Büyük cemaat, küçük cemaat...

CİRMİNİZ KÜÇÜK, sesiniz kısık ise eğer, sözleriniz uzaklarda bir yerlere, perdelenmiş, kırılmaya uğramış, dahası çarpıtılmış halde ulaşır. Hele bir de, sözünüzün bir yerlere yerleşmiş birilerini ve zihinlerde ‘mutlak doğru’ gibi yer tutmuş sabit fikirleri rahatsız etme istidadı varsa, bu iş hem daha katmerli bir hal alır, hem de daha bir hızla gerçekleşir.

İletişim biliminin ana kuralı olarak, Marshall McLuhan’a “Mesajı aracı belirler” dedirten de, bu vâkıadır. Sözünüz, bu durumda, iki kere kırılmaya uğrar. Sözünüzü kendi iddiasına ve konumuna yönelik bir tehdit gibi algılayan aracı, yani sözünüzü aktaran kişi sözünüzü çarpıttığı gibi, herşeyin tebeyyün ettiği huzuruyla zihinsel konforun doruklarında yaşayan aktarılan kişi de tahkik ve tahlil ihtiyacı duymadan, meselenin tam da ‘duyduğu gibi’ olduğuna inanmaya meyleder.

Türkiye’de, birbuçuk yıl önce, tam da bu sebeple mâkuliyet timsali yürekli bir adam öldürüldü. Hrant Dink, bu topraklarda ‘etnik köken’e dayalı milliyetçi-devletçi bir refleksi iyice kabartmayı vazife edinenlerin çarpıttığı bir mâkul sözden dolayı mahkumiyet aldı, sonra da öldürüldü. ‘Türklüğü aşağıladı’ diye.

(Böyle bir kanun maddesinin varlığı başlıbaşına bir problem; Ermenliği, Rumluğu, Yahudiliği, Araplığı, Kürtlüğü... aşağılamanın adiyattan olduğu bir zeminde sadece ‘Türklüğü aşağılama’yı merkeze almanın vicdanlarda karşılığını bulmak mümkün değil; hiçbir etnik kökene, insanların içinde doğdukları hiçbir milliyete hakarete izin vermeyen bir hükmün ise İslâmîliği ve insanîliği aşikar.)

Hrant Dink’i birileri için nefret objesi haline getiren cümlenin kasdı, ‘Türklüğü aşağılamak’ değil, bilakis Ermeniler içerisindeki geçmişin olaylarından bugüne dönük bir nefret üreterek beslenen insanları uyarmaktı. Ama mesajı aracı belirledi; bu topraklarda bizim rüyamız olan, kökeninden dolayı kimseye üstünlük ve aşağılık atfedilmeyen eşit ve özgür bir Türkiye birilerinin ise kâbusu olduğu için, doğru niyetlerle söylenmiş bir söz çarpıtıldı; ve hayatında tek bir cümlesini bile ‘aracısız,’ ‘doğrudan’ okumamış bir delikanlı tarafından Hrant Dink öldürüldü.

“Suikast, sansürün nihaî biçimidir” demişti akıllı olduğu kadar vicdanlı da olan İngiliz edebiyatçı George Bernard Shaw. Bu açıdan bakarsak, bu cinayet, bir ‘sansür girişimi’ydi gerçekte. Hrant Dink’i mutlak biçimde sansürleyen; henüz yaşıyor olan yazarlara ise, kafalarında bir sansür mekanizması işletmeyi öğütleyen...

Sözde bir sorun yoktu; sözün ardındaki niyet de sorunsuzdu. Ama aracılar sözü ve mesajını çarpıttı ve olanlar oldu.

Doğru olduğundan emin olduğu, ama işte tam da doğru olduğu için yanlış yerlere konuşlanmış ama bu yerden kıpırdanmaya da asla niyeti olmayan birilerini rahatsız etme istidadı yüklü bir düşünceye sahip olmak, bu düşünceyi içinde tutmayıp dışarıya çıkarmak, ifadeye taşımak, meselâ yazmak, meselâ konuşmak, bu açıdan bakılırsa, yeryüzünün en zor ve en tehlikeli işlerinden biri.

Öyle ifade edeceksin ki, doğru anlaşılacaksın, yanlış anlaşılmayacaksın. Ama dilin bütün imkânlarını bu noktada seferber etmen yine de yeterli olmayacak. Çünkü, düşüncen, sözün, duruşun birilerini rahatsız ettiği için perdeleneceksin. Sesin kısılacak, daha geniş bir mecrada sözünün ‘doğrudan’ işitilmesinin, yazının ‘filtresiz’ okunmasının önüne geçilmek istenecek.

Şartlara göre, ya sen ve sözün yok sayılacak, veya sözünün çarpıtılmış yorumuyla sana kara bir damga vurulacak.

Bedel ödetilecek sana. Masum olduğun halde suçlanacaksın. Sözü doğru anlamamaya azm ü cezm ü kasd eylemiş muannidlerin; onların ağzına bakan ve onların yorumunu sözün aslının yerine koyan tahkik mahrumu mukallidlerin; doğru niyetle söylenmiş doğru sözü doğru anlama istidadından kendisini mahrum etmiş ‘talimli cahil’lerin gözünde ‘mücrim’ olacak; masumiyetini isbat zorunda bırakılacaksın.

Ama hangi birinden haberdar olup hangi birine yetişesin?

Neticede, bu hali bu yolun içinde bir ‘ibtilâ’ olarak görüp, sabrı tavsiye edeceksin kendine. Musa aleyhisselamın ilk duasını hatırlatıp duracaksın aklına: “Rabbim! Göğsüme genişlik ver!” Bir peygamberin ilk duası bu olduğuna göre, diyeceksin, doğru olduğundan emin olduğun birşey söylüyorsan, ya sözü kasden çarpıtan ya sözü doğru anlama yeteneğinden kendisini mahrum etmiş olan insanların yüreğini daraltacağı durumlar yaşamak mukadder olsa gerek diyeceksin. Yine Kur’ân’da, Hâtemü’l-enbiya aleyhissalâtu vesselama, “Onların sözünün senin göğsünü daralttığını biliyoruz” buyurulduğu, defaatle “Sen o cahillerden yüz çevir” diye emredildiğini göreceksin. Sen yüzünü çevirsen de, onlar seni işaretlemeye devam edecekler ama... “İşte bu, bu adam var ya bu...”

Bedeller ödeyeceksin böylece. Sözün doğru anlaşılmayacak. Sözün yanlış anlaşılacak. Sözün çarpıtılacak. Niyetin sorgulanacak. Sofralarda ‘ölü kardeş eti’ servisi yapılacak. İftira servisinin dahi yapıldığı sofralar kurulacak. Kişiliğin teşrih masasına yatırılacak. Teşrihten teşhise geçecek kimileri. Ayıplar kelimeler ile elbet. ‘Hain’ de olabileceksin, ‘sapkın’ da, ‘nâmert’ de, ‘edepsiz’ de...

Sana ödetilen bedellerin, çoluğuna-çocuğuna, eşine-dostuna bakan tarafları dahi olacak üstelik. Birileri de, ‘seni okuduğu için’ damgalanacak.

Bir düşünceyi söze taşımak, yazmak veya konuşmak, böylesi bir ‘ibtilâ’ işte. Ama insanın, doğruyu başka türlü gördüğü halde doğru diye sunulan karşısında susma gibi daha büyük bir ‘ibtilâ’dan kurtulmak için yeğlediği...

Yazmak, böyle birşey işte... Konuşmak hâkeza. Kalbden dile, akıldan kaleme taşınan söz muktedirleri rahatsız ediyorsa, Musa aleyhisselamın duasını dilinden düşürmemenin vakti...

Her ne ise...

Başlığa baksanız, neler yazacaktım; bir girizgâha niyet etmişken, söz tâ nerelere geldi...

İyisi mi, başlık öylece kalsın; ama bu başlığın meramını bir sonraki yazıda ifadeye çalışalım.

  20.07.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut