Arşiv

 Bâtıl Secdeler

Hemen yanımda bulunan bir zâtın sünnet namazını farklı kılışı, cemaatin dikkatini çektiği gibi, benim de nazarımı ister istemez ona doğru çevirdi. Adam, çevresinde namaz kılan herkesin secde edişiyle birlikte, kendi de secde ediyordu. Secdede sağa sola bakınıyor; birisi secde mi ediyor, hemen ona uyarak secdeye varıyordu.


YİNE YORGUN bir günün sonunda, mesaimi bitirmiş, öylece evimin yolunu tutmuştum. “Lâilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh..” lâfz-ı celîlesinin tefekkür yoluyla zihnimi, zikir yoluyla da kalbimi gıdalandırarak beni mutmain ettiği manevî bir atmosferde yürüyordum.

Neden sonra, ikindi ezanının okunduğunu fark ederek, abdestimin olduğunu hatırladım; ve cemaatle ikindi namazını kılmaya karar verdim. Sünnete yetişememe tedirginliğiyle adımlarımı hızlandırarak camiye vardığımda ise, rahmetli babamın cenaze namazını kıldığımız avluda olduğumu fark edip, mahzun duygularla, musalla taşına baka baka avludan geçip camiye girdim. Ölümün soğukluğunu ve “Her nefis muhakkak ölümü tadıcıdır” hakikatini içimde hissederek tüm ölmüşlerimizin günahlarının affedilmesi niyazıyla namaza durdum.

O an, hemen yanımda bulunan bir zâtın sünnet namazını farklı kılışı, cemaatin dikkatini çektiği gibi, benim de nazarımı ister istemez ona doğru çevirdi. Adam, çevresinde namaz kılan herkesin secde edişiyle birlikte, kendi de secde ediyordu. Secdede sağa sola bakınıyor; birisi secde mi ediyor, hemen ona uyarak secdeye varıyordu. Tâ etrafında kimse secdede kalmayıncaya kadar, yaptığı bu iş sürüp gidiyordu.

“Herhalde mecnun biri” diye düşündüm. Öyle ya, başka kim kendi namazını bırakıp da çevresindeki insanların kıldığı namazı taklit etme pahasına namazın şartlarını terk ederdi ki?

Bu zât, dört rekat sünnet namazı boyunca, her rekatta belki on, belki de yirmi defa, sehiv secdesi yapar gibi, her secdeye varanla birlikte secde ediyordu. Birçok secdeden sonra, nihayet namazını bitirebildi. Müezzinin kâmet getirmesiyle birlikte, cemaatin yüzünden, “Bakalım farzda ne yapacak?” şeklindeki soran bakışlar okunuyordu.

Adam, herkes gibi saflardaki yerini alarak, imamın tekbiriyle birlikte namaza durdu. Fakat bu kez imamı taklit ediyordu. Örneğin, imamın öksürmesiyle birlikte, o da öksürüvermişti! Sanki etrafındakilere “Taklit ettiğim kişi, bu defa imam olacak” mesajını verir gibiydi. Göründüğü kadarıyla, farz namazın şartlarını ihlâl etmiyordu. Çünkü, bütün cemaat gibi o da imamın arkasında, onun komutlarına göre hareket ediyordu. Tüm cemaat gibi, birlik halinde namazını kılıyordu. Herkesle beraber secde ettiği için, o da her rekatta, namazın şartlarına uygun olarak, iki kez secde ediyordu. Neyse, selametle farz namazını bitirmeye muvaffak olmuştu.

Adamın kıldığı sünnet namazı, namazın şartlarına uygun değildi; ama farz namazı, en azından imama uyduğu ve cemaate tâbi olduğu için, sahihe benziyordu.

Namaz sonu tesbihatını yaptıktan sonra, camiden çıktım, eve doğru olan yolculuğuma devam ettim. Bir taraftan, “Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh...”in ruhumda açtırdığı iman-ı billah güllerini koklarken, diğer taraftan rahmetli babamı kabir berzahına uğurlayışımız ve tüm sevdiklerimle beraber akıbetimin ne olacağı muammasıyla boğuşup duruyordum. Camideki adamın namaz kılışı ise, tefekkür girdaplarıma apayrı bir ivme kazandırmıştı.

Adamın az önceki durumu, aslında, yaşantımızda sergilediğimiz mecnunluklar manzumesinin küçük bir örneğiydi. Hak zannederek secde ettiğimiz nice bâtılları nazarımıza sokar gibiydi. Bid’alara bulaşmışlığımızı, iman hakikatlarına ne kadar muhtaç olduğumuzu belgeliyordu. İnsanın, imama ve cemaate tâbi olduğu sürece, yükünün ve sorumluluğunun son derece azaldığını ne de güzel anlatıyordu! Taklit yoluyla bile olsa, cemaatle birlikte hareket edilen ânlarda, yanılma ve hataya düşerek bâtıla saplanma ihtimalini hiçe yakın dereceye kadar azaltıyordu. Mecnun bile olsa, bu mübarek ilticaya tâbi olarak, cemaatin şahs-ı manevîsinin nuruyla istikametini koruyabiliyordu.

Gerçekten asrın büyük alâmetlerle kıyametin müjdelendiği âhir zaman olduğu açıkça belliydi. İnsanların âhiretlerinin büyük tehditler altında olduğu şu zamanda, cemaatin şahs-ı manevîsinin nuruna yapışmak, bu debdebeli dünya hayatını en az hasarla noktalayabilmek, imanla kabre girebilmek için elzem görünüyordu.

İhlas eksenli bir hizmet anlayışıyla, iman hakikatlerinin inkişafına çalışmanın şu asrın belalarından korunabilmenin ilk şartı olduğu, Resul-i Ekrem (a.s.m.) tarafından sahih rivayetlerle ihtar edilmişti. Muhammed-i Arabî (a.s.m.), âhir zamanın peygamberiydi. Ve, ümmetini gelecek olan son dönemin tehlikelerine karşı mütemadiyen uyarıyordu. Âhir zamanın bireyleri olan ümmetini, bu çok ciddi tehlikelere karşı uyanık olmaya çağırıyordu. Onun için de, ümmetine sünnet-i seniyyesini miras bırakmıştı. Şu durumda, istikametini koruyabilmenin yegâne çaresi, Peygamberin sünnetine itaatten geçiyor olmalıydı. Sosyal yaşantımızdaki küçük ve önemsiz addedilen hal ve tavırlarda bile, Peygamberin sünnetine uygun bir davranış gayesi güdüldüğü takdirde, geçen her dakikanın ibadet hükmüne geçeceği bir âhir zamanın tam ortasında bulunuyorduk. Kâinatın sayılı dakikalarının kaldığı şu son dönemde, sünnete uygun yaşayanlara boşuna ‘yüz şehit’ sevabı vaad edilmemiş olsa gerekti. Kıyametin beklenir olduğu şu hengâmda, onun sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmanın ne kadar önemli ve değerli bir hayat tarzı olduğu âşikar biçimde ortadaydı.

Asrımızın belâ ve musibetlerinden, gaflet ve dalâletten kaynaklanan bid’a ve bâtıllardan korunabilmenin tek yolunun, iman eksenli bu müslüman dakikaların hayatımızı nurlandırmasıyla mümkün olabileceği ihtar ediliyordu. Yoksa, karanlık ve zulümatın bizi çepeçevre kuşatıvermesi kaçınılmaz bir sondu.

Rabbimize şükürler olsun ki, mecnun bir adamın ikindi namazında nazarıma verdiği ibret dersleri, iman hakikatlerine ve sünnet-i seniyyeye ne kadar muhtaç olduğumu veciz bir şekilde anlatıverdi. Kendi iç âlemimde nefsimin şeytanla elbirliği yaparak aleyhime kurdukları sinsi planlarla beni o mecnun adamcağızdan çok daha tehlikeli ve telafisi mümkün olmayan yollara sürüklemek için çabalayıp durduklarını, hikmetli alâmetlerle gösterdi. İman hakikatlerinin iç âlemimde takviye edilmesiyle birlikte kalbimin elde ettiği manevî elmas kılıçların bu sinsi planları nasıl tarumar ettiği, ve beni nasıl istikamette tutabildiği delilleriyle önüme serildi.

Nefisle yapılan mücadele, bunun için ‘cihadın büyüğü’ olmalıydı. Şeytanın “Muhakkak Senin hak yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım” tehdidinin* büyük bir cür’et ile uygulandığı zamanımızda, hak zannederek bâtıla saplanmadan ve bid’alara teveccüh etmeden yolumuzu sırat-ı müstakîm dahilinde tutabilmenin ilk ve en önemli şartı, iman hakikatlerinin kendi nefsimize ve tüm nefislere isbat yoluyla kabul ettirilmesinden geçiyordu. Çünkü nefisler son derece şımarmıştı. Ve onları kayıt altına alıp söz geçirebilmemiz, o derece güçleşmişti.

Kısacası, sırat-ı müstakîm yolunun dahilinde kalabilmenin yegâne sırrı, Resulullah’ın sünnetinin önderliğinde ve bekçiliğinde saklıydı. Onun uyarılarını devre dışı bıraktığımızda ise, farkında bile olmadan, sağımızda-solumuzda bulunan herkesin secdesine kapılıyorduk. Gaflet ve dalâlet kokan bir yaşayışla, her türlü imanî mecnunluğa, içtimâi yaşantımızdaki ikilem ve kaoslara düşüvermemiz, bizleri bekleyen en iyimser tehlikelerdi.


* bkz. A’raf, 7:16-17.


Hemen yanımda bulunan bir zâtın sünnet namazını farklı kılışı, cemaatin dikkatini çektiği gibi benim de nazarımı ister istemez ona doğru çevirdi. Adam, çevresinde namaz kılan herkesin secde edişiyle birlikte, kendi de secde ediyordu. Secdede sağa sola bakınıyor; birisi secde mi ediyor, hemen ona uyarak secdeye varıyordu.

Bu zât, birçok secdeden sonra, nihayet namazını bitirebildi. Müezzinin kâmet getirmesiyle birlikte, cemaatin yüzünden, “Bakalım farzda ne yapacak?” şeklindeki soran bakışlar okunuyordu. Neyse, farz namazı, en azından imama uyduğu ve cemaate tâbi olduğu için, sahihe benziyordu.

Adamın az önceki durumu, aslında, yaşantımızda sergilediğimiz mecnunluklar manzumesinin küçük bir örneğiydi. Sırat-ı müstakîm yolunun dahilinde kalabilmenin yegâne sırrı, Resulullah’ın sünnetinin önderliğinde ve bekçiliğinde saklıydı. Onun uyarılarını devre dışı bıraktığımızda ise, farkında bile olmadan, sağımızda-solumuzda bulunan herkesin secdesine kapılıyor, bâtıl secdelere kapanıyorduk.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut