ya sus” diyen, “Aldatan bizden değildir” diyen bir peygamberin yolunda olmak isteyenlere, bu kesinlikle yakışmıyor.

Ulus-devletin İstanbul karnesi

Philip Mansel, bir İngiliz tarihçi. Hanedanlar ve belli bir hanedana başkent olmuş şehirler üzerinde yoğunlaşan bu tarihçinin hacimli bir kitabının konusunu ise ‘Konstantinopol’ oluşturuyor. 1926’ya kadar bu isimle birlikte Konstantiniyye, Asitâne, Dersaadet, Payitaht, İslambol, Stanbul.. gibi birçok isimle anılan İstanbul yani.

Yazar, dünkü İstanbul’un isim zenginliğine de yansıyan bir özelliğin altını özellikle çiziyor kitabında. İstanbul’un, bir ‘hilâfet ve şeriat devleti’nin başkenti olarak, farklı din, mezhep, dil ve ırka mensup insanları içinde özümseyen karakterini de vurguluyor. Onun, bu yönüyle, nice ülkenin ve nice şehrin din, mezhep, dil ve ırk kökenli kavgalarla harap olduğu bir dünyada, bir ‘birlikte yaşama’ örneği ortaya koyduğunu belirtiyor.

Ve, bu arada, yetmiş yıldır ehl-i dini kendinden başkasına hayat hakkı tanımamakla suçlayan laiklerin hiç hoşuna gitmeyecek istatistikler sunuyor. Bu istatistiklerden, ‘şeriat devleti’ olan Osmanlı’nın İstanbul’unda, hemen her zaman, halkın yarısını gayrimüslimlerin oluşturduğu; ama laik bir ulus-devlet olarak TC’nin kuruluşundan sonra bu oranın önce yüzde bir düzeyine, sonra binde bir düzeyine gerilediği görülüyor.

Sözün kısası, başka ırk ve dine mensup olan insanlar, tüm aksamalara rağmen İslâmî yönünün ağır bastığı bir İstanbul’da kendilerine rahatlıkla yer bulmuş bulunuyorlar—hem de, gerek nüfus oranı, gerek ulaştıkları mevkiler itibarıyla hatırı sayılır bir yer. Ama, ‘hilafet devleti’nin gösterdiği bu ‘çoğulculuğu’ ulus-devletin gösteremediği gözleniyor.

Bu durum, kendilerini ‘hoşgörü’ âbidesi, ehl-i dini ise ‘kendinden başkasına tahammülsüz’ olarak gösteren laik ve millîci zihniyetin ipliğini pazara çıkartıyor olmalı.

KÜÇÜK OLAYLAR

• Ağaçlar, yazın en sıcak günlerinde dipdiri kaldılar. Güneşin yakıcı sıcağı karşısında, kendileri yanmadılar; ama yananlara, Rablerinin lutfettiği harika bir sığınak oldular. Havalar serinlemeye yüz tutarken, onlar da yapraklarını dökmeye başladı bir bir.

Kavurucu sıcakta diri kalan, ama havaların serinlemesiyle birlikte düşmeye başlayan yaprakların her biri, ‘determinizm’in kalıpları arasına sıkışıp kalan insan aklına anlamlı mesajlar gönderiyordu.

• Dün bir parkta bir çocuk simit yedi. Yere dökülen kırıntıları, onun gittiği anı gözetleyen güvercinler ve serçeler yediler. Onların da gagalarıyla alamadığı küçücük taneleri ise, karıncalar yuvalarına taşıdı. Bütün kâinatı kuşatan rızık verme ve temizlik gerçeğinin; rezzakiyet ve kuddusiyet hakikatının buluştuğu sayısız olaydan yalnızca biriydi bu.

• Bir anne, bebeğinin yüzüne bakıyordu. “Şu yüzde masumluktan başka birşey yok” dedi yanındakine. “Ne bir yalan, ne bir kibir, ne korku, ne gelecek endişesi. İnsan, bu yüzü seyrederken, çocukların hâlâ cennette olduğunu düşünüyor.” “Oysa” dedi arkadaşı, “o yüzle başladığımız yolculuğu nefsanî haller yüzünden masumiyeti silinmiş, rahmete karşı ithamlar yüzünden endişeye bürünmüş bir yüzle sürdürüyoruz. O güzelim emaneti nasıl da harcıyoruz!”

• O sırada, bir bebek bir diğer bebeğe elindeki bisküvinin yarısını uzatıyordu.

• Bir çiçek, yeni açmaya durmuştu. Sergilediği renk uyumu, kelimelerle anlatılır cinsten değildi.

• Bir serçe ise, bir kudret ve cemal harikası olan minik bedeniyle, zıp zıp zıplıyordu. Gözlerini açık bacakların haram görüntülerine kilitleyenler, bu güzellikten mahrum kaldılar.

• Bir insan mısır yiyordu. Birden, yediği mısırın tanelerini saymak geldi aklına. 18 sıra, her sırada 37 tane, eşittir 666 mısır tanesi. Toprakta boy veren her bir mısırda böyle on koçan olsa, eşittir 6660.

Dizilişindeki harikalığı her zaman bir Cemîl ve Munazzım’ı hatırlatan mısır, bu hesaptan sonra, Rabbinin bereket ve ihsanının büyüklüğünü de düşündürdü ona. Bire karşı 6660 veren bir Rab. Kim bu kadar cömert olabilirdi?

İnsan, kendi hayatını böyle cömert bir Rabbe neden teslim etmesindi? Bire 6660 veren, fani bir hayata bedel ebedî bir hayatı elbet verirdi.

• Aynı sırada, bir yol kenarındaki solmuş çiçek, oradan geçmekte olan dikkatli bir insana, kendisinin de fani olduğunu hatırlattı.

• Az ötedeki çöp sepetinden sarkan, eceli gelmeden insan eliyle öldürülmüş çiçekler ise, insanın kâinata karşı gaddarlığını ve değer bilmezliğini belgeliyordu.

• O sırada, Karadeniz’deki katrilyonlarca balık, mükemmel bir estetik zerafet içinde, neşeyle yüzüyordu.

• Ama bunun ‘haber değeri yok’tu. Gazetenin fotoğraf servisi, ‘Şile’de boğulan üç kişi’ haberinin fotoğraflarını yetiştirmeye çalışıyordu.

• Emel Hanım, sabah kahvaltısında açtığı gazetede hep böyle haberler okudu.

• Yılmaz Amcanın akşam üzeri hepsini sırayla dolaştığı TV kanallarının haberlerinde de, yalnızca bunlar vardı.

• Bir arkadaş, bir arkadaşına unuttuğu bir gerçeği hatırlattı: “Gökte Ay var.” O da o gece, gökte Ay’ı seyretti. Neler mi düşündü?

• Bir başkası, dün okuduğu âyetin heyecanını taşıyordu. Şöyle diyordu âyet: “Onlar, göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Ey Rabbimiz!’ derler, ‘Sen bunları boşuna yaratmadın!’”

• O sırada, alt kattan gelen ‘Goool! Goooool!’ sesleri doldurdu ortalığı.

• Apartmanın kedisi öldü. Onu çöplüğe atan kişi kendi faniliğini düşünmeyi yine unuttu.

• Ve bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü.

• Ve hayat devam etti.

Duvar yazıları:

TO BELIEVE
OR NOT TO LIVE

ATEİST OLDUĞUNU SANIYORDU,
MEĞER KENDİNE TAPIYORMUŞ!

ÇOCUKLARI ÇOCUK YERİNE KOYMAYIN

ALLAH’TAN KORKUYORSAN, KORKMA;
KORKMUYORSAN, KORK!

İktibaslar:

“Ey nefis, ne zamana kadar günahlardan zevk alacaksın? Tevbe tatsız değildir; onu da tat.”
—Hint-Timur imparatorluğunun kurucusu Bâbur, ünlü Bâburname’de, tutkunu olduğu şarabı bırakmasının sebebi olarak, bu sözlerle özetlediği bir sorgulamayı gösteriyor.

“Meselâ Avrupalılarca, dünyaya gelen şairlerin, Homer’den sonra en büyüğü olarak tanınan Firdevsî’yi ne yapayım? Altmış bin beyitlik Şehnâme’si Bostan’ın yedi-sekiz beyte varan iki hikâyesi kadar insaniyete hizmet edebilmiş midir?”
—Mehmed Âkif, hakikatin elçisi olmayan bir sanata, Sıratımüstakim’in 8 Aralık 1910 tarihli nüshasında bu soruyla yaklaşıyor.

“Aşk benim için bir çaba, bir ödün, sürmenaj. Yalnız, Allah’ı sevmek öyle zor gelmiyor. Çünkü Allah’ı sevmek demek, ortaya çıkmak, gitmek, gelmek, dinlenmek, ve tüm bu işleri yaparken Allah’ın üstümüzdeki sevgisini duymak demek.”
—Ünlü şair Rilke, ‘mecazî aşk’la Rabbine yönelik ‘aşk-ı hakikî’ arasında böyle bir fark görüyor hayatında.

“Yaşadığımız cennetten bizi attıran şeytanı, içimizde aramamız gerek.”
—Bu da, bir diğer ünlü şairden. Goethe, daha onsekiz yaşında, bir mektubunda böyle yazmış.

“Sana ağır gelen o bir secde var ya; binlerce secdeden kurtarır seni.”
—Şair Muhammed İkbal, Rabbine kulluktan kaçan, buna karşılık Rabbinin kullarına kulluk eden insanı veciz bir mısrayla uyarıyor.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut