Arşiv

 Ölmek mi Zor? Olmak mı Zor?

Gözlerimizin seyrinden yorulmadığı, ruhumuzun zevk aldığı, nice ince duygularımızın tatmin bulduğu koca kâinat kendimizce sınırladığımız hayatta yerini bulsa, onunla bir olsa acaba yeni bir hayatın kapısını tıklatmış olur muyuz?


HAVALARIN EN güzel günlerini yaşadığı dönemde, gelecek endişesini yaşayan gençler de tam tersine en sıkıntılı günlerini geçiriyorlar. Onlar için geleceğin belirleyicisi olan üniversite sınavı yaklaşıyor çünkü. Son gözden geçirişler, son sınav denemeleri, son ezberler derken, güzelim baharın sergisi farkedilmiyor. Çiçeklenen ağaçlar, ötüşen kuşlar, yeşillenen çimenler görülmüyor bile. Görülse de, “daha önemli işler var” dercesine, omuz silkilip geçiliyor.

Daha önemli işler... Neler mi? İyi bir işe başlamak, mutlu bir yuva kurmak, kaliteli arkadaşlıklar yürütmek ve tüm bunların beraberliğinde varlıklı, gösterişli, konforlu bir geleceğe var gücüyle hazırlanmak. Tabiî bunca işi becermenin yolu da, iyi bir fakülteye kapağı atabilmekten geçiyor. Böyle düşününce, elbette ne baharın tadı kalıyor, ne gelip geçen mevsimlerin. Kalblerin bir köşesinde sadece ertelenen bahar zevkleri bulunuyor. Ama böylesi yüklü bir program arasında bahar zevklerini yaşamaya ne zaman fırsat bulunur, bilinmez.

Bahar sadece bir örnek. Bahar-misal ne lezzetler, ne güzellikler var ki, bu telâşede onlara da yer olmaz, bulunmaz.

Peki ya, bu çalışmanın, yorulmanın içinde hiçbir lezzet, hiçbir güzellik yok mu? İnsanlar, bunca pırıl pırıl genç, sıkıntılar, elemler içinde mi çalışıyor? Evet. Sanırım bu sorulara verilebilecek bir cevap bu. Yüklü çalışma planı içinde ancak gelecek, ulaşılacak zevkler, lezzetler var. Bir başka deyişle hayal edilen, hülyası kurulanlar. Üstelik onlara ulaşılacağının da garantisi yok. Hayat denen yolculuğun ne kadar süreceği, yolun neresinde bir çukura düşüp kalacağımız belli değil. Uzun sürecek olsa da, yolculuk olduktan sonra biteceği bilinen bir zevkin müptelâsı olmak pek akıllıca görünmüyor. Üstelik beklenen lezzetleri acılaştırıyor, yok ediyor. “Ol ve öl” üzere yaşamak, insaniyetimize yakışmıyor. Elem veriyor.

Ya bahar ve onunla gelen güzellikler; başka başka sergilerini gözlerimiz önüne düzen kış, yaz ve sonbahar; göğü ay ve yıldızlarla donatan gece; güneşli ve bulutlu gündüz... Kısacası gözlerimizin seyrinden yorulmadığı, ruhumuzun zevk aldığı, nice ince duygularımızın tatmin bulduğu koca kâinat kendimizce sınırladığımız hayatta yerini bulsa, onunla bir olsa acaba yeni bir hayatın kapısını tıklatmış olur muyuz?

Sabahları erken kalkıp perdemizi hafifçe aralasak ve gözlerimiz günün ilk ışıklarıyla kavuşsa, mümkün olsa camı açsak veya balkona çıksak, tenimiz sabah esintisiyle buluşsa, kahvaltı sofrasının çeşitlerini bir sergideymişçesine izleyebilsek. Yine erkenden evden çıksak ve okula gitsek, ama etrafta düzülmüş mevsim sergilerinden haberdar olarak. Arkadaşlarla ilişkilerimiz ne kadar da mükemmel yaratıklar olduğumuzun şuuru ile olsa. Derslere kapasitemizin harikulâdeliğine, olağanüstülüğüne, kavrayışımızın, okumamızın, yazmamızın, görüşümüzün nasıl geliştiğine hayran olarak çalışsak, konulara ne kadar mükemmel bir düzen içinde bulunduğumuzun hayretiyle muhatap olabilsek. Gece bir başka güzellikler yumağı olabilse gözümüzde.

Böylesi bir bakışla, kâinatta gelişen her bir olay karşısında kâh sevinip, kâh üzüntü duyarak, yaşayacağız. Dışımızda olup bitenleri içimizde hissedeceğiz. Dış ve iç bir olacak, beraber olacak. Kâinat ve biz bir bütün oluşturacağız.

Pencere önündeki bir mor menekşenin tomurcuklarından çiçek verişine sevindiğimiz kadar, bir zaman sonra o güzelim çiçeklerin solup gidişine üzüleceğiz meselâ. Veya yakın bir arkadaşın uzaklara gidişi ile kederleneceğiz. Yahut, günün aydınlığının yerini akşamın alacakaranlığına bırakması ölüm düşüncesiyle hüzünlendirecek bizi.

Böylesi sevinçler ve üzüntüler, mutluluklar ve hüzünler arasında yaşanan gel-gitler zaman zaman derin düşüncelere sürükleyecek, bu karışık işlere bir anlam bulmak zorunda bırakacak. Böylece çiçek kendi güzelliğinin sahibi olmadığını anlatıyor olacak. Arkadaşımız, hayatını kendince tanzim edemediğini, elinde olmayan sebeplerle ayrılmak durumunda bulunmakla anlatıyor olacak. Günlerdir üzerinde çalışıp durduğumuz halde, bir türlü anlayamadığımız konular, daha önce çalışıp da anladıklarımızı kendimize mal edemeyeceğimiz gerçeğine ayna tutuyor olacak. Onca çalışıp didindikten sonra ulaştığımız yerlerden veya düşlediğimiz hedeflerin yolundan hiç itiraz etmeden ayrılıyor oluşumuz, asıl hedefin, ulaşılması gerekenin bizim kafamızdakiler olmaması gerektiğini düşündürecek. (Belki çalışıp didinip anlayamadığımız bir konunun sıkıntısı kaplayacak yüreğimizi.)

Böylece, çiçek ona güzelliği veren bir Güzeli; arkadaşımız hayatını idare eden bir Müdebbir ve Rabbi; anlayamadığımız konular anladıklarımızı anlatan bir Fettah’ı; ölüyor oluşumuz bize hayatı ve ölümü de veren bir Muhyi ve Mümit’i tanıtacak, varlığını bildirecek. Bizim ve kâinattaki her bir varlığın üzerinde görünenler bir Güneşin ışıklarının farklı tonlardaki yansımaları olacak. Ne biz, ne de bizim dışımızdakiler, kendimize ait bir şeye sahibiz diyemeyeceğiz, üzerimizde görünenleri sahiplenemeyeceğiz. Daha önceleri kendimizin sandıklarımızı ata ata küçülerek tâ sıfıra ulaşacağız. Sıfır olacağız, yani hiç; yani öleceğiz; yani yeni bir hayata doğacağız.

Yeni bir hayat, yeni bir anlayış, yeni bir yaşayış demek. Dışarıdan bakıldığında belki çok şey değişmiş görünmez. Asıl değişim içimizdedir. Çok derinlerde bir yerlerde. Hayatı algılayışımız değişmiştir, kavramlarımız, tanımlarımız değişmiştir.

Önceleri ardından koşup durduğumuz, hülyasıyla yaşadığımız, tek hedef edindiğimiz üniversite artık amaç olmaktan çıkmıştır. Daha iyi bir hayat, bol paralı, sefahat ve pahalı zevklerin kaynaştığı bir yaşam değildir artık.Başarı da bunları edinmiş olmakla eşanlamlı düşünülemez.

Yine çalışılır, üstelik tempo hiç düşürülmeden, belki daha artırılır bile. Yine okumaya devam edilir. Ama okul bir araç olur. Onu daha iyi tanımanın, verdiği kabiliyetleri daha çok geliştirmekle mümkün olduğu düşüncesiyle, zekâ nimeti bu yolda kullanılır. Yine güzel bir ev, rahat bir yaşayış istenir. Onun rahmet hediyelerinden daha fazla tadıp, Ona daha çok şükredebilmek adına.

Onu tanımak adına yaşanan bir hayat, Onu tanımak adına bakan bir göz, Onu tanımak adına düşünen bir akıl, Onu tanımak adına seven bir kalb, tümü de Onu tanımak adına işleyen duygular, Onun bizi kuşatan sonsuz rahmetini devşirirler kâinattan. Bütün ihtiyaçlarımızın Onun merhameti, kudreti, nizamı, bilgisi, hikmeti ile nasıl da vaktinde zahmetsizce ve yoktan giderildiğine şahit olurlar.

Meselâ, karpuz, sıcağın en yoğun günlerinde, kara topraktan, alıyla yeşiliyle imdadımıza yetiştiriliverir. Yahut dinlenmeye muhtaç olduğumuz anda gözkapaklarımız kapanır, tadına doyulmaz bir âlemde yorgunluğumuz giderilir. Ve bunlar gibi daha niceleri...

Her bir mahluk, bize Onu, Onun güzel isimlerini tanıtır. Onun varlığına, merhametine, kudretine, nizamına, bilgisine, hikmetine işaret eder, gösterir. Her yerde ve benim de üzerimde görünenler eserleri olan O Güneş, eserlerini her bir an yeniden yeniye tazelendirmesiyle, bütün gelip geçenlerde yansımalarını sürekli devam ettirmesiyle varlığının devamına işaret ediyor aslında. Kendisinin sürekliliğini gösteriyor; ölümsüzlüğünü, ebediyetini, sonsuzluğunu anlatıyor. Kendime baksam, kendi üzerimde de aynı isimleri görürüm. Kendi varlığımın da aslında Onun varlığına işaret ettiğine şahit olurum. Elim, dilim, gözüm gibi maddî uzuvlarım kendimce kazanılmış olmamalarıyla; sevmek, öğrenmek, anlamak gibi gayrimaddî nice duygum, ihtiyaçlarının giderilmesiyle, onları veren bir Hâlık’ı ve nimetlendiren Mün’im’i tanıtıyor, anlatıyor.

Her şey Onun var edişiyle vücuda gelir, hayat bulur. Ben de Onun varlığıyla var olurum, hayat bulurum. Üstelik, hayallerimi süsleyen, tüm duygularımın tek arzusu, erişilmez sandığım ebedî bir hayatı...

Gerçekten de öyle değil midir? Her bir bahar öldü ve yok oldu dediklerimizin, bizi yalanlarcasına gözlerimizin önüne serilişinden başka nedir ki? Her bir bahar resm–i geçidi yokluğa gitti sandıklarımızın yok olmadığının, bir Hafîz-i Rahîm’in kudret ellerinde saklandığının isbatından başka ne olabilir ki? Kurudu, çürüdü ve gitti sandığım her bir çiçek, her bir meyve tohumundan, çekirdeğinden tekrar hayat bulmakla, her bir mevsim tekrar tekrar gelmesiyle, güneş her sabah yeniden doğuşuyla, yıldızlar her akşam bir daha göz kırpışlarıyla yokluğa gitmediklerini, muhafaza edildiklerini göstermiyorlar mı?

Peki ya tohumun, çekirdeğin, güneşin, yıldızın hukukunu muhafaza eden bir rahmet, Onun bu eserlerini görüp takdir eden bir ebediyet aşığının yakarışlarını geri çevirebilir mi? Duymazdan gelebilir mi? Demek, ölümüm sonum değil. Demek, Rabbim beni de bir tohum misali muhafaza edecek ve âhiret âlemlerinde sümbüllendirecek.

Böylesi bir hayatı kazanmak varken, “ol ve öl”ün kısır didişmesi içinde bulunmak ne kadar anlamsız görünüyor.

Onun sonsuz isimlerinin bir gölgesi olup, Onun sonsuzluğunda beka bulmak varken, kendimi kendimce sahiplenip günün birinde şu dünyadan göçüp gitmekle nasıl kendi kendimi kandırdığımı yaşamak ne kadar acı. Kazandım kazanacağım, başardım başaracağım derken, daha yaşamayı başaramamış, henüz hayatı kazanamamış olmak, başarısızlığın ta kendisi.

Ne mutlu kendinde fenâ bulup, Onda bâki olanlara. Ne mutlu kendinde sıfır, Onda sonsuz olanlara. Ne mutlu ölmeden ölüp, hayattar olanlara. Ne mutlu “öl ve ol”u yaşayanlara.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, İnci Şirvan


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut