Arşiv

 Asıl Savaş İçimizde

Saldırganlığın kökenlerini “dış dünya”da bir yerlerde arama

alışkanlığından sıyrılıp bir de içimize bakalım dedik…



GEÇENLERDE SEYRETTİĞİM bir kovboy filminde, sürekli ölüm, kan ve dehşet vardı. Beyazlar kızılderililerle, kızılderililer kızılderililerle, beyazlar beyazlarla sonu gözükmeyen bir hır-güre dalmışlardı. Filmin hareketli olmasını, ölen adam sayısına, dökülen kana, yıkılan-yanan evlere bağlarsak, bir hayli hareketliydi. Filmin konusunu —kovboy filmlerine âşina olan bizler için— tahmin etmek hiç de zor değil, ama yine de ayrıntısıyla anlatayım:

Beyazlar, kızılderililerin yaşadığı bölgelerde altın bulurlar ve bu topraklar, gittikçe artan sayıda, gözünü hırs bürümüş, silahlı ve heyecanlı insanların istilâsına uğrar. Av sahalarının ve topraklarının muhterislerce işgali ise, kızılderili gururuna darbe indirmişti. Bu, onlar için kabulü imkânsız bir gelişmedir. Birbirlerini tanımayan bu iki ayrı tür insan için, oraların ‘kanun’una göre, arayı bulacak tek yol vardır: Bir tarafın öleceği, diğer tarafın sağ kalacağı, hiç de akıl kârı olmayan bir yarış. Herkes kayıtsızca o yolu denemekten kaçınmaz. Orta bir yol ise, her iki tarafın da işine gelmiyordur.

Diğer taraftan beyazlar kendi içlerinde çatışma halindedir. Herkes silahlıdır ve herkes patlamaya hazır bir bomba gibidir. Yine oraların ‘kanun’una göre, müsamahanın zerresi bile, kimsenin göstermeyi aklına bile getiremeyeceği derecede ayıplanan şeyler arasındadır. Muhtemelen bu sebepten, herkes sert, acımasız, güçlü, nişancı, cesur rolünü oynamak zorundadır. Haklı da, haksız da olsalar, tepkileri hep birbirinin benzeri tepkilerdir: Kaba kuvvete dayalı, pervasız ve acımasız…

Bir de farklı kabilelerden kızılderililer vardır. Birinin insan sayısı diğerine nazaran daha azdır, berikinin ise savaşçı sayısı fazladır. Savaşçısı daha fazla olanlar, diğer grubun topraklarını kendi avlanma bölgelerine iltihak etmek uğruna bir kabileyi telef eder.

Film böyle hır-gür, itiş-kakış, kavga-gürültü devam ederken, haklı olanın kim olduğunu, ihtilaf konularının çözümünde uygulanabilir diğer alternatifleri, ben olsam nasıl davranabileceğimi.. düşündüm; işin içinden çıkamadım. Ben oralara ait değildim; oralara özgü meselelere ve çözüm tarzlarına olan yabancılığımdan dolayı da, ekrandaki her olaya olumlu bir cevap aramanın anlamsız olduğu sonucuna vardım. Ama bir kıyas yapmadan da edemedim. “Acaba” dedim, “günümüzde, şu şehirde benzer bir olay olsa, insanlar nasıl çözerler?”

Tanıdık çevreme uygun olan cevap bir kefede, filmdeki çözüm tarzı diğer kefedeydi. İşin içinden yine çıkamadım.

* * *

İlgimi çeken, Amerikan tarihindeki toprak kavgaları, altın arayıcıları, banka soygunları, güneyliler-kuzeyliler, kızılderililer değildi. Söz konusu topraklarda, bir zaman kesitinde yaşamış bazı insanlar vardı; tabancalarını asmaya ve kurşunlarını yerleştirmeye yarayan kemerleri, mahmuzları, atları, kementleri ve serkeş bir hayatları vardı. ‘At, tabanca, kurşun’ âdeta vücutlarının ayrılmaz bir parçası gibiydi. Hayat tarzları öyleydi ki, o parçaları yitiren, hayat hakkını yitirmiş sayılabiliyordu. Çünkü yerleşik anlayış, silahını hızlı çeken, madenî parayı ortasından vuran, atını çok iyi kullanan, demir gibi yumruk atan insanların, kendi benzerlerini —rakiplerini— altetmesiyle hayatiyetini sürdürebileceğini öngörüyordu. Yani güçlü olan kazançlı çıkıyor, zayıflar ise zaaflarını görünmez kılmak ya da güçlü olmak için çaba sarfediyorlardı. Kuvvetin bu derece ödüllendirildiği, dahası şart koşulduğu bir anlayış, “yenilmez”, “hatasız”, “korkusuz”, “güçlü”, “iyi”, “cesur” gibi vasıfları hedef gösterirken, sayısız zulümleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri ise zayıflara verilen bir ceza olarak meşrulaştırıyordu. Bu yüzden “kuvvet”in öngördüğü vasıfları yüklenen bir haydut kovboy, kendi başına buyruk, kanun tanımaz, kendi hakkından başka hak bilmez birisi olarak “hayat hakkı tanıma”, “yaşamasına izin verip-vermeme” gibi bir yetkiyi de üstleniyordu.

Sonuçta, bu, ‘kovboy tavrı’nın zihnimdeki izdüşümü, keyfî bir “terminatör”e denk düşüyor.

* * *

Bu filmi seyredip, kovboylara ve kovboyculuğa içerlediğim günlerde, bir sohbet arasında —o an için nazarımdan kaçan, daha sonra dikkate değer bulduğum— ufak bir anekdot yer almıştı. Şahsî dünyasında artık Brezilya türü filmleri seyretmekten vazgeçen birisinin ilginç bir gerekçesi vardı. Diyordu ki: “Hemen tüm diyaloglar bağırmalı-çağırmalı. En ufak birşeyde dahi bağırarak, kızarak, belki de nefret duyarak tepki veriyorlar. Her seyredişimde ruhum daralıyor…”

Bu ufak serzenişi hatırlamama sebep olan ise, tatlı ve uyumlu kişiliğiyle içimde yer edinen âhiret yoldaşımın anlattıklarıydı. Kaldığı yurtta, insanlar problemlerini yüksek bir ses tonuyla ve hep uzlaşmazlığa varan tartışmalarla çözümsüz hale getiriyorlardı. Bulundukları ortam bu yüzden birbirinin kuyusunu amansızca kazma yarışının yapıldığı bir yere dönmüş; bağırmalar, hakaretler, yüz ve el ifadeleri birer saldırı halini almıştı.

Bunu dinledikten sonra, safça, bu ortamdaki insanların şiddete başvurup başvurmadıklarını sordum. Birbirlerine saldırıyorlar mıydı? Yani fizikî saldırganlık aşamasına geliniyor muydu? “Hayır”dı; gelinmiyordu. O an birbirlerini yumruklamadıktan, bıçaklamadıktan ya da ne bileyim yaralayıp öldürmedikten sonra, yaptıkları çok da önemli değil gibi bir hisse kapıldım. İçin için “Ne de olsa bir saldırganlık yok” diye düşündüm.

* * *

Çünkü iç dünyadaki yerleşik tabloda, saldırganlığın resmi şöyle çizilmişti: Birbirine rakip insanlar, ellerinde yaralayıcı, tahrip edici, hatta öldürücü silahlarla birbirlerine saldırırlar.. yaralanma, kan dökülmesi ya da ölümler olur. Saldırganlık yalnızca böyle bir tabloya hasredilince, insanların birbirlerine bağırıp-çağırmaları, aşağılamaları, hatta küfretmeleri bu tablonun dışında, basit “stres atma”lar şeklinde meşru kalabilir.

* * *

Sözünü ettiğim kovboy filmi sonrasında, kendimin ve insanların ‘problemlerini çözme tarzları’na karşı duyduğum yoğun ilgi, benzer türden olaylarda, esasen tavır olarak pek farklı davranamadığımızı hatırlattı. Çoğu kez, sadece görüntü değişiyordu. Gündelik hayatımda sarf-ı nazar ettiğim kimi davranışlar, sözler, dokundurmalar, ima ettiği anlamlar bakımından “kovboy tarzı” ile hiç de farklı değildi. Silahlı bir insanın etrafına terör estirmesi; kendini dünyanın hakimi sanan birisinin bir başkasını aşağılama, ve onun yaratılıştan gelen haklarını tehdit etme yetkisini kendisinde görmesi kadar; ufak bir eleştiri karşısında, kümesine tecavüz edilmiş bir horoz gibi diklenen birisinin seçtiği ifade ve davranışlar da marazî bir çizginin noktaları gibiydi. “Gizli kovboyculuk” diye adlandırdığım anlayış ve davranış tarzının, böylece günümüzde farklı “versiyon”larda devam ettiğini düşündüm. Dahası, bunun, Hâbil-Kâbil olayına dayanacak kadar, dünyanın en eski marazî işlerinden biri olduğu kanaatine vardım.

Bu “gizli kovboyculuk”a bir tanım da getirdim: “Kendisini dünyanın hâkimi, insanların efendisi, ‘şey’lerin hükmedicisi sanan; herşeyin merkezine kendisini oturttuğundan dolayı, kendi yargılarını referans edinen; olayların kendi dünya görüşüne uymasını şiddetle ve hırsla talep edip, bunu sağlamaya çalışan; kendi değer yargılarına uymayanı acımasızca ortadan kaldırma yetkisini umursamazcasına kendinde bulan; bir anlamda kendine ‘tapan’, kendini seven, kendisini sevmeyenden nefret eden; kendisini hatasız bulup, hatasının su yüzüne çıkmasına tahammül edemeyen; eleştiren ama eleştirilmekten kesinlikle haz duymayan; kendisinden başka otorite tanımayan…”

* * *

Bu tanımın, ayrıntısına indikçe, insanı dehşete düşüren bir yanı var: “hayat sahanlığımız”da iç içe yaşadığımız birçok insan; —bu arada kendimiz— zaman zaman bu anlamda “gizli bir kovboy” gibiyiz.Gizli kovboyculuk böyle tanımlandığında, onun yok etme araçları veya silahları değişken olabiliyor. İlkçağlarda bu tür insanların silahları, edindikleri taş ya da tahtalardı. Sonraki çağlarda mızraklar, oklar, kılıçlar oldu. Ateşli silahlar geliştikçe, tabanca, tüfek oldu. Günümüzde ise insanlar ne tabancalı, ne de mızraklı. Bir işi olan, gazete okuyup televizyon seyreden, takım tutan, yiyip-içen, koltuğunda oturan, bir-örneğe yakın “doğal” insanlar var. Ve, yok etmeye hazır bir saldırgan için artık illâ ki madenî silahlar gerekmiyor. Genellikle yıkıcı saldırganlık elle tutulur gözle görülür bir silahla özdeşleştirildiği için, yine silah işlevini gören sözler, davranışlar, tavırlar, bir masumiyet maskesiyle olağanlık kazanıyor. Meselâ eli silahlı kovboyların, baltalı kızılderililerin problem çözme tavırları, çoğu insana “yıkıcı saldırganlık”ın örneği olarak rahatlıkla görülebilir. Ama, artık silahı belinde görülmeyen “gizli kovboylar”ın en az beldeki kadar tehlikeli silahları var. Yıkıcı saldırganlığı bir kıyım harekâtı olarak anlarsak, kovboy filmlerinin olağan görüntüsünün hâlâ geçerlilik kazandığını, ama üslub değişikliğine uğradığını söyleyebiliriz. Demeye getiriyorum ki, silahıyla bir insanı haksızca katleden bir kovboy ile, bağırıp-çağırmayı itiyad edinen, seçtiği kelimeler hiç de olumlu anlam taşımayan, yıkıcı veya ısırıcı bir üslûbu tarz edinen insan arasında, içerik bakımından farklılık yok. Her ikisi de hayattar birşeyin hayatını söndürmeye yönelik bir tavır sergiliyor. Bu yüzden “farklı olanlara hazımsızlık” olarak anladığım yıkıcı saldırganlık “gizli kovboyculuk” halinde içimizde devam ediyor; bazan gergin, müsamahasız, saldırgan tavır ve fiillerle, bazan yüz ifadelerinde ya da ses tonlarında, bazan bilinen bir sataşmayla, sami-mî bir sohbette aralara serpiştirilen ısırıcı kelimelerle, bazan da şiddet içeren el şakaları şeklinde.

* * *

Sanırım genellikle yadırgadığımız şey, başkalarının şiddete ve saldırganlığa başvurması. Kendi tarafımızda saydığımız insanların ya da bizzat kendimizin maruz kaldığı saldırganlıklar kabullenebileceğimiz cinsten şeyler değil; ama karşılığında aynı yola başvurmayı pekâlâ uygun görebiliyoruz. Bir Filistinlinin kolunu kıran yahudi askerini görüp, ayrım yapmadan tüm yahudilere benzer şeyler uygulanmasını; müslüman Boşnakları katledenlere karşı, tüm Sırplardan intikam alınmasını önermek yahut Irak’ı bombalayan, Sırpların katliamına göz yuman ABD’in sellere maruz kalmasına sevinmek gibi hâlet-i ruhiyeler aslında saldırganlığın yanlışlığını değil, ‘bizim tarafa’ karşı yapılmasını hazmedemeyen bir anlayışı haber veriyor. Biraz daha yakınımızda olan bir başka örnekle bazı ipuçları edinebiliriz: hakkımıza tecavüz eden birisini uyanık vicdanlara şikayet edip, başkasının hakkına tecavüz etmemizi meşrû göstermeye çabalamak; kendimize bağrılmasından hoşlanmayıp, karşımızdakilere bağırıp çağırmak; eleştirilmekten haz duymayıp, başkalarını eleştirmek; kendi düşündüklerimizi mahz-ı hakk görüp, başka görüşlere karşı bâtıl imasıyla yaklaşmak.. gibi, çoğu zaman farkına varmaksızın yaşadığımız gündelik davranışlar, saldırganlığın ve şiddetin dışımızda bir yerlerde değil, ta içimizde olduğunu gösteriyor. Yani saldırganlığı bir ‘toplumsal olay’ olarak anlamaya çalışıp birtakım insanlara atıflar yapmak yerine, ferdî olarak anlamaya çalışmak, saldırganlığın mahiyetini anlama bakımından daha elverişli görünüyor.

* * *

Tüm hayatını “müsbet hareket” üzerine kuran Üstadın, “müsbet hareket”in mânâsını hissettiğim bir risalesinde, “nifak, şikak, kin, adâvet” gibi, içinde şiddeti de barındıran saldırganlıkların sebebi olarak, “tarafgirlik, inad ve hased”den bahsettiğini okumuştum. İlk anda dikkatimi çeken, saldırganlık gibi zahirî davranışların, gizli bir yerden tahrik ve teşvik olunduğuydu. Yaşadığım âlemde elle tutulur, gözle görülür, bir şey olarak “tarafgirlik” yoktu. “Kendi varlığımla” anlam kazanan tariflerim vardı; düşünce, kabulleniş veya inanışlarımı kendimle tarif ederek, kendime malederek “bana uyanlar ve uymayanlar” sınıflandırması yapmıştım. Düşündüklerim ve kabullendiklerim güzeldiler, iyiydiler, hatasız, kusursuzdular, övülmeye layıktılar. Böyle bir vücut sahibiydim ve tercihlerime de bir vücut giydiriyordum; sonra da bunlardan taraf olup çizgi dışında kalanları düşman addediyordum. Öncelikle kendimden taraftım —ki sanırım tarafgirlik; “başka”larına yandaş olmak değil, kendimizden taraf olmaktır. Ve sonra da “Bana uyanlar, benden” deyip, uymayanları düşman ilan ediyordum. Bunun için “bana muzır gelen” ve “benim hoşuma gitmeyen” sıfatların, sıfat sahibiyle beraber yok olmasına, batmasına çalışıyordum.

Okuduğum yerde geçen “hâne-i maneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs” cümlesi özellikle şiddet içerikli saldırgan söz ve fiillere işaret ediyordu. Birçok sıfatlarla, duygularla, kabiliyetlerle donatılmış bir insan manevî bir hane gibiydi; kimi sıfatlar pencere, kimi sıfatlar çatı, kimisi duvarı oluşturan tuğla, kimisi binayı ayakta tutan kiriş vazifesi görüyordu. Haneyi oluşturan, ayakta tutan ve evi ev yapan, birbirinden çok farklı, irili-ufaklı, değişik işlere yarayan —ama haneye şekil kazandıran, bir işe yarayan— unsurların birbirleriyle uyum içinde olmasıydı. Her hanenin farklı bir mimarî anlayışla yapıldığı, pencerelerinin tarz ve büyüklüğünün değişken olduğu, oda sayısının ve büyüklüğünün farklı olduğu; kirişlerin, çatının, birbirine benzemediği evler topluluğu içinde, yalnızca kendi mimarî tarzıma taraf olup, diğer mimarî tarzlara karşı düşman kesilirsem, onların kirişlerini yıkma, camını kırma, çatısını indirme anlamına gelen ısırıcı kelimeler kullanırdım. Aşağılayıp, istihza ederdim. Kırmaya, gücendirmeye yönelik davranışlar gösterirdim. Bu zalimâne tavrın özeti, kendi mimarî tarzıma uygun olmayan “diğerlerini” kendime benzetmek, olmazsa yıkmak arzusudur.

Bu, kendi kabullenişlerine taraf olup, “dışarıdaki” herşeye karşı yabancılaşmayı getiren bir anlayıştır. Böylece “dış dünya”da hareket halindeki gerçeklerin yerine, kendi “iç dünya”sını, kişiliğini öne koyar in-san. Sahip olduğu şeylerin olağanüstü güzel olduğuna inanıp, bir anlamda kendine âşık olan bir insan, hemcinsleri içinde yalnızken, denizlerin, martıların, ağaçların, çiçeklerin, bulutların.. olduğu bir dünyada da yalnız kalır. Yabancılaşma, esasen âlemine karşı yabancılaşmadır. Bu yüzden, herhangi bir mevcuda olan ilgi, mevcudun mânâsına, mevcudiyetine yönelik bir ilgi değil, o an için tarafgirlik duyduğu hislerini doyurmak içindir. Çiçeği yerinden koparıp işi bittiğinde umursamazca bir tarafa atmak, kullandığı eşyaları işleri bitince bir kenara fırlatmak, çayını karıştırdığı kaşığı, işi bittikten sonra şurada burada süründürmek.. gibi ufak hadiseler, aslında mevcutların varlığına yönelik yabancılaşmayla ilgili önemli hadiselerdir. Davranışlara yön veren değerler, tamamen kendi dışındakiler üzerinde hâkimiyet kurmaya ve dışardakileri isteklerinin çaresiz uygulayıcıları gibi görmeye ayarlıdır. Bu yüzden bir “hane” olan tüm mevcutlar, bu nazarın gözüyle tahrip edilmeye layık, değersiz, anlamsız, hatta düşman varlıklar halini alır.

* * *

Yabancılaşma, saldırganlık ve şiddet, kısaca mevcut olan herşeyin değerini kayba uğratan bir gözlük gibidir. Bu gözlüğün berisinden dışarıya doğru bakan kişi, gözlüğün gösterdiğine bağımlıdır. Dünya, gücün hâkimiyet kurduğu, kuvvetin herşeye egemen olmanın basamağı olduğu bir yerdir. Dünya üzerindekiler ise, değersiz, anlamsız, altedilmesi gereken rakiplerdir. Aynı gözlükle kendine bakınca, kendini mükemmel, güzel, hatasız, övgüye lâyık, istediğini gerçekleştirmek namına özgür, herşeyin üzerinde —bir anlamda ilâhlaşmış— biri olarak görür.

Halbuki birşeyleri tanımak ve anlamak için, kendi kendimize taktığımız bir gözlük değil, kendimize “verilmiş” bir göz yeterlidir.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Muhammed Nur Anbarlı




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut