ADI NE şekilde konulursa konulsun, tüm ülkede, özellikle Güneydoğu’da, ağır bir bunalım yaşanıyor. İnsanlar ölüyor, yaralanıyor. Nice mallar telef oluyor. Evler acı, korku, endişe, nefret, hiddet, kin, intikam, elem hisleriyle sancılanıyor. Ve bunlar arasında, en sıradan kahve sohbetlerinden en yoğun akademik kurullara; en geçici yolüstü konuşmalarından en ciddî hükûmet toplantılarına kadar, birçok değişik mahfilde çözüm üstüne çözüm üretiliyor.
Bu “çözüm paketi”ne yeni birini eklemek yerine, öncelikle mevcutları tahlilde fayda gördük. Ve ortaya şöyle sonuçlar çıktı:
“BUNLARI KESECEKSİN”
Bu söz, bugün kimi ağızda, özellikle olayların yoğunlaştığı günlerde, ters-taraflı şekilde geziyor. Bazı insanlar A tavrını gösterenler için, A tavrını gösterenler ise söz konusu “bazı insanlar” için böyle söylüyor. Bu katı hüküm, müfrit ve hissî bir tarafgirlikten besleniyor. Bilhassa hadiselerin taşıdığı galeyanlarla hissiyatın aklın önüne geçtiği anlarda daha bir beliriyor.
Oysa mü’min “adalet-i mahza” ile mükelleftir. Yani, tam anlamıyla âdil olmakla… En küçük bir hakkı bile zâyi etmemekle. “Adalet-i mahza” ise, Kur’ân’ın beyanıyla, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olmaz” diye emrediyor. Dolayısıyla, bazı insanların giriştiği fiiller yüzünden, başka insanları —meselâ, o kişinin kardeşini, eşini, çocuğunu, akrabasını, köyünü, mil-
liyetini— mesul tutmamayı öngörüyor. O hal-de böylesi bir toptancı suçlama tavrı, “adalet-i mahza”ya memur bir mü’mine asla yakışmıyor. Bu arada, mü’minin, “Kadı öfkeli iken hükmetmez” hadisini ölçü alıp,
hislerin galeyana geldiği anlarda hüküm vermenin Hz. Peygamberin tavsiyesine uymayan bir tavır olduğunu da hatırda tutması gerekiyor.
“HERKES KENDİ TOPRAĞINA”
Bu söz, milliyetçi hislerin iyice menfiye yöneldiği anlarda, tarih boyunca kullanılagelmiş. Hâlâ, çok yerde söyleniyor. Ki, Almanlar böyle dediğinde, onları “Nazi hortlakları” diye ayıpladık. Bulgaristan’ın, halkın iradesini hiçe sayan eski komünist hükûmeti benzer bir eyleme girişince, hükûmeti değil, tümüyle Bulgar halkını suçlamaya dahi giriştik. Ne var ki, aynı söz bugün şu ülkedeki birçok ağızda dolaşıyor.
Oysa, hiçbir coğrafya, ebediyen hiç kimsenin değildir. Ne orada oturan, ne vaktiyle oturmuş olan, ne de hiç oturmamış bulunan, o yeri sahiplenemez. İmanımız her yerin Allah’ın mülkü ve herkesin Onun mahlûku olduğunun şuurunda olmayı icap ettiriyor. “Mâlik-i Hakikî” nazarından bakıldığında ise, başkasını o yerden kovarcasına “benim toprak-senin toprak” kavgasına girmek, imanî bir tavır olarak gözükmüyor.
“ÖZERKLİK VERELİM”
Kimi çevrelerin “favori” çözümü bu. Bu muvacehede, bir eyalet yapısı; özerk bir meclis, özerk yerel yönetim, özerk eğitim ve iletişim kurumları öngörülüyor.
Özerklik, daha ziyade “azınlıklar” için düşünülmüş bir çözüm yolu. Belli bir ülkede, ülke bütünü içinde azınlık durumunda olup ülkenin belirli bir kısmında çoğunluk halinde yaşayan milliyetler için “özerk” yapılar öngörülüyor. İlgili bölge yine merkeze bağlı kalıyor; ama daha zayıf bağlarla bağlı kalıyor. Belli kararları kendi başına alabiliyor.
Bu çevçeveden bakılınca, “özerklik” nosyonunun son iki asrın milliyetçi dalgasıyla gelişen “millî devlet” anlayışının yanısıra geliştiği görülüyor. Belli bir milliyet, çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede hâkim durumda iken, onunla bağları olan “azınlık” durumundaki başka bir milliyete bu imkân tanınıyor.
Fakat mü’min için belirleyici unsur, milliyet değil, dindir. O, bir milliyete mensup olmanın önünde, bir ümmetin üyesidir. Ümmet şuuru ise, ister azınlık ister çoğunluk olunsun, “millî-devlet” kalıbına giremez. Bu bakımdan, “millî-devlet” kalıbı içinde kalan bir öneri, mü’minin tartışma gündeminde olmaması gereken bir öneridir.
Kaldı ki, TC özelinde, ilginç bur durum yaşanıyor. TC’nin kuruluşuna imkân veren Lozan Andlaşmasına göre, Türkiye sınırları içinde “azınlıklar” vardır. Ama bunlar gayrimüslimlerdir. Hangi milliyete mensup olursa olsun, müslümanlar çoğunluk olarak kabul edilmiştir. Yani, Lozan’ın mantığıyla, TC bir Türk devleti değil, bir müslüman devleti olarak öngörülmüştür. Diğer bir ifadeyle, temeldeki harcın “din” olduğu, bu andlaşmayla da tescil edilmiştir. Bu çerçevede, iki müslüman kavme, “azınlık” “çoğunluk” “üniter devlet” ya da “özerklik” tartışmalarına girmek yerine, devletin temelindeki harcın rejimi elinde tutanlarca tesbitini isteme vazifesi düşüyor.
“KONFEDERASYON KURULSUN”
Bu öneri, “özerklik” teklifine benzer bir mantıkla ortaya atılıyor. Zaten, konfederasyon, değişik milliyetleri temsil eden küçük çaplı “millî-devlet”lerin savunma, dış siyaset, ekonomi gibi belli alanlarda ortak hareketi temeli üzere birleştiği bir yapıyı ifade ediyor. Dağılan Yugoslavya ile halihazır BDT, bunun bir örneği.
Bu teklif de, bir önceki gibi “milliyet-eksenli” olduğuna göre, aynı şekilde mü’min için mütalaa konusu olma durumunda değildir.
“MEMLEKETİ PARÇALATMAYIZ”
İslâm ıstılahında “memleket”in karşılığı “dârü’l-İslâm”dır. Dârü’l-İslâm ise, İslâmın yaşandığı ve hükümferma olduğu toprakları ifade eder. Dünyanın geri kalan kısmı ise dârü’l-Harb’dir; yani İslâmın hükümferma olmadığı, yaşanmasına ve tebliğine izin verilmeyen yer. İslâm üzerinde hükümferma olmadığı için “dârü’l-Harb” sınıfına giren, ama İslâmın yaşanmasına ve tebliğine izin verilen; dârü’l-İslâma karşı mütecaviz bir tutum izlemeyen yerlere ise “dârü’s-sulh” denilir.
Bu bakımdan, bir mü’min olarak, “memleket”i bu çerçevede mütalaa etmemiz gerekiyor. Bu memleketin, yani dârü’l-İslâmın değişik yerlerinde ayrı ayrı hükûmetlerin mevcudiyeti durumunda dahi bu gerçek değişmiyor. Nitekim 12. yüzyılın İslâm dünyasını tahlil eden bir İslâmiyatçı, Fas’tan yola çıkan bir tüccarın, hiçbir pasaport vs. göstermeksizin geçerek tâ Hindistan içlerine kadar rahatça gidebildiğini ve dönebildiğini yazmaktadır. O yüzden, haricî fitnelerin de tahrikiyle birbirine düşürülmüş, birbirine düşman kılınmış müslüman kavimler zincirini sürdürme ve geliştirme değil; bu zinciri ümmet şuuru ile kırma vazifesiyle mükellefiz. “Millî-devlet” sınırları, mü’min için asıl olamaz.
“Memleketi parçalatmayız” sözüne gelirsek… Bu söz şu anlamda kullanılıyor olabilir:
“Her ne kadar ‘Türk milliyetçiliği’ adına hareket eden, ‘Din yok milliyet var’ ilkesiyle çalışan insanlar uzunca bir süre şu ülkeyi inhisarında tutmuş bulunuyorlar. Bu insanların menfî milliyetin getirdiği halet-i ruhiye ile irtikap ettiği birçok haksız fiiller olmuş. Zaman zaman, bu zihniyetin daha bir belirdiği ve hükmettiği oluyor. Tüm bunlara rağmen, bu ülke aslında müslüman beldesidir. Temelinde yatan harç, dindir. Bu harcın en büyük iki unsuru ise, dokuzyüz yıldır bir arada yaşayan; Said Nursî’nin ifadesiyle ‘içtimaî hayat ve saadeti birbirinden neş’et eden’ iki müslüman kavim olan Türkler ve Kürtlerdir. Menfî milliyet fikrinin aldatmasına ve ‘millî-devlet’in sözde parıltısına kanıp, mü’mini mü’minden ayırmayalım. Beraberce, temeldeki harcın tescil ve teslim edilip, ona görü hükûmet edilmesine çalışalım.”
Şu anlamda da kullanılıyor olabilir:
“TC üniter bir devlettir. Bir Türk devletidir. Fakat bizim Türklük anlayışımız ırkçı bir anlayış değildir. Bu ülkede yaşayan ve kendini Türk sayan herkes, hangi etnik kökene mensup olursa olsun, Türktür. Bunun ötesinde bir ayrımı kabul etmiyoruz. Bunun karşısına çıkan herkese karşı sonuna dek mücadelede kararlıyız.”
“Memleketi parçalatmayız” sözü, birinci anlamda kullanılıyor ise, mütalaaya değer. İkinci anlamda ise, bahsimizden hariçtir.
“BIRAKALIM AYRILSINLAR, GÜNLERİNİ GÖRSÜNLER”
Özellikle Avrupa’nın izini süren kesimlerin öne sürdüğü bu “çözüm”, kendisine Kürt denilen mü’minlerden, onların temsil ettiği dinî hissiyattan ve de Güneydoğu’dan arındırılmış bir Türkiye’yi öngörüyor. Buna göre, bir nebze toprak kaybıyla TC küçülecek; ama o toprak parçasında ayrı bir devletin kurulmasıyla, ilgili bölgeden TC’nin daha zengin yörelerine nüfus akışı önlenecek. Dolayısıyla, daha bir “Avrupaî görünüm” arzeder olacağız. Millî gelir, bir anda 4000 dolar düzeyine çıkmış olacak. Bu arada, bazı zevatın “Avrupaî” ve “modern” görünüm hevesi uğruna, Güneydoğu’da kalan milyonlarca insan yıllanmış ihmalin, sefaletin, yokluğun, zaruretin pençesinde kıvranıyor olacak.
Bu mantık, ibresi Avrupa’ya ayarlı; dünyası “gelişme,” “büyüme,” “ilerleme” gibi paradigmalar ile dolu insanlara pek de cazip görünüyor. Ne ki, içinde, bir mü’min için kesinlikle bahis konusu olamayacak tavırlar içeriyor. Herşeyden önce, bölgeleri “milliyet” ekseninde ayırma eğilimi taşıyor —ki, mü’min için aslolan “rabıta-i dinî”dir, milliyet değil. İkincisi, bazılarının daha müreffeh olması için, başka bazı insanların daha bir zarurete düşmesini öngörüyor —bu ise mü’minin imanından gelen şefkat hissine sığmaz.
Bizler, mü’min olarak, Resûlü kendine harb açmış Mekke’deki fakirlerin ihtiyacını unutmayıp onlara yardım gönderen bir dinin mensubuyuz. İnandığımız vahiy, “İnananlar kardeştir” buyuruyor. Sevgili Resul ise, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” hükmediyor. Bütün bunlardan sonra, sair mü’minlere karşı “Bırakalım günlerini görsünler” türünden bir mantık, başkalarına belki, ama mü’mine asla yakışmıyor.
“ASKER NE GÜNE DURUYOR?”
Hemen her demokratik ülkede, ordu, hariçten gelecek bir tehdide karşı durur. Demokrasinin oturmadığı ülkelerde ise, çoğu kez, kendisini besleyen kendi halkına karşı. Bu ülkelerde ordu bir ideolojinin sözcüsü ve halkın ondan sapıp sapmadığının gözcüsü gibidir. Kendince bir “sapma” vehmedince, eline verilmiş gücü, verene karşı kullanmaktan çekinmez. Buna hakkı var mıdır? Hayır; ama “kuvvet”i vardır. Zaten, mensubu olduğu ideolojinin özünde “Hak kuvvettedir” mantığı hükümfermadır.
Askerî darbelere dair araştırmalarıyla tanınan siyaset bilimci Amos Perlmutter, Kore örneğinde bunu tahlil ederken, bir generalin “Demir elli cerrahlar olarak, gereken ameliyatı yapacağız” sözüne atfen şunu söylüyor: “Demir elli cerrahlar gerçekten ameliyat yaparlar. Ama hep yanlış yerleri keserler.” Oysa, hakikatte, asker halkın tasvip ettiği bir hükûmetin çizdiği politikayı uygulamaya memurdur; politika-yapma durumunda değil.
Ülkemize bakınca, askerin iç siyasette belirleyici olmasının Güneydoğu ve Doğuda merhem değil, çoğu kez yara unsuru olduğu gözleniyor. Meselâ tek parti döneminin yerel ayaklanmaları —Şeyh Said, Sason, Dersim vs.— asker gücüyle hallolunmak istendi. Ama sonuç yaranın hâlâ kanarcasına deşilmesi oldu. Meselâ 60 ihtilali sırasında generaller tek parti döneminin “zorunlu iskân”ını ihya etmeye kalkıştılar; yara biraz daha deşildi. 12 Eylül döneminde ise, “birlik ve beraberlik ortamı”nda Türkçe’den başka dilleri yasaklanınca herkesin tek bir millete mensubiyet şuuru kazanacağı düşünüldü; başka diller konuşmak yasaklandı. Bu da yarayı azdıran bir husus oldu.
Böylesi tecrübeler, “kuvvet”e, bu arada kuvvet-ekseninde düşünen kesimlere yönelik önerileri gündem dışı tutuyor olmalı. Dolayısıyla askerî ceberutu da... Kaldı ki, mü’min için aslolan hakkı bulmak ve ona taraf olmaktır; kuvvete dayanmak değil.
“KANLAR YERDE KALMAYACAK”
Bu söz, yıllardır, her hadisenin ardından söyleniyor. Ve yine yıllardır, kanlar akmayı sürdürüyor. Zaten “kana kan, dişe diş” mantığı “misilleme” kokan bir mantıktır ve —eğer varsa— bir hakkın müdafaası uğruna çok zulümler işlenmesine vesile olabilir. Dolayısıyla mü’min için düşünülesi değildir.
“YÜZ BİN KÜRT FEDA OLSUN”
Belki bazı insanlar tersini de söylüyor olabilir. Ama “Asrımız ırkçılık asrı” diyen PKK önderi Abdullah Öcalan’ın bu sözü hemen herkesçe biliniyor.
Peki, canlar ne için feda olacak? Bu soruya, taraflar açısından bakıldığında, olumlu ve net bir görüntü belirmiyor.
İmanî bir yolda giden her can, şehid olarak gider. Oysa bugün, kimi insanlar dahilde menfî tarzda hareket edip, çok zulümlere kapı açıyorlar. Çok masumun canını, kanını, malını heder eden iki taraflı bir “milliyet” kavgası yaşanıyor. Böylesi bir kavganın, sonu “şehadet”le biten bir “hak” mücadelesi olduğu ise herhalde söylenemez. Dolayısıyla, bu yolda tek bir canın heder olması bile mutlak bir kayıptır ve bu uğurda haksız yere tek bir insanı dahi öldüren veya öldürten, âyetin ikazıyla “bütün insanları öldürmüş” gibi cezaya müstehak olabilir.
“GAP’I GAPTIRMAYIZ”
Mü’min, bir hadiseye bakışını dünyevîlikler üstüne kurmaz. Bir yer kimin hakkı ise, öyle de böyle de olsa, onun hakkıdır. Müzakeresi yapılacak husus, olsa olsa “kimin hakkı?” olduğu hususudur.
“GAP’ı kaptırmayız” sloganı, âdeta “Eğer orada GAP olmasaydı, varsın olsun derdik. Ama GAP’ı yaptıktan sonra vermeyiz” gibi bir hava aksettiriyor. Ki, normalde orası GAP’ı yapanların hakkı değil ise, GAP kaçak arsa üzerine yapılmış bir bina hükmündedir. Şu ülkenin, hangi soydan geliyor ve hangi ilde yaşıyor olursa olsun tüm insanlarının vergileri ile yapılmışsa, o zaman onda herkesin payı vardır.
“GAP kavgası” böylesi belirsizlikleri barındırıyor. Ve temelde “mal kavgası”nı andırır dünyevî hesaplarla yüklü olarak, imanî bir üslûba oturmuyor.
“ORADA PETROL VAR”
Kimi çevrelerin rağbet ettiği bu teze göre, Güneydoğu’da muazzam bir petrol rezervi var. Türkiye, bu rezervi petrolün biteceği günlere saklıyor. Günü geldiğinde açığa çıkaracak ve az zamanda çok zengin olunacak. Fakat, “Türkiye’nin büyümesini istemeyen dış güçler,” bu gerçeği öğrenmişler ve istikbalin bu mutlu tablosunu baltalamak için yollar arıyorlar.
Bu muhayyel senaryonun ardındaki mantık, bir önceki başlığa hükmeden mantıktan pek farklı değildir; “Kimin hakkı?” sorusundan önce, “Benim hakkım olmalı” peşin hükmüne dayalıdır. Dünyevî hesaplar öngörmektedir. Dolayısıyla, bu da imanî bir üslûba oturmuyor.
“TÜRKİYE’NİN SÜPER GÜÇ OLMASI İSTENMİYOR”
Olabilir. Ancak öncelikle şunun sorgulanması gerek: “Süper güç” olmak, imanî bir zaruret mi? Ancak öylece mi kulluğumuz tezahür edecek?
“Süper güç” olma mantığı, aslında, güç, yani “kuvvet” mantığının “süper” bir tezahürüdür. Mü’min ise, mantığını “güç” temeli üzere değil, “hak” temeli üzere oturtma durumundadır. Dolayısıyla, süper güç olma temeline dayanan analizlerle uğraşılacak yerde, “Nasıl kendi hayatımızda ve umumun hayatında hakikati temellendirebiliriz?” sorusuna muhatap olarak yaşamak, mü’mine asıl yakışan harekettir.
Ayrıca, bir mü’min olarak, her birimiz öncelikle kendi enfüsî dünyamızdan sorumluyuz. Kendi şahsımız adına ubudiyet ile mükellefiz. Aslî ve fitnelerin tahribi hengâmında hayatî olan bir vazifeyi bırakıp, esasında devleti yönetenleri ilgilendiren meseleler ile lüzumsuz uğraşmak, bizim vazifemiz olmasa gerektir.
“TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR; ONLAR DA TÜRK”
Bir milliyete mensubiyet, Allah katında ne eksiklik, ne de fazlalık ölçüsüdür. Bizi kavimler halinde yaratan da, o kavimlerin herhangi biri içinde yaratan da Odur. Ve yine O, kâinatın şehadetiyle Âdil ve Hakîm olduğuna göre, yaratışı noktasında fark gözetiyor değildir. Bazı kavimler daha ayrıcalıklı halde yaratılmış değildir. Herkes mahlûkiyet noktasında birdir. Acem’in Araba, Arabın Rum’a, Rum’un Türk’e, Türk’ün Kürd’e, Kürd’ün Ermeni’ye... üstünlüğü yoktur.
İkinci olarak, kimse Allah kendisini hangi hal üzere yaratmışsa onu inkâr durumunda değildir. Buna ne yetkisi, ne de mecburiyeti vardır.
“Onlar da Türk” mantığı, birçok müslüman kavmin beraberce yaşadığı bir beldeye “Türk ülkesi” diyen menfî milliyetçilerin açıklarını kapatmak için uydurduğu bir yama mahiyeti taşıyor. Ne ki, bu yama, “milliyet-eksenli” oluşu itibarıyla, mü’minin dünyasına sığışmıyor. Ayrıca, sahte kardeşlik vesilesi icadına çalışırken, esasen “İslâmî kardeşlik” ile “yaratılmış olmamız itibarıyla kardeşlik” gibi iki imanî ve fıtrî kardeşlik rabıtasını nazardan silmeye çabalıyor.
“BİZİ BİZ YÖNETELİM”
Özellikle kendilerine Kürt denilen iman ehli arasında gelişen bu düşünce, BM’nin ünlü “self-determinasyon”unu hatıra getiriyor. Yani, “ulusların kendi geleceğini tayin hakkı”nı. Bir milliyet asrında, milliyet ekseninde gelişen bir “ulus” mantığı, imanî çizgiyle örtüşmüyor. Zira, bir mü’min olarak, “Bizi biz yönetelim” diyebiliriz; ama “Bizi bizim milliyetten biri yönetsin” anlamında değil. Kur’ân bize, “sizden olan ululemre itaat”i emrediyor; “sizden olan”ı belirleyen ise, elbette imanî rabıtadır. Mü’min, yönetme durumunda bulunan kişilerin “kendisinden” olmasını isteyebilir. İster de... Ne ki, bunun anlamı “mü’min olan ve imanî ölçülere göre yöneten” olsa gerektir.
“Bizi biz yönetelim” mantığı, bu çerçevede, önemli pürüzler taşıyor. Bizler, isterse kardeşimiz olsun, imanî ölçülere göre hükmetmeyecek birini talep etmemek ile; ister başka bir kavimden olsun imanî ölçülere uyan birinin yönetimine rıza göstermek ile mükellefiz.
“BU İŞLER BENİ ALÂKADAR ETMEZ”
Etrafımızda yaşanan, görüp duyduğumuz herşey, bizim için bir soru ve bir imtihandır. Bu açıdan, dış dünyadan dünyamıza ne geliyorsa, bizi ister istemez alâkadar eder. Uçan bir kuş, solan bir çiçek, gülen bir bebek kadar, komşumuz, akrabamız, içinde yaşadığımız şehir ve ülke ile de ilgiliyiz. İstesek de, istemesek de. Şu veya bu şekilde muhatap olma durumunda kaldığımız böylesi olaylarda tavrımız ne olacak?
Kur’ân’ın emrettiği “gözü haramdan sakınma” emri, bu noktada ufuk açıcı olabilir. Mü’min olarak, gözümüz, kulağımız, kalbimiz ve aklımızla, “harama nazar etmeme” vazifesi taşıyoruz. Bu haram, doğrudan ilahî emre muhalif bir hal olabilir. Yahut, aslında imanın konusu olacağı yerde, biz ona haram bir nazarla bakıyor olabiliriz.
Eğer bir meselede, nefislerin güdümünde, dünyevî, menfaat-eksenli, kuvvet mantığına dayalı birşey söz konusu ise, o meseleden sarf-ı nazar ile mükellefiz. Meselâ, haksız iki adamın arasında geçen hakikatsız bir konuşma yahut kavga bizi alâkadar etmeme durumundadır; çünkü, ortaya hak namına birşey çıkacak değildir. Ama bir hak-haksızlık meselesi var ise, en azından kalben hak olanın tarafında olmakla mükellefiz.
Bugün ister istemez dünyamıza gelen söz konusu hadisede, birtakım giriftlikler mevcut. Bir tarafı ile, ikisi de dünyevî, ikisi de laik, ikisi de menfî milliyete saplanmış, ikisi de “kuvvet” gösterisine râm olmuş iki unsur çarpışıyor. Hadisenin bu kısmı, seyri ve dayandığı temel itibarıyla, mü’mini alâkadar etmeme durumunda olsa gerektir.
Beri yanda, bu hadisenin beraberinde kimi mü’minlerin kalbi yaralanıyor. İmanın getirdiği kardeşlikle asırlardır bir ve beraber olmuş insanlar, iki yönden “asabiyet-i cahiliye”ye itiliyor. Menfî milliyet fikri, İslâmî kardeşliğe galebe çalma istidadı gösteriyor. Ve bunlar olurken, hadiselerin getirdiği hissiyatla insanlar bir tarafa râm olup onun dünya görüşünü, onun tavrını, onun zulmünü ve yanlışını alkışlama; yani “zulme rıza” durumuna düşme tehlikesi yaşıyor. Hadisenin bu kısmı ise, bizi alâkadar ediyor; hem kendimize dikkat etme, hem de her iki kavimden olan ve şahsen muhatap olduğumuz mü’minleri uyarma mükellefiyeti yüklüyor. Hadise üzerinde, dünyevî teferruatına dalmadan, bu mahiyeti ekseninde belki alâkadar olunabilir. Ama, burada da, eğer bir mü’min kalben bir tarafa meyletme tehlikesi hissediyorsa, —yani alâkadarlığı, bir anlamda onun için “harama nazar” sınıfından olacaksa— kendi namına, alâkadar olmamakla mükelleftir.