Arşiv

 Tunus’tan Sevgilerle

Fazilet Kılıçaslan

Burada bana kelimelere giydiremediğim pek çok duygu hediye edildi. Enfes bir besteyi dinliyor gibiydim. Sanki melekler duygularımı, bu sahili, yıldızları vesile yaparak beni sonsuzluğun eşiğine getirmişlerdi.


LA MARSA

Hayatımda ilk kez gecenin böyle geç bir vaktinde, sahilde denizi ve gökyüzünü karşıma alarak sessizce oturma fırsatını bulmuştum. Bu sahil, La Marsa yakınında bir sahildi. Bir ülkede misafir olmanın olanca hafifliğini hissettiğim o anları bir kez daha yaşama ihtiyacındayım. Hayalen yeniden oradayım şimdi. Yaşadığım ülkeden uzaktaydım. Aslında yalnızca yaşadığım ülkeden değil, az da olsa alışkanlıklarımdan da uzaklaşmak mecburiyetinde kalmıştım.

Bu ıssız sahilde kendimi yalnız hissetmemiştim. Ben ve arkadaşlarım buraya irademizin dışında gelmiştik. Doğrusu burayla karşılaşmamız ansızın olan bir şaşırtmacaydı. Sanki gizli bir el bizi buraya çekmiş ve gösterdiğiyle nefesimizi kesmişti.

Bu şahane sahilde sun’î hiçbir ses, ben ve arkadaşlarımdan başka hiçbir insan yoktu. Orada hissettiğimi ifade edecek kelimeyi şimdi dahi bulamıyorum. O zaman da bulamamıştım. Gördüklerim açıklamaya mahal bırakmayacak türdendi. Gece, gökyüzü, pırıl pırıl yıldızlar, bariz bir şekilde görünen Samanyolu ve her yanı aydınlatan ay öyle bir bütünlük arzediyordu ki, ben de bu şahâne uyumu seyretmek istiyordum. Gayriihtiyari, dikkatim bu müthiş uyuma çevrilmişti. İlkin beni bu vakit karşısına alıp, dalgaların yumuşacık sesiyle konuşmasını dinletti. Bu geniş, aydınlık semanın altında, karşı kıyısı görünmeyen bu denizin sahiline oturdum. Önce gökyüzüne baktım, sonra denize; ve daha sonra sesleri dinledim. Hissedebildiğim herşey benim için ilkti, fakat yabancı değildi. Şimdi ne varsa hepsi ile aynı hizadaydım. Çünkü sahil, deniz, gökyüzü, herşeyi sanatla yapan, sanatıyla bizi sevdiğini anlatan, bizi duyan bir Sahibimiz olduğunu söylüyor; ben de kalbimle tasdik ediyordum. Kalbim çalışmaya başlamıştı sanki.

Hislerime sükunet, ruhuma neşe, gözlerime yaş gelmişti. Bana birşeyler açıkça anlatılıyordu. Bu âhenkle sohbet edebiliyordum. Burada bana kelimelere giydiremediğim pek çok duygu hediye edildi. Enfes bir besteyi dinliyor gibiydim. Sanki melekler duygularımı, bu sahili, yıldızları vesile yaparak beni sonsuzluğun eşiğine getirmişlerdi. Güven içindeydim. Şimdi gerçek bir misafirdim. Tunus’a geleli epeyce gün olmuştu, ama yolculuğum La Marsa sahilinde yeniden başlamıştı. Bundan sonraki gezilerimde bu sahilde, o âhenkle hissettiğim varlığın mânâsını yeniden yeniye görmeyi arzulayarak dolaştım.

Yola çıkacağım ilk anda garip bir ürperti, hafif bir telaş içindeydim. Başka dilde konuşan insanlar, biliyorum diyemeyeceğim pek çok şey ve peşisıra gelecek olan acizliğin endişesi. Havada geçen iki saatten sonra alıştığım herşey geride kalmış artık. Türkiye bir hatıra halini almıştı.

Bu ülkeye bir süre için bir maksatla gelmiştim. Herşeyi değerlendirmeliydim. Bu yüzden en ufak birşey de ehemmiyetli geliyordu. Bir yerde misafir ve talebe olmayı güzel buluyordum. Bu sebeple bir yenilenme, bir tazelik hissediyordum.

Gözüme ilk çarpan şey palmiye ağaçları oldu. Bu uzun boylu, tepesinden sürpriz gibi çıkan yapraklarıyla ellerini açan güzel ağaçlarla başkentin bulvarında başlayan dostluğumuz daha sonraları bazen her yanı kayalarla kaplı dağların üzerinde, bazen sahil yolunda, bazen de çölde devam edecekti.

Benim diyebileceğim şeylerin azlığı hayatıma kolaylıklar getiriyordu. Kuş gibi hafiftim âdeta. İhtiyacım kadar yiyor, ihtiyacım olanı giyiyordum. Çok garipti belki, ama çok basit şeylerin tutsağı olduğumu görüyordum. Değişik ortam ve hayat tarzları bana yardımcı oluyordu.

Bu Kuzey Afrika ülkesinde gecenin giydirilişinin rengârenk olan her safhasını uzun uzun seyretme imkânını bulabiliyordum. Pembenin, mavinin, kızılın her tonunun böyle ustalıkla kullanılması, gökyüzünün bu genişliği, gecedeki tatlı serinlik, binaların az ve alçak oluşu, bu gösterileri seyretmeme imkân tanıyordu. Bu güzel pembeler, morlar, kızıllar, evlerin bahçesindeki nefis kokulu beyaz yaseminler ve her birini seven duygularım, bana bunları Vareden’i, benim Rabbimi anlatıyordu. Bu canlılık Onun saltanatının sınırsızlığını gösteriyordu.

Değişik simalar, diller, alışkanlıklar ehemmiyetini kaybetmişti. Yedi ayrı millete mensup fertlerden oluşan bir sınıfta ders görüyordum. İnsan her yerde insandı. Dostluklar insaniyet dairemi genişletmişti.

SİDİ BU SAİD

Kuzey Afrika’ya has, insanı ezmeyen yumuşacık beyaz mimari, eski evler, boyunlara bir kolye gibi takılan yaseminler, daracık sokaklar, duvarları sarpa sarmış pembe çiçekli sarmaşıklar... Bunların her birinin fotoğraflarını almak istiyordum. Seyretmek de ayrı bir lezzet veriyordu. Hakikati bu sevimli, küçük kasabadaki herşeyi zihnime yerleştirmek istiyordum. Bu kalabalık, dar sokaklarda ve gözlerimin önüne serilen Akdeniz vesilesiyle dünyanın benim düşündüğümden çok farklı yönlerinin de bulunduğu ve beraberinde kendi sınırlarımın darlığı dikkatimi çekmişti.

Evlerin arasındaki dar merdivenlerden Sidi Bu Said ya da hakiki ismiyle Seyyid Ebu Said Camiine gittim. Akşam namazını kılmak istiyordum. Gece gelmek üzereydi, semanın rengi fevkalâde güzeldi. Sidi’nin kabri ile mescidi karşılıklı idi ve birbirlerine sütunlarla bağlanmışlardı. Bunların arasından masmavi Akdeniz gözüküyordu. İnsan böyle bir mekânda saatlerce oturmak istiyor ve sebebini bilmese de duygularının küçük işlerden sıyrıldığını görüyor. Bunlardan bağımsız hale gelip düşünüyorsunuz.

Seyrettiğim herşey ve tanıdığım her duygum hayretimi ziyadeleştiriyordu. Bu zamana değin isteklerimin ne kadar sınırlı ve basit olduğunu görmemiştim. Bu manzaralar, çöl, insanlar benim kulağımdaki alışkanlık pamuğunun biraz olsun yerinden oynamasına vesile olmuştu. Doğrusu benim için gerçek bir ikramdı.

Küçük de olsa, büyük de olsa insanı ezmeyen sûreti, zarif çizgileri, içe ferahlık veren beyaz rengi, hasırları, avlusu, kuşları, serinliği, köşeli minareleriyle Tunus’taki camiler bu gezinin ayrı bir durağıydı benim için. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, caminin içi daima serin oluyordu. Bu tatlı serinlikler, serin sular benim rahatlamama vesile olup, imanın getireceği rahatlığı anlamama da yardımcı oluyorlardı. Bazen kıyamdayken yanıbaşımdaymış gibi uçuşan kuşlar benim ve onların Rabbinin bir olduğunu anlatıyordu. Kayruvan’da yalnız avluda değil, caminin içinde de uçuşan kuşların olması beni şaşırtmıştı; ama aynı zamanda sevindirmişti. Matmata’da, çölün yanıbaşında yıldızların ve ayın ışıkları altında kılınan diğer bir namaz, kendimi içine girmeye mecbur tuttuğum duvarların dışına çıkmaya, kâinattan uzak olmamaya muhtaç olduğumu göstermişti. Hammamet’in kale içindeki camiinde altı–yedi insanın karşılıklı oturup Kur’ân–ı Kerîm’den bazı âyetleri tekrarlaması tüylerimi diken diken etmişti. Bir başka yerde birisinin kıyamda elleri yanında gökyüzüne bakarak namaz kılması bana semanın da âyetleri duyduğu izlenimini vermişti! Ne güzeldi. Küçük bir köyde müezzinin çıplak ayaklarıyla minareye yönelişini görüp, konuşur gibi bizi namaza çağırmasına muhatap olmam, abdest alırken çektiğim sıkıntıları bana unutturmuştu. Bir çağrıyı hissetmiştim.

Güney yolculuğu Tunus hakkındaki ilk izlenimlerimi değiştirdi. Başkentte görünen kısmî ve resmî Avrupaî görüntü bu yolculuğun her durağında tesirini kaybediyordu. Gerçi küçük bir köyde dahi coca–cola’ya rastlamış; bir dağ köyünde uzun entarili ve sarıklı bazı insanların yere uzanıp iskambil oynamalarını görmek küçük bir şok yaşatmıştı. Buna rağmen, Matmata’da gördüğüm enfes gurub Rabbimin saltanatının genişliğini yine anlatıyordu. Bütün paramın ve pasaportumun olduğu çantayı bir satıcının tezgâhında unuttuğumda bunu bulmama yardım eden yaşlı adam ve herşeyi eksiksiz iade eden sergi sahibi en ufak hediyeyi kabul etmemişler; üstelik güzel dualar etmişlerdi.

Cenub yolculuğumda taştan dağları ve ansızın önünüze çıkan palmiyeleri, sahilleri, yıldızları seyredip dalgaların sesini dinliyordum. Belki hayatımda ender olarak, kalbimle ve ruhumla dolaşmaya başlamıştım arzın bu parçasında. Gördüğüm her bir şey tevhid dersleri veriyorlar gibiydi.

Bizerte’deki güzel sahil bizi otele gitmekten alıkoymuştu. Bu sahilin sakinliğinde önce önümde uzanıp giden Akdeniz’i, sonra üzerimdeki sema denizini ve daha sonra da doğdurulan güneşi seyrederken, Türkiye’den hiçbir şeyi özlemediğimi farkettim. Daha güzeli, sanki hiçbir şeyden ayrılmamıştım.

ÇÖL

Cenub yolculuğunun son durağı Duz şehri. Burada sabaha karşı palmiyelerin arasında ve yoğun mehtab ışığı altında uyanmıştım. Buraya gelirken çöle yaklaşıldığı bariz bir şekilde farkediliyordu. Sanki yeryüzünün rengi değişiyordu. Cıvıl cıvıllık yavaş yavaş yerini ağırbaşlı bir sakinliğe bırakıyordu. Renkler sarıya doğru bir geçişi sergiliyordu. Bu farklılaşma öylesine sessiz ve kolay oluyor ki, çölün kapısına geldiğinde şaşırıyor insan.

Uzun uzadıya giden safi sarılık ve üzerinde her yanı kaplayan mavilik, zaman zaman beyazlık... Herşey net görünüyordu çölde. Sarı, safi ipek gibi kumlar ve rüzgârın işlediği desenler, bulutlar, palmiyeler, develer... Tartışmasız hissedilen sükûnet. Sanki etrafımı bir huzur kaplamıştı.

Seyrettiğim herşey ve tanıdığım her duygum hayretimi ziyadeleştiriyordu. Bu zamana değin isteklerimin ne kadar sınırlı ve basit olduğunu görmemiştim. Bu manzaralar, çöl, insanlar benim kulağımdaki alışkanlık pamuğunun biraz olsun yerinden oynamasına vesile olmuştu. Doğrusu benim için gerçek bir ikramdı. Şimdi hatırası bile beni rahatlatıyor.

Bu seyahat Tunus’a olmuştu ama, beni hakiki ihtiyaçlarımda dolaştırmıştı. Aslında kendime doğru olmuştu, velhasıl.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Fazilet Kılıçaslan




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut