Arşiv

 Yeniden Ihlara

Fazilet Kılıçaslan

BİR DERGİDE okuduğumuz satırlar ve gördüğümüz resimler kalbimizi ikna edivermişti. Vadi yaşadığımız şehre uzaktı ve hava hiç de müsait değildi. Uzun bir koşuşturmanın başlangıcındaydık. Ama ne için ve nereye gittiğini bilmek, bizi şimdiden rahatlatmıştı.

İnsandık ve yine içinde yaşatıldığımız şehirde bulutları seyredemez, yağdırılan yağmura bakamaz, başımızı işlerimizden kaldırıp şükredemez hale gelmiştik. Kısacası dünyamızı daraltmayı bir kez daha başarmıştık! Alışkanlık duvarları yeniden yükselmeye başlamıştı. İşte bu yüzden daha uygun bir havayı bekleyecek durumda değildik. Durum acildi. Zira, genişliğe, yani hayat nimetini yeniden tatmaya ihtiyacımız vardı. Duyarsızlığımızın kökü kırılmalıydı. İşte buydu Ihlara vadisine hicret sebebimiz.

Ama bu hakiki sanat eserine hicret edenlerin ilki biz değildik, inanın. Bir zamanlar zalim bir devletin zalimâne uygulamalarından kaçan ilk İsevîler de yeni yurtları olarak burayı seçmişlerdi. Daha doğrusu, bu vadi onlara, onları yaratıp ihmal etmeyen Rableri tarafından hediye edilmişti âdeta. Ihlara ile ilk karşılaştığımda filiz veren bu fikir, doğrusu, onunla tanışıklığımız arttıkça daha da pekişti.

Kış havasının hakimiyetiyle birlikte pırıl pırıl yanan bir gökyüzünü ve üzeri karlarla kaplı olduğu halde Hasandağı’nı gördük önce. Ihlara yolu boyunca birbiri ardısıra gelen küçük tepecikler artık kristalleşmeye yüz tutmuş bir kar örtüsü ile kaplanmıştı. Öyle ki, çoğu zaman güneşin yedi rengini izleyebiliyordunuz. Bu kristal denizini ve ışıl ışıl yanan gökyüzünü bir sessizlik sarmıştı aynı zamanda. Duyduğumuz tek ses, bizi köye götüren vasıtanın sesiydi.

Beyaz örtü yer yer yerini sarı toprağa bırakıyordu. Ve tepeciklerden bitiveren peribacaları... İşte artık tamamıyla ayrı bir âlemin eşiğindeydik. Sessizlik, geniş ve aydınlık sema, ve hayret uyandıran bir sanatla işlenmiş tepeler... Gözümüzü alamıyorduk. İşte yine kalbimin adımlarını duyuyordum. Duyuyordum, çünkü alıştığım hayatım yeniden gerilerde kalabilmişti, günlük telaşlar yerini yeniden seyrettiklerim karşısında hayrete bırakmıştı. Masmavi, ışıl ışıl bir gökyüzü, kristal ışıltılı karlar, bir yandan sapsarı görüntüleri ile bitiveren tepecikler, peribacaları ve karşımızda devâsâ bir kar yığını gibi duran Hasandağı.. yani herşey bize büyük bir uyumu, yaşadığımız âlemde her ne varsa bütün işlerin yolunda götürüldüğünü güzelim bir sükunetle fısıldıyordu. Çünkü bu manzaradaki yerli yerindelik, bize karşılaştığımız ilk andan itibaren Yaratanı, ve yarattıkları ile her an İlgileneni, yalnızca O’nu hatırlatıyordu. Böylece, her bir şey ebediyeti fısıldaşıyordu. Bizlerin akıp giden hayatı içinde geçip gitmeyen şeylerin varlığını adım adım sezmeye başlamıştık. İnsanın yaşadığı, bildiği dünyanın sadece bildiğinden ibaret olmadığını bir an da olsa hissedivermesi nasıl da hoştu...

Köye vardığımıza sessizliğin ne denli yoğun olduğunu hayretler içinde gördük. Bu tarif edilip kelimelere giydirilmesi zor bir durumdu. Öyle ki, konuşmayı bırakıp kendimizi bu sessizlik içine bıraktığımızda, kendi içimin nasıl gürültülü olduğunu daha büyük bir hayretle görecektim. Demek asıl gürültü ve kargaşa benim içimde cereyan ediyormuş da, bundan bihabermişim. Bu sükunetle uyum, daha sonra bir nimet olarak ikram edilmişti. Binlerce şükür.

Epeyce uzun bir yürüyüşten sonra vadinin girişi olan merdivenlere gelebilmiştik. Bulunduğumuz yer âdeta bir balkonu andırıyordu. Oradan önce etrafa şöyle bir göz gezdirirken, içeriden gelen gürültülerin azaldığını derhal farkediverdim. HAYRET ve yine HAYRET. Sanki bir Kudretli El arzın bu parçasını avuçlarıyla kavramış ve iki parçaya ayırmıştı. Bir müthiş kudret; ve bunu farketmek için vadinin tamamını gezmeye de gerek yoktu. Ama bu kudret Sahibinin vadiyi sanatıyla nasıl bezediğini vadiyi gezdikçe daha bir farkeder hale gelecektik.

Vadi tabanı, giriş merdivenlerinden metrelerce aşağıdaydı. Yani, bulunduğumuz yere göre, yerin altı. Ama yerin altına indiğimizde, orasının ap ayrı ama fevkalâde güzel bir âlem olduğunu farkedecektik. Aşağıya iner inmez farkettiğimiz ilk şey, yukarıya oranla havanın farkedilir şekilde ısınmasıydı. Vadi boyunca âdeta dört mevsimi yaşayacaktık.

Vadideki ana nakış Melendiz Çayı. Hemen yanıbaşında bazan da suların içinde işlenen ağaç motifleri. Bu motiflerin içinde ağaç dallarıyla işlenen ayrı, ince motifler... Bu motifler arasında işlenen buz motifini görünce çok şaşırmıştık. Bazan buzlar, bazan berrak çayın içinde yemyeşil yosunlar. Ummadık şekilde soğuk suyun ortasından fışkıran sıcacık, tertemiz su. Vadi kenarlarındaki ilginç kayalar. Bunların büyüklüğü, şekilleri, en olmaz yerlerdeki olmaz duruşları.. her an onları öylece kudretiyle tutan Birini anlatıyordu.

Vadinin her yanı Hz. İsa ile gönderilene iman edenlerin inşa ettikleri mağara kiliselerle doluydu. Bu insanların imanlarını kurtarmak için sahip oldukları herşeyi bırakıp böyle bir yere gelmeleri ister istemez onlara ve gelen mesaja karşı bizde bir merak uyandırıyordu. Bu arada, orada biz istemeksizin bize ikramlarını eksik etmeyen birkaç güzel insandan vadi tabanının ekime, kayaların ise işlenmeye çok müsait olduğunu öğrenecektik. Her bir noktadan ayrı ayrı hayat fışkırıyordu. Herşey dikkate değerdi. Biz de her güzelliği farkedip her anımızla ona muhatap olmayı istiyorduk. Oysa sadece birer insandık ve sınırlıydık. Taleplerimiz ise sınırsızdı. Bu güzelliklerden anlık ayrılıkları bile istemiyorduk. Ama bu mümkün müydü? İnsanın da geçici olduğu hakikati dikkate alındığında bu nasıl tutarlı olabilirdi? Hayretten hayranlığa, oradan da sınırsız taleplere uzanan uzun yürüyüşler esnasında, içimizde daha önce hissettiğimiz gürültünün, yerini dışımızdaki sükunet ve uyuma bıraktığını nice saatler sonra memnuniyetle farkettik. Artık dışarıdaki sükunetin ifade ettiği şeyin bizim içimizde de hüküm sürdüğünü görebiliyorduk. Çünkü bizim de nefis bir uyumla var edilen arzın bu parçasından, var edilme noktasında farkımız yoktu. İnsan da, eğer biraz dikkat ederse, herşeyiyle nefis bir sanat eseri, bir mahluktu, ve varlığıyla, talepleriyle bunu herkesle söyleşebiliyordu. Biz dahil Ihlara’daki herşey aynı şeyi konuşuyorduk.

Bütün bunların yanısıra, insanın içinde yaşadığı âlemi, gelip geçici kısa talepleri olmaksızın uzun saatler boyu seyretmesi ve orada gördüğü şeylerden ayrılmak istememesi, ayrı birer nimet olarak karşımıza çıkmıştı. Çünkü misafir olduğumuz bir kez daha ortaya çıkmıştı. Esasen üzücü de olsa, bütün bu yaşanılanların geçici olması başka bir ikram olarak bizimleydi. Böylelikle insan olduğumuzu farketmeye başlamıştık. Ebedî güzelliğe ve bizim buna ihtiyacımıza dair misaller görüyorduk. Ama sadece birer misal. İnsan buradan, dünyadan geçip gidiyordu. Artık gözünün arkada kalmasına gerek yoktu.

Bütün bunların karşısındaki tavrımız ne olmalıydı? Elimizden, bu soruyu sormaktan başka birşey gelmiyordu. Ama Ihlara’nın bizden önce yaşamış sakinleri tercihleriyle bir cevabın ucunu gösteriyordu. Vadideki her bir noktada arz-ı endam eden maksadlı yapılış ve sanat da, bize bir cevap veriyordu. Durup biraz dinlemek yetecekti. Zaten onlarla öylesine ilgiliydik ki, aksi mümkün değildi.

Yaşadığımız şehirde sahiplendiğimiz şeylerin bizi nasıl fakirleştirdiği ortadaydı. Ihlara’da herşey daha farklıydı. Ama geçicilik noktasında durum aynıydı. Bunun yanında insanın fani olanları elinde tutmaktan vazgeçmesi gerektiğini idrat etmesi mümkündü. Ihlara’da gözlerimizin önüne serilen kudretli ve sanatlı yapılış bu idrake yol açıyordu. Çünkü kalbimiz bu yapılışla beraber, bunun Hakiki Sahibine meylediyordu.

Böylece, bu sakin vadide yalnız olmadığımızı farketmiştik. Huzur ve güven her yanımızı sarmıştı. Duygularımız bir diriltilme yaşamış, kalbimiz rahatlamıştı. Böylece hayatlandırılıyor, ve hayat nimetini yeniden farkediyorduk. Ihlara Rabbimizin bize özel bir mektubu olmuştu ve aslında bizi bu münasebet yaşatıyor, bu münasebet bizi insan kılıyordu.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Fazilet Kılıçaslan




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut