O AN, kâinat kitabından son bir hafta boyunca okuduğum bölümün en güzel cümlesiyle karşılaştığımı düşünmüştüm. Bir hafta boyu, sanki herşey o cümleyle karşılaşmaya hazırlamıştı bizi. Akşam, yavaş yavaş kâinat sayfasındaki yerini almaya hazırlanıyordu. Yüksekçe bir yerden etrafı izleme imkânı, dikkatimizin daha da yoğunlaşmasına sebep oluyordu. İşte yine karşılaşmıştık. Her zaman tatmayı istediğim ama her zaman bulamadığım bu tad, bu cümle ile yeniden tadılmaya başlanmıştı.
Havanın rengi, denizin rengi, gökyüzünün rengi, sağ tarafta ağaçlarla kaplı yamacın rengi ve Midilli adasının elimi uzattığımda tutabilecekmişim gibi karşımızda duruşu, içimizi tarif edilmesi zor hislerle doldurmuştu. Çok mühim bir filmin çok özel bir karesinin dondurulmuş halini izliyor gibiydik. Filmin mesajı bu sahne içerisindeydi. Bunun farkına daha sonra varacaktık. Etrafı seyre koyulduğumuz bu yamacın yakınındaki bir başka tepede katıldığımız bir sohbet, bunu anlamamıza vesile olacaktı.
Bir kitabı okuma niyetiyle yolculuğa başlamıştık. Ama yalnızca okuduğumuzu farzettiğimizi de bu yolculuğa başlar başlamaz farketmiştik. Belki de yaşamak için değil, okumak için okuduğumuzdan dolayı, karşılaştıklarımız canlılığını, güzelliğini, çekiciliğini, inanılırlığını kaybetmişti. Günlük hayatımızdaki izlerinin kaybolması bunun delili değil miydi? Yolculuk süresince etrafımızı saran güzelliklerin, düzenin, kasdın farkına vardıkça kendimizi yaşamak zorunda bıraktığımız üzüntülerin çözümsüz olmasının mümkün olmadığını görüyor ve hatta niye bunları yaşadığımıza dahi şaşırabiliyorduk. Ne güzel bir şaşkınlık! Şaşkınlık sırayla yerini hayrete, hayranlığa ve sonunda da şükre bırakacaktı. Ve herşey buna vesile olabiliyordu.
Bu yolculuk kararıyla, her an okumak vazifesiyle yükümlü olduğumuz kâinat kitabını sanki yeniden elimize almıştık. Bu sayfalarda neler anlatılmıyordu ki... Yaşadığımız dünyanın, gündelik hayatımızın yeniden şekillenmesi, canlılık kazanması bu okumalarla mümkündü; bunu görmüş ve yaşamıştık. Yol üzerindekiler bunu söylüyorlardı. Bu yolculuk, vaktimizi daha iyi geçirip, her zaman aynı standartlarda geçirmekte ısrar ettiğimiz hayatımızı daha çekilebilir hale getirmek için yapılan yolculuklardan olsun istemiyorduk. Değişimlerden korkarak yaşamak, bugüne kadar, insan hayatına ne getirmişti ki?
Yeryüzü sahnesinde büyük değişikliğin yaşandığı bir zamanda, Mayıs’ın ilk günlerinde yola çıkmıştık. Daha ilk saatlerde Rabbimiz bize bir yolcu olmanın güzelliğini yaşatıyordu. Yol boyunca izlediğimiz bulutlar, gökyüzü ve bunlarla birlikte hissedilen sevinç, bize bunu fısıldıyordu. Birkaç saat sonra, ilk durağımız Uludağ’daydık. Yükseklere doğru ilerledikçe, güzellik üstüne güzellik ekleniyordu. Yeşilin her tonu her yanımızı sarıp sarmalıyordu. Her yer zümrüt bir halı ile döşenmişti. Bu renkler, bu manzara, havanın bu derece tazeliği zihnimizdeki pasları silip yenilememize vesile olacak bir tefekkür silsilesini başlatmıştı. Yeryüzü dağlarla donatılmıştı. Gezinin daha ilk günü, dağların varlığını dahi düşünmeyen bizlere onlarla kurduğumuz sathî ilişkiyi sorgulatmıştı. Dağlar muazzam yaratılışların sergi meydanıydı. Azamet sahibi bir Rabbin sanat eseri olduklarını, şu dağın her halinden hissediyorduk. Uludağ’dan sonraki diğer tepeler ve dağlarda da aynı şeyleri yaşayacaktık. Bir akşam üzeri Gönen’de yüksekçe bir tepeden ovanın diğer tarafındaki tepeleri seyrederken büyük bir müzede mühim bir eserle karşı karşıya olduğumuzu açıkça görebiliyorduk.
Her yolculuk bana seyahati nasıl böyle çok sevdiğimi düşündürmüştür. Bu sefer de aynı soru ile yine karşı karşıya kaldığımı gördüm ve anladım ki, yolculuklar esnasında içinde yaşadığım dünya ile sanki ilk kez karşılaşıyor hissine kapılıyorum. Herşeyin insaniyetimin ihtiyacına birebir denk geldiğini görünce arada bir bağın oluştuğunu hayretle farketmiştim. Bu bağ bana yaşadığım dünyayı bana göre yapılmış büyük ev haline getirip beni zenginleştiriyordu. Gerçekte bu yolculuklarda eve dönüşün memnuniyetini yaşadığımı görmüştüm. Bu seyahatte de sanki eve geri gelmiştim.
Dağ sonrası yolumuz Manyas gölünün yanına düşecekti. Göl yanımızda sakince duruyordu. Bu kısa buluşma anında bu özel yeri kendilerine yuva edinmiş yüzlerce kuş türünü düşünmeden edemezdik. Hayatları, buradaki yaşayışları, göçleri birer mucizeydi ve bunu Yapanı anlatıyorlardı. Onların bu hallerini biraz olsun düşünmek, yaşadığım hayata bir başka şekilde bakmama vesile oldu ister istemez. Bu değişik hayatların böyle kolaylık ve güzellikle korunup, gözetilmesi hayatım için ve hayatımın devamı için taşıdığım endişelerin nasıl kolaylıkla giderilebileceğinin açık bir delili olmuştu. Göl ve etrafında belirgin bir şekilde sükunet vardı. Sanki ev sahibi bizim için herşeyi düzenlemişti. Öylesine rahat, güzel, temizdi her yer. Yolculuğumuzun huzur ve memnuniyet içinde devamı için ne gerekiyorsa vardı. Kudret kaleminin harikulade çizgilerini açık bir şekilde görüyorduk. Manyas’ta gördüğümüz hemen her evin saçaklarındaki kırlangıç yuvaları ve çalışkan kırlangıçlar düşüncelerimizi pekiştirmişlerdi. Basit de olsa yaşadığımız dünyanın farkına varma eksenindeki bu birebir ilişkinin bize çok şeyler kazandırdığı bir gerçekti. Bizler de birer göçmendik. Kısa bir süre için bu dünyada yuvalar ediniyorduk. Muhakkak buradan gidecektik. İşte bunlar, hayatımızın yönünü değiştirebilecek güçte basit gerçeklerdi.
Tepeler ve ovalar arasındaki, her gün tonlarca şifalı su gönderilen yeşil Gönen ve bizleri burada misafirliğimizi hissettirmeden ağırlayan ev sahibimiz.. bunların her biri, bizlere Rabbimizin birer ihsanıydı kuşkusuz. Gönen’de kaldığımız ilk gece çok çeşitli mahlukların gece zikrine alışıp uyumamızla bu koronun sabah zikriyle uyanmamız arasında çok az bir zaman geçmiş olmasına rağmen, kendimizi hiç de yorgun hissetmemiştik. Kalkıp odanın balkonundan dışarıyı seyrettiğimizde, uyumaktan daha mühim bir işimizin olduğunu görmüştük. Sabah vakti alem bambaşka bir hava içerisindeydi. Mahlukata ‘Haydi kalkın’ emrinin gönderilişini safha safha idrak etmek nasip olmuştu. Akıl ve kalb sahibi olup da hayatımız boyunca bizi her gün uykuyla öldürüp, sonrasında hayatı bir emirle yeniden ihsan Edene şükretmemek mümkün değildi. Bir kez daha şahit olmuştuk buna.
Gönen’deki şifalı sular, dertleri olanları buraya celbetmişti. Bu sıcak ve şifalı sular bazen şehrin ortasından ihtiyaç sahiplerine kavuşuyordu, bazen de bir dağ ılıcasından. Yeryüzünün kimi yerde dağlar ve göllerle süslenip, kimi yerde şifalı sularla zenginleştirildiğini; bazen de bir tepedeki avuç içi kadar bir toprak parçasına yerleştirilen birbirinden farklı renk ve çeşitlilikteki küçük ama şahane on farklı çiçekle,ansızın karşınıza çıkabilecek kokulu, beyaz çiçekli ağacıyla, her tarafı kaplayan papatyalarıyla, ovaların yeşil ve dingin görüntüsüyle, şu pınar ve hararetli bir günde ayaklarımızı sokup serinlediğimiz deresiyle, çınarları ve kuşlarıyla ince ince işlendiğini tek tek görmüştük. Yüksek bir kayadan veya başka bir yerden ovayı, dağları ve gökyüzünü seyrettiğimiz her seferinde o güzelim dinginlikle beraber başka bir mânâyı da anlıyorduk. Sonsuza açıldığı kesin olmakla birlikte, henüz ifadesini yakalayamamıştık.
Yolculuğumuzun ikinci kısmı önce çam ağaçlarının, sonra da zeytin ve incir ağaçlarının yolun her iki yanını kapladığı Balıkesir-Ayvalık-Altınoluk-Edremit-Ayvacık yolunda devam etti. Bir süre sonra sağ yanımızda mitolojide tanrıların oturduğu Olimpos/Kazdağı, sol yanımızda da deniz belirecekti. Kazdağı, insanı akılsız sebeplere zalimce köle yapan mitolojik varlıkların değil, sebepleri ve sonuçları yan yana var edip, insanı bunlara hikmetle muhatap olacak şekilde Yaratanın mührünün her yanından görülebildiği bir yaratık olarak gözükmüştü bize.
En sonunda, akşama doğru, Behramkale’ye varmıştık. Arabadan inip de etrafa şöyle bir baktığımızda, bu seyahatte kâinat kitabından okuduğumuz bu kısmın finalinin buralarda gizli olduğunu düşünmüştüm ister istemez. Tablo tamamlanmak üzereydi. Şafak ve gurub vakitleri, gece ve gündüz, sahiller, tepeler, ağaçlar, deniz ve dalgalar, kumsallar ve midye kabukları, süngerler, denizkestaneleri, ağaç kabukları. Herşeyin özel yaratıldığını biraz ilgilenince farkedecektik. Assos’ta gördüğüm herşey bana “Demek dünya böylesine güzel yaratılmış; bundan böyle bu fevkalâdeliği hatırlamamak ve hatta unutmak bana çok şey kaybettirir” diye söyletiyordu. Bugüne kadar kaybettirmişti de. Buraları görüp ‘Ahh ne güzel’ deyip, sonrasında hayatımızda hiçbir etkisinin olmaması bizim için abesle iştigal olurdu. Ama “Güzel dağ, sakin bir yer, harika bir deniz; insanın ruhu dinleniyor” diye tesbitlerde bulunup rahatlamak, neticesinde her an bizi abesle iştigale götürebilirdi. Bu yaratılışı bize her an hatırlatabilen güzellikler aynı zamanda bizleri böyle bir halden sakınmamız için ikaz ediyordu. Sakıncalı halin ismi ‘gaflet’ olmalıydı.
Assos/Behramkale’de etrafa hakim bir yerde antik çağdan kalan harabeler bulunuyordu. Bu tapınak kalıntılarını gezerken burasının aynı zamanda Aristo’nun öğrencileriyle birlikte ders yaptığı okul olduğunu da öğrenmiştik. İnsan böylesine özel bir güzellikle donatılmış bu yerde talebelerine neler anlatırdı acaba? Ucu bucağı yokmuş izlenimini verip, parlak güneş ışınlarıyla parıl parıl parlayan deniz, Midilli adası ve her yanı kuşatan gökyüzünün altında kâinatın, insanın ve hayatının anlamını bulmak adına bu güzel yaratıkları kısımlara ayırıp sonrasında da bütün bütün cansız, kıymetsiz ve bir gün eriyip gidecek varlıklar olarak muhatap olmak hangi haklı sebebe dayanır, doğrusu anlayamadık. Aristo’nun bugünkü talebeleri belki yeni geliştirdikleri yöntemlerle ve başka yerlerde bunu yapmıyorlar mı?
Böylesine bir bütünlük arzeden ve sonsuzluğu çağrıştıran bir yerde hayatın, dünyanın ve insanın onun üzerindeki yerini düşünmemesi elbette mümkün değildi. Bir felsefe talebesi olmadığımız ortadaydı; ama aklını kalbinin ve ruhunun ihtiyaçlarını anlamak üzere kullanmayı irade etmeye muhtaç kimseler olarak, buralarda bu konuları düşünmemenin imkânsızlığını gördük.
Bulunduğumuz yerin en ucuna kadar gittiğimizde, her yerden akseden bir güzelliğin ve bir azametli yapılışın farkına varıyordu insan. Şimdi burada büyük bir pencerenin önünde gibi hissetmiştim kendimi. Gözlerimin önünden diğer kareler hızla geçmişti. Yeryüzü dağlarla, nehirlerle, göl ve denizlerle donatılmış, ağaçlar ve çiçeklerle bezenmiş, şifalı sularla zenginleştirilmişti. Bu gezide bunlarla ayrı ayrı muhatap olmuştuk. Fakat bu pencereden gördüğümüz şey bütün karelerde anlatılmak istenen mesajı özetleyivermişti. Bu manzaraya diğer insanlar gibi hayranlıkla bakarken, aynı yer Vahidiyet penceresine dönüşmüştü. Sonlu, şuursuz, tesadüfen biraraya gelmiş bir güzelliği seyrediyor olmamak, o an ve sonrası için mühim neticeleri beraberinde getiriyordu. Bu pencerenin önünde ölüm dahil her türlü üzüntümün çözüme kavuşup son bulabileceğini görmüştüm. Bu pencereyi kapamadan yolculuğa devam etmek, sonrası için kâfiydi.
Bu pencere vasıtasıyla gördük ki, bazen bir deniz kenarında, bir dere içinde, bir ovanın sükunetli görüntüsünü seyrederken, bir ağaçla ve mine mine çiçeklerle birlikteyken, çok kıymetli şeyler kazanıyordu insan. Basit de olsa birebir münasebetler, yalnız insanı, bütün bunlarla dost ve bir kardeş haline getiriveriyordu.
|
Manyas’ta gördüğümüz hemen her evin saçaklarındaki kırlangıç yuvaları ve çalışkan kırlangıçlar düşüncelerimizi pekiştirmişlerdi. Bizler de birer göçmendik. Kısa bir süre için bu dünyada yuvalar ediniyorduk. Muhakkak buradan gidecektik. Assos’ta etrafa hakim bir yerde antik çağdan kalan harabeler bulunuyordu. Bu tapınak kalıntılarını gezerken burasının aynı zamanda Aristo’nun öğrencileriyle birlikte ders yaptığı okul olduğunu da öğrenmiştik. İnsan böylesine özel bir güzellikle donatılmış bu yerde talebelerine neler anlatırdı acaba? Buraları görüp ‘Ahh ne güzel’ deyip, sonrasında hayatımızda hiçbir etkisinin olmaması bizim için abesle iştigal olurdu. Bu yaratılışı bize her an hatırlatabilen güzellikler aynı zamanda bizleri böyle bir halden sakınmamız hususunda ikaz ediyor olmalıydı. |
© 2021 karakalem.net, Ayşe Kazancı, Fazilet Kılıçaslan