Arşiv

• KOCAELİ’DE büyük bir fabrikada yangın başladı. TV kanalları, haberi alır almaz hızla yangın yerine koştu. Helikopter kiralayanları bile vardı. O akşam, haber bültenleri yangın yeri gibiydi.

• O sıralar, Üsküdar’da küçük bir ev de yandı. Onun haber değeri, gazetelerin iç sayfalarında iki satırlık bir yerden ibaretti.

• Aynı anda, meselâ İstanbul’da on milyona yakın ev ya da işyeri yanmadan durdu. Hafîz-i Rahîm, gaz kaçağından elektrik kaçağına, yaramaz bir çocuğun kibritle oynamasından imalat anında kimyevî maddelerin tutuşmasına.. kadar sayısız ‘yangın sebebi’ karşısında, milyonları korudu. Ama bunun hiçbir haber değeri yoktu.

• O esnada, Ayşe Hanım ocağı yakayım derken parmağının ucunu da yaktı. Bundan kocası bile haberdar olmadı.

• Aslında, Ayşe Hanım’ın yüreği nicedir yanıyordu. Hayatını Rabbinin rızasınca yaşamıyor; can sıkıntısıyla kıvranıyordu. Ama bundan kendisi bile haberdar değildi. Sıkıntısının, koltuk takımının henüz yenilenmemesinden kaynaklandığını sanıyordu.

• O sıralar, dünyanın yarısında, kış sebebiyle sobalar harıl harıl yanıyordu. Kaloriferler de. Bu iş için kullanılan kömür, petrol veya doğalgaz ise, Rabb-ı Rahîm tarafından tâ yüzlerce milyon yıl önceden depolanmıştı.

• Dünyanın öbür yarısında ise, sıcaktan yanan insanlar, her nasılsa, hem ‘serinlemek,’ hem de ‘güneşte yanmak’ için sahillere koşuyordu.

• Havalar ısınınca, çokları, “Sıcaktan yanıyorum” diyerek açılıp saçılmıştı. Oysa, çok daha sıcak olan çöllerde, insanlar sıcaktan örtünerek korunuyordu. Öyleyse, bu ‘sıcak’ bahsi, kalblerdeki fesadın mazereti olmasındı?

• Bir anne, hiddet edip çocuğunun yüzüne vurdu. Çocuğun canı yandı.

• Bir diğer anne, Resul-i Ekrem’in, ‘yüz’e dair o nefis uyarısını hatırladı. Yüz, Cemîl-i Zülcelâl’in nakşının en ziyade göze çarptığı yerdi; bunu bilmeli, bir uyarı gerekiyorsa bile, bu, hafifçe ve yumuşak yerlere vurarak yapılmalı idi. Yüze değil. Onun çocuğu da bir yaramazlık yapmıştı gerçi. Ama yüzüne vuramadı.

• Ufaklık ise, Resul-i Ekrem’in ‘âlemlere rahmet’ oluşunun bir cilvesinin şu an üzerinde tezahür ettiğinden habersizdi.

• O an, bir insan, bir sevdiğinden, umulmadık bir söz duydu. Yüreği yandı.

• Bir çocuk, dımtıs-dımtıslarla yol alan arabanın, güya şov yapayım derken, yavru kediyi ezdiğini gördü. Yüreği yangın yerine döndü.

• Bir gönül ehli, bu kadar olup bitenin içinde, insanların Rablerine giden bir yol, bir iz bulamadığını gördü. Onun yüreğindeki yangının ise, tarifi imkânsızdı.

• İki çocuk, mahallede çıkan, ama büyümeden söndürülen yangını izlemişti. İtfaiyeciler, dumanlar arasından iki küçük çocuğu çıkardılar. Anneleri, çocuklarım ölüyor diye bayılmıştı; şimdi, gelen ambulansta tedavi görüyordu. Seyirci ufaklıklardan erkek olanı, “Büyüyünce itfaiyeci olucam” dedi. Kız olanı ekledi: “Ben de hemşire olurum.”

• Bu sözlerdeki ‘şefkat’ sırrını, ne yazık ki, tek bir büyük farketti. Diğerleri dalgaya daldılar. “Başka meslek mi bulamadınız?”

• O sıra, Güneş, milyonlarca kilometre öteye uzanabilen alevleriyle, celâl ve cemâlin, kahr ve lûtfun eşsiz bir örneğini sergiliyordu.

• İki gönül dostu, günbatımında bu sırrı düşündüler. “Güneşin iki bariz özelliği var” dedi biri. “Ateş ve ışık.” Diğeri ekledi: “Bu dünyanın özelliği de aynı. Ateş ve ışık, burada beraberce hükmediyor. Galiba, öte tarafta, cennet ehlinin payına ışık, cehennem ehlinin payına ise ateş düşecek.”

• O sıralar, bir başka hakikat halkasında, ‘ateşin azabı’nın sırrı konuşuluyordu. ‘Ateş,’ yok ediciydi. Ateşin azabı, bu açıdan yokluğun ve hiçliğin acısını da ifade ediyor olmasındı?

• Bir başkası, bu soruya “Muhakkak” cevabını verdi. Bu anlamda âyetler vardı. Ama bildiğimiz ‘ateş’ de gerçekten var olmalıydı. Zira, yok olması istenen şeyler, ateşle yakılır ve yok edilirdi. Hakikatın mutlak tecelli yeri olan âhirette, Var Olanı yok sayan tüm hal, tavır ve sözler, ‘ateş’ ile yok edilecekti.

• O sıralar, bir başkası “Cehennem adem mahsulatını kavuruyor” satırlarını okuyordu.

• Hayret! “Cennet olmazsa, cehennem yakmazdı” hükmünü okuyanlar da vardı.

• Bir başkası ise, kısacık bir hikâyeyi okuyordu. Bir mü’min gence “Sen cehennemden korkuyorsun ha! Bana ateş vız gelir” diye sataşan bir deccal çarpığı vardı. Sigarasını yakmak için çakmak aranmış, bulamamıştı. Yan taraftaki bir yolcu, cebinden çıkardığı çakmağı adamın parmağına uzatmıştı. “Buyrun, yakın!” Adam sigarayı yakmak için başını parmağına doğru eğdiğinde ise, “Hayır” demişti adam. “Parmağınızı yakın. Ateş size vız geliyor ya!”

• Bu ‘küçük olaylar’ı yazan biri ise, bir de yakında anlamını düşündüğü bir hadisin dersini yazmak istiyordu. Hadis “Deccal’ın yanında su ve ateş bulunur. Onun ateş dediği su, su dediği ateştir” şeklinde idi; ama bu hadisin bir sırrını ayrıntısıyla yazacak yer kalmamıştı

• Tüm bunlar olup giderken, ateş, bir ‘memur-u ilahî’ olarak kâh beklemiş, kâh göreve gitmişti.

• Ve bazıları ateşin, bazıları ışığın peşindeydi.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut