Arşiv

 Kasta Kasdetmek

TERASTA OTURUYORUM şu an. Bizim evin terası. Her insanın evinde kâinata açılan bir ya da birkaç pencere vardır. Bense kendimi kısmetli diye tanımlayan biri olup; kâinata açılan bir terası olanlardanım. Özellikle Ramazan akşamları güneşin vedasını, kandilin merhabasını heyecan ve sabırsızlıkla beklediğim anlar... Bu güzel duyguları tatmama vesile olan şu yirmi metrekarelik yeri seviyorum.

Biraz önce duyduğum kuş sesi karşısında bazı kelimeler döküldü ağzımdan. 84 / ya 42 ya da 43. Yanımda bir olsa, muhtemel yüz ifadesi beni şaşırtmazdı. Benim dışımda herkes için, bu rakamlar anlamsızdı.

Bense ilk dinlediğimde büyülenmiştim. İçinde 90 taneden fazla hayvan efektinin olduğu bir diskti: Animals... Numarası da 84... Bir çalışma için kuş sesleri gerekiyordu. Bu diskte ben diyeyim 15, siz deyin 20 ayrı kuş efekti vardı. Aldığım notları hatırlıyorum. Sırasıyla; süper, melodik, çok iyi, çok zarif, mükemmel... Hepsi birbirinden farklıydı. Gerçekten çok farklı. O güne kadar kuşlar “öterdi” benim için. Ve güzel öterlerdi. Ama hiçbir zaman iki ayrı melodiyi hatırıma getirmezdi bu ötüşler. Kuşlar geneldi ve öterlerdi. Belki tek bir istisnası olabilirdi; o da karga...

O diskte arka arkaya hepsini dinledikten sonra, farkı farketmek, insanlığımı farkettirdi. Hepsi ayrı tonlarda ayrı melodilerle dillenmişler, bana birşeyler anlatıyorlardı... İnsana; kâinatın halifesine... O hali görmediğimi farketmek, söylenenleri duymamak, daha doğrusu kör ve sağır bir halife olduğumu kabul etmek ağır geldi. İçim burkuldu...

Şöyle biraz geriye uzandığımda, bu halimi hatırlatan bir Ege–Akdeniz gezisi vardı hayatımda... On günlük, otobüsle yapılan bir geziydi. Dersler ve sınavlar derken, yorulmuştum. Şimdi sırada kâinatla başbaşa kalmak vardı. Tefekkür vardı. Kast vardı. Bu zihniyetle bileti aldım, çıktım yola. Her yerde bir gün kaldık.

Neler görmedim ki... Besmelenin sırrına işaret eden koca kayaların üstündeki minik ağaçlar. İncecik kökleriyle kayayı parçalayıp üzerinde arz-ı endâm ediyorlar...

Her beldede denizin güzelliği ayrıydı. Mavinin bu kadar tonunu görmek... Her yeşil alan, hatta sahil şeridi boyunca yol kenarındaki çiçekler bile ayrıydı. Renkler ayrı, şekiller ayrı, o manzara ile olan bütünlükleri ayrı... Denizin mavisine karışmış yeşiller gördüm; sazlıkların üstünde masmavi kuşlar...Ama iki aynıyı aynı anda ya da ayrı anda gördüğüm olmadı. Herşey çok güzeldi ve hiçbiri bir diğerine benzemiyordu...

İlk kez bir pamuk tarlası gördüğümde, herkes bunu görmeli deyip sahibinden bir dal istedim. Her gün kullandığım pamuktu bu; ve şu an ellerini bana doğru uzatmış patlayan kozasından kendini sunuyordu. Herkes görmeliydi. Bu istekle torbalar doldu. Kozalak cinslerinin küçük, daha küçük, hatta bilyeden küçüklerini topladım. Sıra dikenlere geldiğinde yolcuların arasından gelen “Bu kadar da olmaz” fısıltıları arttı. Bense aldırmadan “Biraz baksalar sanatına hayran kalırlar. Biraz dikkat etseler...” dedim.

Ardından duyduğum bir cümle bugünlere kadar benimle gelip, şu yazıya beşiklik etti. “Yavrum, İstanbul’da bunlardan çok var.” İyi niyetine teşekkür edip, “Hiç görmedik, ama belki vardır” diye düşündüm. Anlaşıldığı üzere, bu ifade daha çok “Hayır, yoktur” vurgusu taşıyordu.

Bir ay sonra fakülte açıldı. Her gün yürüdüğüm ikiyüz metrelik yolda ilerliyordum. Baktım, durdum, ve kaldım. Sanatlı bulduğum, sevdiğim, beğendiğim, tüm dikenler inat edercesine arka arkaya sıralanmıştı sanki. Halime güldüm. Tam 800 km uzakta tanıdığım bu dikenli dostlar, yıllarca bir arpa boyu kadar yakınmış bana. Buna rağmen dört yıl boyunca ben onlara dere-tepe kadar uzakmışım.

İki ayrı yerde de gördüğüm, aynı özelliğe sahip benzer dikenlerdi. Biri için kilometreleri ve alayı göze alan ben, bir diğerini yıllarca pas geçmiştim. Peki, fark neredeydi...

Geziye çıkış sebebimi hatırladım. Amacım vardı. Görmek, duymak ve düşünmek üzere yoldaydım. Atılan her adımda, söylenen çoğu şeyde, bakılan çoğu yerde, hedef vardı, amaç vardı, kast vardı. En azından böyle olması için sıkı bir niyet vardı.

Okul yoluysa düz giderdi, ancak okula giderdi. Çevredeki mahlukât bana ne derdi, bilmiyorum; en azından derdim değildi. Oysa onların varedilmelerinde, orada bulunmalarında bir kasıt vardı. Ben de o kastı anlamak üzere kasıtla bakmalıydım.

Tüm mahlukat; terasa gelen küçük kuş da, misketvari kozalaklar da, devedikenleri de kendilerini göstermek, seslerini duyurmak çabasındaydılar. Onun için vardılar.

Gözlerim bakmak ve görmek, kulağım duymak ve işitmek için vardı. Hepsinin vazifesi vardı; hepsi bir kasıtla vardı. Ve ben, sebeplerin sultanı insan, bakmayı ve duymayı istemek için buradaydım. Tüm kâinat seyrangâh ve tenezzühgâhtı. Herşey kasıtla vardı—ben de öyle... Yapmam gereken tek şey kasıtla bakmaktı.

Gözümüzün ve kulağımızın hakiki vazifesini yapacağı günleri ve anları arttırmak için, kasıtla yaşamaya kastetmek gerekiyordu.

Varlığım, ancak o zaman anlamlıydı...

  15.05.2004

© 2021 karakalem.net, Sevde Sevan Uşak




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut