HEPİMİZE, İLKOKUL yıllarında, matematik derslerinden birinde, pergelle kağıt üzerine daire çizme işi öğretildi. Yapılması gereken şey, ucu sivriltilmiş bir kurşunkalemi pergelin boş haznesine monte edip, pergelin diğer sivri ucunu kağıda iyice saplayıp, hiç yerinden kımıldatmadan fırdolayı çevirmekten ibaretti.
Fakat bu iş sanıldığı kadar kolay değildi. En başta, dört başı mamur bir daire çizebilmek için, önce üstünde çizim yaptığınız zemini oraya buraya kaydırmamanız, dairenin çizilmesini—yani, varlığını—mümkün kılan pergelin sivri ucunu zemine iyice yerleştirmeniz ve yerinden çıkmamasına özen göstermeniz, ayrıca kurşunkalemin gezindiği yerleri adamakıllı belirginleştirmeniz gerekmekteydi.
Başka türlü bir yol takip ederek, doğru düzgün bir daire çizmeniz mümkün değildi. Meselâ, pergelin kurşunkalem bulunan ucunu merkeze alarak bir çizim yapmaya kalkışsanız, pergelin diğer sivri ucuyla ya güzelim kağıdı yırtar ya da kulak tırmalayıcı bir kuru cızırtıdan başka birşey elde edemezdiniz. Basit bir daire çizebilmenin bile bir âdâbının, bir usulünün olduğu apaçık ortadaydı. Daire, dıştan içe doğru değil, içten dışa, yani ‘merkezden muhite’ doğru çizilebilirdi; ve bu, değişmez bir kuraldı.
Nasıl merkez sabitlenmeden bir daire çizmek mümkün değilse, bir tekerleği de, önce orta kısmı, sonra ortasıyla etrafını birbirine bağlayan çubuklar ve nihayet dıştaki metal kasnak olmadan döndürmek mümkün değildi. Aynı şekilde, bir ağaç kök ve gövdesi olmaksızın bir anda dallarının ucundan meyveler sunamıyordu. Çünkü, kök olmayınca gövdenin, dalların ve dolayısıyla meyvelerin varlığından bahsedemiyorduk. Ağacın, ancak ve ancak kökü toprakta sabit olduğunda, gövde ve dalları göğe uzanabiliyor; ancak kök ile kurulan sıkı ve organik bağ kalıcı olduğunda dallar meyveye durabiliyordu. Köklerin nazenin uçlarından yukarılara su, mineral ve sair gıdaların ulaşması ve böylece izn-i ilahî ile meyvelerin teşekkülü için, köklerin sürekli topraktan besleniyor olması gerekiyordu.
Kâinattaki yaratılışa dikkatle bakıldığında, herşeyin bir merkez ve eksen etrafında döndürüldüğünün; herşeyin bir odaktan dışa doğru serpilmek suretiyle yaratıldığının daha pek çok örneklerini görmek mümkündü. Gökyüzündeki gezegen ve yıldızlardan gök denizinde yüzen bir rabbanî gemi hükmündeki şu ihtiyar dünyaya varıncaya kadar, bütün cisimler bir eksen etrafında döndürülüyordu. Dibi bulunmaz bir kuyu hükmündeki zerrenin kalbinde, yine aynı dönüş cereyan ediyordu. Kendisine verilmiş akıl ve şuur ile tüm mahlukların ağabeyi hükmünde olan insan da, ana rahmine bir damla su olarak düşüyor, orada yumurta hücresiyle eşsiz bir buluşma yaşanıyor; bu buluşma bir odak teşkil ediyor, ceninin diğer gelişim safhaları bu odağın etrafında örülüyordu. Bu, sadece insanda değil, diğer hayvan ve bitkilerin yaratılış süreçlerinde de gözlenebilen bir vâkıaydı. Meselâ, bahar bahçesinde açan bir papatyanın ‘seviyor, sevmiyor’ diye koparıp yazık ettiğimiz incecik yaprakları, değirmi bir gövdenin etrafında uç verip diziliyorlardı.
Yine meselâ, suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların yayılışı da merkezden muhite doğru olmaktaydı. Taş suya ilk düşüş anında kendi miktarınca bir dalga halesi oluşturuyordu. Daha sonra bu dalga halesi bir sonraki dalga halesine dahil oluyor, bu ikincisi bir sonrakine.. derken, bu dahil olarak halkalanmalar zinciri birbirine ekleniyordu. Bu sarmal yürüyüş silsile halinde birbirine katışarak sahile kadar erişiyordu. Kıyıya vuran son büyük dalga halesinin içinde, o ilk dalga halesini bulmak da mümkündü. İlk ile sonun buluştuğu bir noktaydı burası.
Kudret ve tasarrufuyla herşeyi her an tedbir ve iradesinde tutan Rabbimizin yarattığı âlem kitabının satırlarında, yaşadığımız hayatın ince kıvrımlarında ve iç dünyamızın ücra köşelerinde, gizlenmiş halde duran nice örnek keşfedilmeyi bekliyor. Yukarıda verilen tüm örneklerde gözlenen ‘merkezden muhite’ kuralının işlediği naha nice misal bulmak; bunu insana, topluma, tefekkür usulüne, imana, İslâm’a, ibadete ve daha nice hususa tatbik etmek mümkün. Zaten, bu tatbikatın nümunelerini bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in beyanında, Peygamber Efendimizin tüm hal, tavır ve sözlerinde, keza imanî tefekkür geleneğinin pırıltılı halkalarında rahatlıkla bulabiliyoruz.
Nitekim, Kur’ân-ı Hakîm’in birçok yerinde değinilen bu husus, İbrahim sûresinde daha belirgin bir şekilde vurgulanır. Tevhid kahramanı Hz. İbrahim’in ismini taşıyan bu sûrenin 23. âyetinde şöyle denilir: “İman edip amel-i salih işleyenler, altlarından ırmaklar akan cennetlere dahil olunurlar. Rablerinin izniyle orada ebediyyen kalırlar. Onların birbirine tahiyyeleri (selamlaşmaları) ‘Selâm’dır.” Bu âyette, ilgili diğer tüm âyetler gibi, ‘iman etme’ ‘salih amel işleme’nin önünde gelmekte; böylece, amel–i salihin imanın bir neticesi ve meyvesi olduğu dersi verilmektedir. Ancak hakkıyla iman edip salih amel işleyenlerin ebediyyen kalacakları cennetlere konulacağını bildirmektedir âyet.
Ardından gelen âyette ise, “Allah’ın güzel bir sözü kökü sabit, dalları semaya uzanan güzel bir ağaca benzettiğini görmez misin?” denilir. Ehl-i tefsirin ittifakla söylediği gibi, âyette geçen ‘güzel bir söz’ ibaresi, dinin kalbini ve merkezini teşkil eden kelime-i tevhidi karşılamaktadır. ‘Lâilaheillallah’ ve ‘Muhammedun resulullah’ gibi iki cümle ve hükümden oluşan kelime-i tevhidin ilk cümlesi, bir bakıma, önceki âyette geçen ‘iman etme’ye tekabül eder. İkinci cümlede ise, ‘amel-i salih’e ilişkin bir vurgu görmek de mümkündür. Zira, ‘Allah’ın resulü’ olarak Muhammed-i Arabî, Allah’a imana göre nasıl yaşanacağının mücessem bir timsalidir.
O kelime-i tevhidin köklerinin, insanda, kalbi mekân tuttuğu görülmektedir. Mahlukatın her daim Yaratıcılarına ettikleri şahitliği anlayan her mü’min kulun iman mahalli, yani ‘merkez’i olan kalbinde kök salan tevhidin dalları ise, her mü’min kulun kalbinden onun tüm âzâlarına akan amelleri, hayırlı fiiller, fiilî ve kavlî duaları besler. İman, her insanı, dergâh-ı ilahînin katına ulaşan böylesi ‘güzel bir ağaç’a mazhar eder.
Bir sonraki âyette ise, bu güzel tevhid ağacının, Rabbinin izniyle, her zaman, gece ve gündüz, dünya ve âhirette saadeti temin edecek salih amel meyveleri verdiğinin altı çizilir. Ve denilir ki, “O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. İnsanlar ibret alsınlar diye, Allah onlara misaller veriyor ki öğüt alsınlar.”
Kur’ân’ın ulvî üslub ve i’cazının bir göstergesi olarak, her bir âyet kendinden önceki ve sonraki âyetlerle sıkı bir irtibat içinde bulunur. Âyetler birbirini açar ve tefsir eder. İşte bu hikmet gereği, takip eden bir sonraki âyette, Cenab-ı Hak tevhidin zıddı olan ‘çirkin bir söz’ü haber verir. Elbette, bu ‘çirkin söz,’ küfür ve inkârdır. O, kökü koparılmış—dolayısıyla meyvesiz—‘kötü bir ağaç’a benzemektedir. Rabbimizin birliğini idrak etmemenin; inkârın, şirkin, dalalet, sefahet ve imansızlığın ne kadar ebter, neticesiz ve bâtıl olduğunu ihsas eder bu son âyet: “Çirkin bir söz ise, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.”
Tercih insana aittir. İnsan ya kökleri âlemin dört bir yanına, geçmişin ta diplerine, fıtratının ve ‘fıtrat-ı zîşuur’ olan vicdanının en ücra köşelerine kadar nüfuz etmiş olan ve dalları şimdinin ve geleceğin her yanına serpilip dünyevî ve uhrevî saadet meyveleri veren ‘tevhid ağacı’na talip olacaktır; ya da, tam tersini yapıp, hiçbir şekilde hiçbir yerde karşılığı olmayan, anlamlı, esaslı, hakikatlı bir yansıması bulunmayan, dolayısıyla hiçbir surette insanın ihtiyaç ve tutkularını karşılamayan köksüz ve semeresiz ‘küfür ağacı’na talip olacaktır.
Şüphesiz, yapılacak tercihin, yani kökü ve dalları semaya uzanan meyveli ağaca muhatap olmanın veya vehmî, hayalî, zannî köksüz, çürük ve kokuşmuş ağaçlar üretmenin elbette bir karşılığı olacaktır. Bize laf olsun diye bu misaller verilmiş değildir. Nitekim, bir sonraki âyette Allahu Teâlâ kendisine iman edip bu imanın gereklerini yerine getirenleri dünya ve âhirette sabit bir söz (kavl–i sâbit)—yani hak, hakikat, saadet, istikamet ve iman—üzre sabit kılacağını müjdeler. O’nun Zâtını inkâr edip hevasını rab edinmek suretiyle zulmedenleri ise, dalalet, evham, şek ve şüphe derelerine atacağını ihtar eder: “Allah, iman edenleri, dünya ve âhirette sabit bir söz üzere sabit kılar. Zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.”
Kur’ân’ın ders verdiği bu ‘ağaç’ temsili, pek çok ârifin ve âlimin tefekkür dünyasına şöyle bir mânâ tohumu ekmiştir: Kelâm-ı Ezelî olan ve her daim tevhidi ders veren Kur’ân-ı Hakîm, kökü sabit bir ağaçtır. İman bu ağacın dalı; İslâm ise bu iman dalının budağıdır.
Bu yorum, vahiy olmaksızın sahih bir imana varmanın ne denli imkânsız olduğunu ihsas eder. Sahih ve tahkikî bir imanın ancak ilahî vahye ciddi bir muhatabiyetle geleceğini vurgular. Ve, ancak böyle bir iman ile İslâm’a ulaşılabileceğine dikkat çeker. Ki, barındırdığı bu sıra itibarıyla, bu yorum, yaşamakta olduğumuz hayattaki açmazları çözmede, bize önemli anahtarlar sunuyor gibi görünüyor.
Gerçekten, yaşadığımız açmazların temelinde vahyin rehberliğini, onun eşyanın hakikatini dair izahını gözardı ederek sıhhatli bir itikada ulaşma boş umudu; yine böyle bir vaziyette, ibadetlerden tutun da en basit hareketlerimize kadar bütün amelî hayatımızda ‘salih amel’ üzere olma beklentisi yatmaktadır. Bu, boş bir beklentidir. Zira vahiy, iman ve İslâm birbirini gerektiren, bölünmez bir bütündür. Tıpkı ağacın bütünlüğü içinde kökün, dalın ve budağın ayrılmazlığı gibi. Nasıl kök olmadan dal, dal olmadan budak, budak olmadan meyve gelmiyorsa, vahyi merkeze almadan kamil ve tahkikî bir imana; imanı merkez almadan da salih fiil, hal ve amellere varmak mümkün değildir.
Bu noktada, tarihî seyir içinde, İslâm alimlerinin vahyin, imanın ve İslâm’ın ayrı mı, bir mi olduğuna dair kafa yorduklarını görüyoruz. Bilhassa usuli’d-din ulemasının bir kısmı iman ve İslâm için fark gözetmeyip, ikisini bir sayıyorlar. Diğer bazıları ise, iman ve İslâm’ın birbirinin aynısı olmadığını, ama birinin diğerini gerektirdiğini savunuyorlar. Ortada iki ayrı görüşün varlığını ihsas eden bu durum ise, esasen aynı gerçeği işaretliyor: İman ve İslâm parçalanmaz bir bütündür. Birbirinden kopuk biçimde mütalaa edilemezler.
Bu bütünlüğün iç dünyamıza nasıl yer ettiğini ise, insanın bir hakikatı özümseme süreci çerçevesinde rahatlıkla görmek olasıdır. İnsan, bir hakikata muhatap olduğunda, yaptığı ilk iş onu muhayyilesine almak ve bir sûret giydirmektir. Bunun ardından, onun gerçekten hak olup olmadığına dair etraflı bir ‘taakkul,’ yani akledip düşünme süreci gelir. İnsan, düşündüğü hususun hak olduğunu anladığında ise, bunu, onun hak olduğuna dair bir beyanla gösterir. Bir bakıma, muhatap olduğu şeyin doğruluğunu tasdik eder. Manidardır, bu onaylama, düşünme sürecinin sona erdiği anlamına gelmez. Bilakis, sırada aklın doğruluğuna kâni olduğu şeyi, diğer duygu ve kabiliyetlerin de onayına sunma faslı vardır. ‘İz’an’ diye tanımlanan bir aşamadır bu. Ve insan, bir hakıkatı gerek akıl ve kalbiyle tasdik ettiği, gerek tüm donanımıyla iz’an etmesiyle birlikte ‘iltizam’ etme, yani iz’an ettiği şeyin gereklerini ve uzantılarını da kabul edip özümseme durumundadır. O şeyin hakikat olduğuna ‘itikad’ etmemiz, ancak böylece mümkün olmaktadır.
Risale-i Nur müellifinin, bu süreci, iman-İslâm bütünlüğüne veya ayrılığına dair tartışmalara ilişkin yoruma uyarladığını görüyoruz. Öncelikle, sözünü ettiğimiz süreçteki her bir aşamanın ayrı bir hal ve tavrı beslediğini belirtir Said Nursî. Meselâ, iz’an, haktan ayrılmamak üzere ona boyun eğme anlamına gelen ‘imtisal’i meyve verir. İltizam ise, birşeye taraftar olma anlamında ‘taassub’u besler. İtikadın sonucu ise, dinde, imanda, hakikatte sarsılmaz bir kararlılık ve sebat taşıma anlamına gelen ‘salabet’tir.
Yine ona göre, bu süreç içinde, iman ‘iz’an,’ İslâm ise ‘iltizam’ aşamalarına tekabül eder. Buna göre, ancak tahayyül, tasavvur, taakkul ve tasdik aşamaları geçildikten sonra iz’an, yani ‘hakkı kabul ve tasdik’ aşamasına gelinmektedir. Ve, ancak iman aşamasından sonradır ki, iltizam, yani ‘hakka tarafgirlik ve teslim’ demek olan İslâm aşamasına erişilmektedir. Bu iki basamağa da erişildiğinde ise, dinde salabeti temin eden itikada varılmaktadır. İman ve İslâm’ın hakikatleri böylece buluşmuş, kökleşmiş ve kararını bulmuş olmaktadır. İman ve İslâm farkı gözönüne alınırsa, İslâm’a giden yol imandan geçmiş; dal ve budaklara, kök ve gövdeden sonra ulaşılmıştır. Ama, kök ve gövdede de kalınmış değildir.
Bu noktada iki şey net bir şekilde ortadadır: (1) Sadece Allah’ın varlığını tasdik aşamasında kalınamaz. Bu tasdik ve iz’an ‘gerekleri’ de vardır. Bu gereklerin yerine getirilmesi icab etmektedir. Meselâ, “Beni ve bu dünyayı yaratan bir Allah” var diyen insanın, sağlam bir itikada ulaştığından söz edebilmek, ancak onun bu imanın gerektirdiği kulluk tavrını da özümsemesiyle mümkündür. (2) Öte yandan, taakkul, tasdik ve iz’an aşamaları atlanarak ‘iltizam’a geçilemez. Geçilse de, bu ‘yürümez.’ Hepimizin açıkça gözlemlediğimiz gibi, imanın bir gereği olarak benimsemediğimiz, yalnızca ‘yapmam lazım’ diyerek yapmaya giriştiğimiz amellerin ifası ya hiç mümkün olmamakta, ya devamlı ve kalıcı olmamakta, veyahut yapılsa bile bu seve seve değil, zoraki olmaktadır. Bilhassa ‘yapmam lazım’ diye bilen, ama bir türlü yapamayan insanların bu kadar çok oluşunun sebebi, işte bu ‘atlama’dır.
Dolayısıyla, İslâm’a varan bütün ön aşamaları atlayarak sadece sonuçlara vurgu yapmak, kısır ve verimsiz bir çabanın habercisidir. Keza, asrımızda ve yaşadığımız ortamlarda İslamiyet’in sadece bir adil sistem, insanların huzurlu yaşamasını sağlayan bir toplumsal düzen, her türlü probleme çözüm sunan bir ideoloji gibi takdim edilmesinin; tefekkür, ubudiyet, nefis terbiyesi gibi pek çok boyutun ihmal edilişinin de, bu hususla ilgisi vardır. Manidardır, bu anlayış, dine bütün varlıklarıyla katıl(a)mayan diğer kesimlerin de işine gelmektedir. Hatta imansız bir İslâm’a, ubudiyetsiz bir adil düzene, ahiretsiz bir dünyevî ıslaha pekâlâ talip ve taraftar olabilmektedirler. Oysa, yapılan şeyin ‘ubudiyet’ anlamı taşıması, onun ancak herşeyin Yaratıcısı olan, O’ndan başka hiçbir şeyin yaratmaya ehil olmadığı, her türlü ortaktan ve yardımcıdan münezzeh bir Rabb adına yapılmasıyla mümkündür. Açıkçası, görünürde ‘imansız bir İslâm’a sahip çıkanlar olmakla birlikte; hakikat-ı halde imansız bir İslâm yoktur.
Günümüz ortamında, tam tersi bir durumu görmek de mümkündür. Allah’ın varlığını kabul eden, ama O’nun emirlerine ve vahyettiği şeriata sırtını dönen insanlar da mümkündür. Bu insanlar da, zahiren ‘iman ehli’ sınıfında görünmektedir. Ama, imanın gereği ve sonucu olan İslâm’dan kopuk ‘gayrimüslim bir mü’min.’ Halbuki, sahih bir imanın varlığından söz edebilmek, inanılan Rabbin emirlerini ifade eden İslâm’ı kabul edip o emirlere teslim olmakla mümkündür; hakikat-ı halde, İslâmsız bir iman da düşünülemez.
Özetle, her iki hale düşmemenin, yani ‘dinsiz bir müslüman’ veya ‘gayrimüslim bir mü’min’ olmamanın yolu, iman ile İslâm’ı hiçbir surette birbirinden koparmamaktan geçmektedir—tıpkı, bir ağacın kök, dal, budak ve meyvelerinin birbirini gerektiren bir bütün oluşturması gibi...
Bu bakımdan, imansız İslâmiyet bir kurtuluş vesilesi olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da kurtuluş sebebi olamaz. Yani, gerek tarihte ve gerekse günümüzde ortaya konan kimi yanlış anlayışların serdettiğinin tersine, ne İslâm ve ahkâm–ı Kur’âniye bağından boşandırılmış bir iman kurtuluşu temin etmekte; ne de iman ve hakaik-ı Kur’âniye esaslarından koparılmış bir İslâm kurtuluş nedeni olmaktadır. Zaten, her ikisinin ‘yürümediği’nin örnekleri açıkça görülmektedir.
Özellikle günümüz şartları gözönüne alındığında, dinin iman ve İslâm boyutlarına dengesiz ve sıhhatsiz yaklaşımların örneklerini bolca görmek mümkündür. Çoğu zaman kimileri İslâm’ı ‘şeriatsız’ bir ‘sevgi dini’ne dönüştürüp, bunu ilahî emir ve yükümlülüklere karşı gevşemenin bahanesi kılmaktadır. Kimileri de, İslâm’ı imanî bir muhtevanın ya hiç olmadığı veya çok sathî bırakıldığı bir ‘devlet, şeriat, ümmet, kurtuluş projeleri, ila-yı kelimetullah, cihad, sosyal adalet’ söylemi içinde sunmakta; itikadî esasları, imanî hakikatları, nefis terbiyesini, ubudiyeti, Allah indinde aczini ve fakrını anlama, O’nun mahlukatını tefekkür edip O’na ettikleri şehadeti tanıma gibi hususları hepten ihmal etmektedir.
Oysa, temelsiz bir bina ne kadar ayakta kalabilir? Motoru olmayan bir araba iteklemek suretiyle ne kadar ilerletilebilir? Dalından koparılmış bir budak, tazeliğini ve hayatiyetini ne zamana dek koruyabilir?
Yapılması gereken, pergelin iman ucunu büyük kâinat kitabının arz zeminine dikkat ve tefekkürle iyice saplayıp sabitledikten sonra, pergelin İslâm ucunu dilediğimiz kadar açarak, ‘merkezden muhite’ bir hareketle bir kulluk dairesi çizmekten başka birşey olmasa gerektir. Aksi durumda, daire çiziyoruz zannıyla ortaya pek çok yamuklar çıkarmamız pekâlâ mümkündür.
Üstelik, âyet–i kerimenin ihtarı olanca azametiyle karşımızda duruyor:
“Bedevîler iman ettik, derler. De ki: ‘Hayır, iman etmediniz. Sadece teslim olduk, deyin. Çünkü, iman henüz kalbinize yerleşmedi.’” (Hucurat, 14).