Büyük cemaat, küçük cemaat... (III)

YIL, YİNE 1989. Bir önceki yazımda sözünü ettiğim olayın üstünden ya birkaç hafta veya en fazla birkaç ay geçmiş.

80’lerin ilk yarısında ‘sosyal bilimler’ okumuş gözlerim, ikinci yarısının bu son faslında ‘uygulamalı ders’ görüyor gibi. Bölünmeler, birleşmeler, altüst oluşlar, ihtilaflar, ittifaklar olup biterken, kendimi bir ‘sosyoloji atölyesi’nde hissediyor gibiyim.

Hayır, hayır; seyrettiğim değil, bizatihî içinde olduğum, içine katıldığım bir manzara bu.

Bir doğru görüp yalnızca seyirci olmaya da, bir yanlış görüp sadece seyirci olmaya da razı değil vicdanım.

Doğruysa dahil olmalı, yanlışsa muhalefet şerhini düşmeli, tavır koymalı. Her halükarda, niye nerede olduğunun bir asla, bir hakikate dayanan bir izahı olmalı. Öyle düşünüyorum.

Hasbelkader içinde bulunduğum bir mecliste Risale-i Nur’un cemaatî ve ictimaî hayatlara dair son derece kritik bir ölçüsünün bir kelime ayrıştırmasına kurban gitmesine vicdanım razı olamamış, şerhimi düşmüşüm ya; hakkımda ‘edeb’ yoksunluğuma dair, ‘ettiğim ağza alınmaz hakaretler’e dair lâf dolaştıranlar olduğu gibi, yazık ki ne yazık, ilgili mecrayla kendi yaşadıkları gerilim ve asabiyetin tesiriyle bizi orada o tavrımızdan dolayı neredeyse ‘kahraman’laştıranlar da olmuş.

Neticede, bir davet almışım. Bir toplantıya dair...

Gittiğimde, bu toplantının, şahidi olduğum ‘mektuplaşmalar’ faslına dair olduğunu görüyorum. Bunca sene Risale-i Nur hizmeti için hep birarada olmuş, doğruda da eksikte de (haydi diyelim, kimi zaman yanlışta da) ortaklaşmış, asla ayrı düşmeyeceği umulan üç isim iki parça olmuş; bir büyük yapı da onlarla birlikte iki parçaya ayrışma durumuna gelmiş.

İki taraf, mektuplar vasıtasıyla birbirine meramını anlatıyor. İki taraf adına mektupları, yazı hayatımda öğretmenim olmuş, kendilerinden yazıya dair çok önemli dersler edindiğim iki isim yazıyor. Biri o tarafta, biri bu tarafta; onu da biliyorum. İş mektuplaşmalar faslına gelmişse, geri dönüşü çok zor gibi geliyor bana ama; yine de, bunun iletişimin ve müzakerenin kanallarının hâlâ açık olduğuna da işaret ettiğini düşünerek ümidimi kavi tutmaya çalışıyorum.

Bir taraf mektup yazmış, öbür taraf adına yazılmış mektup müzakere ediliyor. Davet edildiğim toplantı, bunun içinmiş.

Mektubun kendilerine hitapla yazıldığı iki isimden biriyle, az zaman önce, bir önceki yazımda dile getirdiğim o sıcak teması yaşamışım. Hislerim diri. Üstüne üstlük mesajı belirleyen aracıların sağda-solda neler söylediğinden de haberdarım.

Ama şükür ki, herşeye rağmen, bu diri hisler iz’anımın ve insafımın önüne geçmemiş. Aklıselim ve şefkatin de...

Mektup okunuyor. Karşı tarafın bu tarafı suçladığı mektuba mukabil, bu tarafın karşı tarafı suçladığı ifadeler yer alıyor...

Bu mektubun yazılmasındaki amacı soruyorum mektup müzakereye açıldığında. Bir gerilimi sürdürmek ve tırmandırmak mı, tansiyonu düşürüm meseleyi bir buluşma ve uzlaşma noktasına taşımak mı? Arzu edilen, hedeflenen ne?

Bekleneceği, beklenmesi gerektiği üzere, ikincisiymiş hedef: tırmandırmak değil, çözüme kavuşturmak...

“Öyleyse” diyorum. “Mektubun, ortadaki gerilimi ve bunun yol açtığı sıkıntıları dile getirmekle birlikte, bunu daha mutedil bir dil ile ifade etmesi gerek. Meselâ, ‘Siz meseleyi sürüncemede bırakıyorsunuz’ denilmiş mektupta. Bu, suçlayıcı bir dil. Karşı taraf, ‘Hayır, meseleyi asıl siz sürüncemede bırakıyorsunuz’ diyecek, derken bu iş uzayıp gidecek. Oysa mesele ortada kalmışsa eğer, karşı tarafı suçlamadan da bir çözüm davetinde bulunmak mümkün. ‘Mesele sürüncemede kalıyor’ gibi bir ifade, meseleyi müzakereye açmak ve çözüme kavuşturmak için daha uygun bir ifade...”

Kelimeleri aklımdan yitip gitmiş, ama ikinci bir cümleden daha örnek verdiğimi hatırlıyorum.

Şükür ki, üsluba ve seçilecek kelimelere dair bu önerim kabul görüyor.

Sonra, başkaları söz alıyor, başka başka şeyler konuşuluyor derken, duyduğum bir kelime karşısında irkiliyorum. Söz alan kişi, çözülmesi beklenen gerilimin iki tarafından birinin merkezinde yer alan kişiye “Abi, şimdi biz senin adamların olarak...” diye söze başlıyor.

Risale-i Nur’un adalet-i mahzâ ölçüsüne ‘Cemiyet için edilmez, cemaat için edilir’ mânâsı yüklendiğinde yerimde duramayıp müdahil olduğum gibi, beni irkilten bu sözler karşısında da müdahale etmeden duramıyorum.

“Bir dakika, bir dakika” diyorum heyecanla. “Burası filanın adamları toplantısı mı?”

Devam ediyorum sonra: “Eğer öyleyse, ben yanlışlıkla çağrılmışım. Ben filanın adamı değilim. Dahası, bir müellifinin ‘Said de bir talebedir’ dediği Risale-i Nur’un bir talebesi falanın ve filanın adamı olmaz, olamaz diye biliyorum.”

Burada da kalmıyor sözlerim. Konuşan kişinin adamı olduğunu belirttiği büyüğümüze dönüyorum ve: “Size de şunu söyleyeyim abi” diyorum. “Bu ifadeyi duyduğunuzda, size ‘Sizin adamlarınız olarak’ diye hitap edildiğinde içinizde en ufak bir memnuniyet dahi uyandıysa, kalbinize dikkat edin.”

Canım o şu mânâda söylendi, şöyle söylenmek istendi, böyle bir dil sürçmesi oldu kabilinden izahlar gelişiyor sonra.

Lâkin, o akşamdan sonra, bu ‘adamlar’ın da sağda-solda hakkımda türlü çeşit lâflar etmeye başladıklarını duyuyorum. Dedikodu hızıyla dört bir tarafa yayılan lâflar...

Ötesini anlatmayayım en iyisi...

İşte o vakitten beri üstüme yapıştırılan bir etiketin; ‘sorunlu,’ hem de ‘cemaatle sorunlu’ etiketinin, dahası ‘cemaat düşmanı’ etiketinin ikinci kaynağının hikâyesi...

Hay Allah, asıl konuya giremedik yine...

Bir sonraki yazıya kaldık bir kez daha...

  24.07.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut