*Bu sayfa, sitemize gelen, sitemizdeki ana sayfaların formatına denk düşmediği için bu sayfalarda değerlendirmediğimiz, ancak paylaşmaya değer bulduğumuz yazıların sunulduğu bir havuz olarak tasarlanmıştır.

 Tesir-i Hakîki– 3

“İzzet ve azamet ister ki ;
Sebepler, perdedar-ı dest-i kudret (kudretinin önünde perde)
Olsun aklın nazarında.
Tevhid ve celal de ister ki ;
Sebepler, çeksinler ellerini tesir-i hakikiden..”
Bediüzzaman


KADER CANİBİNDEN bakınca, her canlı su üstüne yazılmış bir yazı gibiydi. Böyle bir yazının en hafif tesiri bile, koca bir ömrü derinden etkilerdi..

Zerrelerden galaksilere kadar, her şeyin kader programını – insanın cüz’i iradesini rencide etmeden – yazmak ve yapmak.. İşte şu hakikatte; sonsuz bir ilmin, muazzam bir iradenin ucu görünüyordu. Kendi cüz’i irademizle işlediğimiz fiilleri, Cenab-ı Hakka ait neticeleri düşünmeden yapabiliyorduk. Yani; biz istiyorduk, O yapıyordu.. İstemenin dışında, en basit hareketimize bile, en küçük bir tasarrufumuz olmuyordu. Eğer zaman durdurularak bakılacak olsaydı; o anda şuur ve ihtiyar sahipleri adedince meyiller, cüz’i ihtiyarlar… ele alındıktan sonra yeni bir tablo şekillenecek, ve kudret kalemi bu yeni sayfayı yazmış olacaktı. Asırlık isteklerimizin karşılanması, Allah için su üstüne yazı yazmak kadar kolay bir işti.

Gözlediğimiz sebep-sonuç ilişkileri; evrende tesadüfün değil, tasarrufun hüküm sürdüğünü gösteriyordu. Çünkü her şey, her an hareket halindeydi ve durağan hiçbir şeye rastlayamıyorduk. Bütün bu olup bitenler, esasen hareketten başka da bir şey değildi. Oysa karar vermek durmaktı, durağan hale geçmekti. Son kararı zerreye terk etmek, zerrenin yok olması demekti. Her an hareket halinde olan, değişen ve dağılan sür-gitler şeklinde devam eden kaotik bir evrende son karar, ancak hareket etmeyen ve karar verme yetisine sahip bir iradeyle mümkün olabilirdi. O nedenle, bu muazzam hareketten yokluk değil, hayat fışkırıyordu. Her ne ki, hareket etmekteydi; hayattan şöyle veya böyle hissedar olmaktaydı. Zerrenin bile, kendine has bir hayatı vardı. Son karar, zerrenin olamazdı. Allah, küçücük bir zerreyi bile, koca kainatı yaratır gibi yaratıyordu. Sebeplerle sonuçlar arasındaki bu aşılamayan sonsuz yatay mesafeyi, hayat sahibi dikey bir iradenin kudret eli dolduruyordu. Böylelikle hayatta kalıyorduk..

Ayrıca evren, bir bütün halindeyken anlamlıydı. Bütünün içinden parçaları söküp aldıkça, sebeplere, mecburen sonuçlar üzerinde ‘tesirler verme’(!) çelişkisiyle baş başa kalıyorduk. Elimizde maddeden başka bir şey kalmayınca da, hayattan nasibimiz azalıyordu ve oluşan bu boşluğu, maddeye ilahlık(!) payeleri vermek zorunda kalarak kapatıyorduk..

Mesela insan, yekpare bir bütündü. Ama şöyle bir içini yarıp da incelediğimizde karşımıza; beyin, kalp, mide, kemikler, damarlar, kan, kanın içindeki hücreler, vs çıkıyordu. Peki, insan bunlardan hangisiydi?

Bir örnek:

Kemik kanserine yakalanmış bir hastanın bacağı, diz altından kesilmişti. Hasta, postoperatif (ameliyat sonrası) dönemde, kesilen bacağındaki ağrıdan şikayetçiydi. Ama, ameliyat yerinden şikayeti yoktu. Şu anda olmayan parmaklarının ağrıdığını söylüyordu. Tıp dilinde buna ‘fantom ağrı’ (hayalet ağrı) diyorduk. Demesine diyorduk da, bu, meseleyi halletmiyor, aksine olaya yeni bir boyut kazandırıyordu. Hasta, hayretle kesilen bacağına bakıyor ve olmayan parmaklarının nasıl olup da ağrıdığını soruyordu.

İkinci bir örnek:

Genç delikanlı, kolundaki parçalı kırık yüzünden ameliyata alınmıştı. Kol sinirine uygulanan blok anestezi sayesinde uyutulmadan ameliyat ediliyordu. Kolundaki parçalı kırık temizlenerek, yerine gerekirse platin bir çivi takılacaktı. Hasta, yapılan tüm bu işlemleri seyrediyordu. Daha önce, kolunu hiç bu haliyle görmemişti. Şaşkın ve ürkek bakıyordu. Ama ağrı ve sızısı yoktu. Kolunu hissedemiyordu. Seyrettiği kol, sanki kendi kolu değildi. Bir ara, kolunu oynatmayı denedi. Fakat hareket ettiremedi. “Acaba, ölünce de mi böyle olacak?” diye sordu doktora. O sırada doktor, ameliyat etmekte olduğu hastanın kader çizgilerinin izini sürmekle meşguldü.

Birinci hasta olmayan bacağındaki parmak ağrısından şikayetçiyken, ikinci hasta olan kolunu hissetmiyordu.

İnsanı maddeyle açıklamaya çalışmak, antika bir sanat eserine, demirciler çarşısında hurda fiyatı vermek gibiydi. Hayatın latif ve keskin olan tarafı, çoğu vakit maddenin kaydı altına girmiyordu, giremiyordu. Bunu duygularımızdan biliyorduk. Aynen şimşek çakması gibi bir şeydi ‘Kader’ ışığını, nurunu ‘Hayata’ veriveriyor, çok sonra madde canibinde sesi duyuluyordu…

Sebeplerle sonuçlar arasındaki bu ‘alem’de; her an ‘Kün’ den ‘İkra’ ya, bir dalgalanma ve titreşim sergileniyordu…

Doktor artık, ‘Her An Yaratılma’yı düşünüyordu…

  01.06.2002

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut