DEMİR, ÇOCUKLUĞUNDAN beri niye bu hastalık başkalarında veya herkeste değil de bende var diye içten içe sorar dururdu. Yıllarca sormuş sormuş, ama bir cevap bulamamıştı. Etrafta o kadar insan varken hastalığın neden başkalarında değil de kendisinde olduğunu bilmiyordu. Herhangi bir fikir de yürütemiyordu. Ama cevabını çözemediği o gerçek hayatıydı, hayatının ta kendisiydi.
En dayanılmazı buydu. Nedenini bilmediği, neden başkalarında değil de kendisinde olduğunu anlamadığı bir hastalığın her sonucunu iliklerine kadar hissetmenin anlamsızlığından bıkmıştı. Ne kadar bıkarsa bıksın aynı anlamsızlığı yaşamaya devam etmek zorunda olması ise, küskünlükle karışık bir kabullenişi getirmişti. Bu hastalıkla yaşayıp bu hastalıkla öleceğini kabullenmişti. Ancak bu kabulleniş ve teslim oluş, onu rahatlatan değil yıpratan, içine kapatan bir kabullenişti.
Yıllar böyle geçmişti. Hep acı içinde, anlamsızlık içinde. Kendi başına yemek yiyememek, konuşamamak, yürüyememek, yatağa başkaları tarafından yatırılmak zaten başlı başına bir utançtı. Başkalarına muhtaç olmak, onlardan eksik olmak çok korkunçtu. Bir de, o eksikliğin, yarımlığın neden başkalarında değil de kendisinde olduğunu bilmemek; anlamsızlık yumağı içinde yaşama devam etmek zorunda olmak vardı.
Hikmet Hanım’ın söyledikleri, eskiden beri acı veren bu anlamsızlığı çözmek istediği için Demir’e ilginç gelmişti. Evde aşçılık yapan yaşlı kadın, Demir’in hisleri ve düşünceleri hakkında garip şeyler söylemişti. Ona göre Demir, sağlıklı olmamanın ne demek olduğunu çok iyi bildiği için, sağlıklı olmanın kıymetini de çok iyi biliyordu. Sağlıklı insanların fark etmeden yaptıkları basit işler, Demir’in gözünde hiç de basit değildi.
Hikmet Hanım’ın tesbiti doğruydu. Herkesin her zaman yaptığı, yürümek, konuşmak, yemek yemek gibi işler Demir’in dünyasından bakınca inanılmaz şeyler halini alıyordu. Mesela yemek yemek.. Yemeği bir çatal-kaşık yardımıyla almak, kolunun çok basit bir hareketiyle çok az bir güç harcayarak yemeği ağzına götürmek ve koymak, diline hakim olarak yemeğin ağzından dışarı çıkmasını önlemek, sonra çene kaslarını çalıştırarak çiğnemek ve hiçbir acı duymadan boğaz kaslarını kullanarak yutmak…
Bu hayal, Demir için bir mucize kadar hayaldi. Normal insanların ise, hiç de olağanüstü bulmadıkları, fark etmedikleri bir şeydi. Fark etmedikleri için kıymetini de takdir edemiyorlardı. Ama Demir için durum çok farklıydı. O normal insanların hiç fark etmeden yaptığı her bir basit işin ne kadar manidar, ne kadar olağanüstü ne kadar müthiş olduğunu düşünüyordu. İşte Hikmet Hanım bu noktaya dikkat çekmişti.
Demir, sağlıklı insanların kolayca yapabildiği basit işlere, kendisinin olağanüstü bir değer verdiğini Hikmet Hanım sayesinde daha çok anlamıştı. Ancak o kadar değer veriyor da ne oluyordu, bilemiyordu. Değer vermek kendisine bir şey kazandırmıyordu ki… Veya bir şey kazanması mı gerekiyordu, onu da bilmiyordu..
Ama bilmek istiyordu. Anlayacağı bir şeyler varsa anlamak istiyordu. Hastalığının sayesinde anlayabileceği, ona özel olan bir şeyler varsa, onları bulmak istiyordu. Belki o zaman yıllardır çektiği anlamsızlıktan kurtulabilirdi. Belki o zaman biraz ferahlayabilirdi.
Düşünmek ve bir yerlere varmak, bir sonuca ulaşmak istiyordu ama nasıl yapacağını, ne düşünmesi gerektiğini hiç bilmiyordu. Yıllardır düşünüp düşünüp hiçbir sonuca ulaşamamak, hep aynı sonuçsuzluğa geri dönmek, düşünce dünyasını kısırlaştırmıştı.
Bu hastalık neden var? Neden bende var? Neden geçmiyor, neden geçmeyecek? Yaşadıklarım anlamsız mı, yoksa bir anlamı olabilir mi? Ben yemek yemenin değerini, yürümenin koşmanın kıymetini takdir ediyorum da ne oluyor? Konuşmanın, kendini rahatça ve zorlanmadan, yanlış anlaşılmadan ifade etmenin ne inanılmaz bir şey olduğunu biliyorum. Biliyorum da ne oluyor? Kimseyi rahatsız etmeden tuvalete gitmenin, kimseye muhtaç olmadan yatağa yatmanın ne olağanüstü bir şey olduğunun farkındayım. Farkındayım da, ne kazanıyorum? Yaşadıklarımın bir anlamı olabilir mi? Olabilir mi?
Demir, iki cepheden güneş alan apaydınlık odasında yalnız başına tekerlekli sandalyede oturuyordu. Uzun uzun düşünmüş, kendi kendine onlarca soru sormuştu. Ara sıra kafasını kaldırıp, karşısındaki aynaya bakıyordu. Herkesin yaptığı gibi saçına, yüzüne gözüne bakmıyordu. Hastalığına bakıyordu, kendisini ve vücudunu ne hale getirdiğine bakıyordu. Hastalığın,s kendisini herkesten ne kadar farklı yaptığına bakıyordu. Bu farklılığın bir anlamı yoksa, benim de bir anlamım yok diye düşündü.