Arşiv

 Başarısız Bir Yazı

Evet, “başarı”sız; “başarı” kavramına farklı bir bakış getiriyor.


GEÇENLERDE, BİR okul arkadaşının nikahında yine okuldan bir grup arkadaşla birlikte olduk. Çoğu, nikah için işyerlerinden izin alarak gelmişti. Kızlar döpiyes, erkekler gayet şık takım elbiseler içinde, giysilerinin kalitesi ile orantılı havalar teneffüs ediyorlardı. Eskiden derslerin, hocaların, öteki okulların, yeni gelen filmlerin, “kantindeki sarışın”ın doldurduğu sohbetlerin yerini, işyerleri, maaşlar, terfi imkanları almıştı. O konuşmalar sırasında, eskiden samimi olduğum kimi arkadaşlarla yabancılaştığımı, eski beraberliğin yerini, ölçülü, resmî bir ilişkinin aldığını hissettim. Herkes bir “başarı” lafıdır tutturmuş gidiyordu. “Güler pek başarılı olamadı. Zaten ben ona demiştim, ‘Bu işin geleceği yok, yorma kendini, başka bir işe geç,’ diye.” “Erhan, tebrik ederim, çok başarılıymışsın.” Birbirinin başarısı ve başarısızlığı üzerine gelişen sohbetler, yalnız arkadaşlarım arasında oluyor da değildi. Gelinin akrabaları damadın başarısından, ötekiler de gelininkinden bahsediyorlardı. Davetlilerden kimisi kızının, kimisi de oğlunun başarısını anlata anlata bitiremiyordu.

Tam “Nedir bunca insanın dilinden düşmeyen bu başarı?” diye kendime soracakken, dillerin altındaki baklalar bir bir dökülmeye başladı. Güler’in işi klasikmiş, terfiler uzun zaman alıyormuş. Erhan’ın maaşı oldukça iyiymiş, kısa sürede daha da artacakmış. İşyeri damadın altına araba vermiş, birkaç yıl içinde de lojmana geçeceklermiş. Kısa boylu sarışın hanımın kızı okulunu “pekiyi” derece ile bitirmiş, yurtdışından burs kazanmış. Pos bıyıklı şişman beyin oğlu çok zengin bir aile kızıyla evlilik hazırlığında imiş. Müstakbel kayınpederi onu genel müdür yardımcılığına atamış bile.

Aslında bu türden konuşmalara o kadar da yabancı sayılmazdım. Daha okulu yarılamadan “başarı maratonu” başlamıştı. Sınıf, daha o zamandan bilgisayar ve yabancı dil kurslarına devam edenler, ufaktan ufaktan bir işte çalışmaya başlayanlar, iş arasında bond çanta ve takım elbiseleriyle derslere uğrayanlar, ve piyasa araştırması yapanlarla dolmuştu. Bu yüzden, dersleri takip edenlerin sayısında da büyük düşüş vardı.

Zirvesi görünmeyen başarıya ulaşmak için didinip duruyoruz. Ne rahat yüzü görüyoruz, ne de huzur. Üstelik “Daha zirveye çok var” diye diye, her birimiz yolun bir mesafesinde “terk–i diyar” ediveriyoruz. Bu yüzden herkes “gözü açık” gidiyor. “Daha başaramamıştı,” “İstediğine kavuşamadan gitti.” Böyle beklenmedik bir anda uçuruma düşecek olduktan sonra, tırmanmanın da bir gereği görünmüyor.

Aynı tavırlara evlerde de rastlanıyordu. “Kızım şu konularda kendini geliştirmen lazım; şu günlerde en çok parayı bunlar getiriyor.” “Bana bak ulan, ben oğlumun adam gibi bir işi var diyemeyecek miyim? Doğru–dürüst bir iş bul kendine, elâleme rezil olmayalım. ‘Oğlu bir iş beceremedi’ dedirtme bana.” Bir yandan analar babalar, beri yanda dedeler nineler, dayılar halalar, hatta konu–komşu bunun dertlisi olmuşlardı. Okulda hocalar bile şu koca sınıftan ancak bir iki adam çıkar mânâsında birşeyler söylüyorlardı. “Adam” ise, iyi para kazanan, bu yüzden de daha fazla hürmet gören, —avantadan da olsa— çabuk zengin olan demekti.

Bu kadar dolduruşun ardından, “başarı” deyince bizim de gözümüzde elinde evrak veya bond tipi çantası, altında lüks model spor arabası, güneş gözlükleri, son moda taranmış saçları, pahalı markaları taşıyan takım elbisesi, parlak ayakkabıları, kıyafetine uygun takıları ve de eğer hatunsa zevkine göre ağır veya hafif makyajıyla, bunca takıp takıştırmadan sonra “mecburen” çekici hale gelmiş insanlar canlanıyordu. Tabiî tatil ve kokteyl donanımları, yazlık ve kışlık daireler, hatta yalı ve köşk gibi ilavelerle.

İşte şimdi de her birimiz bunları kendi şahs-ı münhasırında pratiğe dökebilme çabasına girişmiş bulunuyorduk. Şu nikâh salonundaki görüntümüzse, o yoğun çabanın şimdiye kadar kazandırdıklarından başka birşey değildi. Belki topumuz birden bu yolda çok fazla mesafe kat edemeyeceğiz; ama herkes kendi edindiği kadarı ile, özlediği o hayatı ucundan–kıyısından yakalamaya çalışacak. Her birimiz “başarılı tip”in büyüklü–küçüklü birer örneğini oluşturacağız —hani o yollarda kimini Mercedes’inin arka koltuğunda, kimini Mazda veya Renault 11’nin, şoför koltuğunda gördüğümüz tipler gibisinden…

Arabaların, gözlüklerin, giysilerin markaları değişse de, hepsi nitelik olarak aynı kalacaklar. Sadece az başarılı, başarılı, oldukça başarılı, çok başarılı farkı olacak aramızda.

Nikahtan beridir, ilgimi böylesi başarılı tiplemeleri çeker oldu. Kendi halimizi görünceye dek farkına varamamışım. Şimdi onlara, biraz da kendi geleceğimin aynaları olarak bakıyorum. Ara–sıra “Neler yapıyoruz? Nasıl yaşıyoruz? Bütün bu çabalara değer mi?” gibi sorular da sorarak.

Bir kere, bu yolun bütün yolcuları, altlarında arabaları, ellerinde çantaları, boyunlarında kravatları, fularları sağa–sola uçuşaraktan, koşturup duruyoruz. Bizim gibi daha yolun başındakiler tabanvayla katılıyoruz bu koşturmacaya; ama bir gün arabayla devam etme ümidiyle. İşyeri ile ev, okul ile yurt, okul ile ev, ev ile kütüphane, okul ile kurs arasında seyreden koşturmacalar içinde gözümüze tek ilişen, rakiplerimizin giyim–kuşam ve davranışları, zaman zaman uğradığımız mağaza vitrinleri, işporta sergileri, çarşı–pazar tezgâhları, aslî vazifesi ile hemen hiç alâkası kalmamış perdelerin arkasında teşhire sunulan ev dekorasyonları, gazetelerin ürküntü veren sütunları.

Oysa etrafımız bu gördüklerimizle sınırlı değil. Gecesiyle gündüzüyle, yazıyla, kışıyla, ilkbaharı ve sonbaharıyla, güneşi ve yağmuruyla, kuşuyla, böceğiyle, galaksileri ve yıldız kümeleriyle alabildiğine donanmış, canlı, uçsuz bucaksız, güzelim kâinat uzanmış. Koşturmaca sırasında geçtiğimiz yol boyları renk renk çiçekler, sıra sıra ağaçlar, sevimli kelebekler ile süslenmiş. Altında dolanıp durduğum gökyüzü güzelim mavisi, yığın yığın bulutları ile yerküreye sarınmış. Her biri olanca güzelliğiyle duygu soframa serilmiş; tadılmayı, beğenilmeyi bekliyor. Gözlerim seyretsin, kulaklarım dinlesin, burnum koklasın, ağzım tatsın, ellerim dokunsun ve her bir duygum böylece nasiplensin istiyor. Onlar böylece dillendirilmiş; ben de onları duyacak, isteklerimi duygularımın ihtiyaçlarını karşılamada kullanacak halimle varedilmişim. Varedilişimde böylesi karşılıklı sonsuz bağlantılar varken, ben kendimce belirlediğim, duygularımı ve kâinatı hiçe saydığım bir yol tutturmuşum, almış başımı gidiyorum. Âdeta kendi başıma varmışım, başıma buyrukmuşum, onca duygumun, şu koca kâinatın hiçbir anlamı yokmuş, hatta kâinatın kendisi hiç yokmuş gibi. Ve bunun adını da “başarı” koyarak, düşmüşüm yola. Yolcusu olanlardan anlaşıldığı kadarıyla çıkmaz bir yol bu. Bir türlü rahata eremiyor insan. İster küçük, ister büyük olsun, elde ettikleri ona mutluluk getirmiyor. Nasıl getirsin ki? Sınır tanımayan, dur–durak bilmeyen duygularımı sıkıştıra sıkıştıra daracık, kısır, sınırlı emellere bağlamışım. O küçük arzuların içine hapsetmişim. Yatlar–katlar, arabalar–uçaklar emrime âmade de olsa, “tamam, başardım” demeye dilim varmaz olmuş. İçimdeki “hâlâ tamam değil” sesini susturamamışım. O sesi, tüm duygularımın ihtiyaçlarını karşılamadıkça, kâinatta hayalimin uzandığı tüm mevcutlarla ilgilenmedikçe, susturamam zaten. O sesi susturmadıkça “başardım” diyemem. “Başardım” diyemedikçe de başarmış olamam.

Zirvesi görünmeyen başarıya ulaşmak için didinip duruyoruz. Ne rahat yüzü görüyoruz, ne de huzur. Üstelik “Daha zirveye çok var” diye diye, her birimiz yolun bir mesafesinde “terk–i diyar” ediveriyoruz. Bu yüzden herkes “gözü açık” gidiyor. “Daha başaramamıştı,” “İstediğine kavuşamadan gitti.” Böyle beklenmedik bir anda uçuruma düşecek olduktan sonra, tırmanmanın da bir gereği görünmüyor. Olsa olsa, yalnızca daha yüksekten düşülmüş oluyor. “Rahmetli şu kadar yüksekten düşmüştü” dedirtmek uğruna bunca sıkıntıya girmek ise doğrusu pek akıl kârı görünmüyor gibi…

Varedilişimde böylesi karşılıklı sonsuz bağlantılar varken, ben kendimce belirlediğim, duygularımı ve kâinatı hiçe saydığım bir yol tutturmuşum, almış başımı gidiyorum. Âdeta kendi başıma varmışım, başıma buyrukmuşum, onca duygumun, şu koca kâinatın hiçbir anlamı yokmuş, hatta kâinatın kendisi hiç yokmuş gibi. Ve bunun adını da “başarı” koyarak, düşmüşüm yola.

Kimi zaman ise, bayrağı ardımızdakilere devretmek durumunda kalıyoruz. “Bitirdim” demiş olmuyoruz tabiî, ama yorgunluktan tırmanacak halimiz kalmıyor. Şimdi rahat edilecek deseniz, gerçekte pek de öyle olmuyor. Bir kere, onca sıkıntıyla edinilenlerin rahatça yenmesi kolay değil. Sonra başarılı olduğunu, yolu tamamına erdirdiğini söyleyemediği için de, kimse edindiklerini huzur içinde kullanamıyor. Bu arada epeyce ihtiyar bir halde, edinilen şeylerden fazlaca bir zevk de alınamıyor. Topu topu, ömrün yarısı “daha iyi bir yaşam” için geçiyor; öbür yarısı ise ilk yarısını geri getirmeye çalışmakla.

Oysa, insan işin başında ne kadar da umutlu oluyor. Tıpkı nikah salonundaki bizler gibi. Yarınlardan beklediği onca şey ve içinde hissettiği güç, vücudundaki zindelik, zihnindeki tasarılarla nasıl da umutlanıyor. “Çok çalışacağım, yorulmak bilmeyeceğim, herşeyim olacak, imparatorluğumu kuracağım.” Daha baştan, kendimize uygun küçük bir “saray” yapıvermişizdir bile. İleride imkânlar nispetinde genişletmek üzere. Artık elimiz yetişebildiği kadarının efendisi oluyoruz. Öyle pek yüksek mevkiden olmasa da bir iş, onu bam başka bir kişiliğe bürüyen giysiler ve bu giysilerin gözlük, çanta gibi ekleri, sonra belki bir araba ve ev, imparatorluk sınırları içine girmeye başlıyor. Yavaştan kendini, bilgisini, aklını kanıtlamaya; onlara güvenmeye başlıyoruz. Elde edilenleri gördükçe kendine güven daha da artıyor. Bu arada iyice hırslanıyoruz. Kendimizden başkasını görmez oluyoruz. Edindiklerimiz ile kendi gözümüzde daha bir abideleşiyoruz.

Ne var ki, bu rüya çok sürmez. Abideleştikçe altındaki desteğin daha bir şiddetli sallandığının farkına varır insan. Dengesini sağlama kaygısıyla şekilden şekile girer. Ezilir, büzülür, fazlaca hareket etmekten kaçınır, soluk alıp vermekten korkar, hafif bir esintiden nem kapar. Ya âmirine karşı yanlış bir harekette bulunursa! Ya patron bir eksiğini görürse! Kimbilir, belki de daha çalışkan, daha bilgili bir başkası her an yerini elinden kapabilir! Acaba hastalanıp ertesi günkü toplantıyı kaçırır da nicedir tasarladığı atılımı yapamayabilir mi? Eyvahlar olsun, vapuru kaçırır veya yol tıkanır yahut da arabası bozulur, ihaleyi kaybederse… Böylece, küçük–büyük demeden her bir olay korkutur, endişelendirir. Olmuşlar bir yana, olabilecekler de yakamızı bırakmaz hale gelir; günümüzden, gecemizden kâbuslar eksik olmaz. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali, bir yanda elde etmek istediklerinin hayali ve onlara erişme derdi, beri yanda, o güne değin edindiklerini korumanın sıkıntısı ile dolar hayat. Zamanla, “benim” dediği, “efendisiyim, sahibiyim” dedikleri birer birer elinden kayar gider. Gençliği, yakışıklılığı, dinamizmi, o pek beğendiği hâfızası, şu malı, bu eşyası.. derken bunca endişe, sıkıntı ve kaygı ile efendilikten köleliğe düşüverir. Üstelik “başarı grafiği” yükseldikçe kıdemi artan bir köleliğe…

Tüm bunlardan sonra, bir bardak soğuk su alır mısınız? İşte buyrun: Şu dünyadan göçüp gidilir, âbide yerle bir olur ve perde kapanır. Çaresi olmayan ölüm, onca endişenin ve korkunun sonunda, nihayet çıkagelmiş ve sallantıdaki âbideyi sonuna erdirmiştir.

Böylece bütün “efendilik” iddiaları, tüm “imparatorluk” kurma girişimleri bir daha su yüzüne çıkmamak üzere, sulara gömülmüştür. Aslında daha işin başında üzerinde yükselindiği sanılan âbidenin sallantılarıyla gömülme başlamıştır ya, dinleyen kim? Daha o zamanlarda ihaleyi kaybetmek korkusuyla uykularımızı kaçıran iş görüşmeleri; karşılaştığımda yanlış bir hareket yaparım korkusuyla dilimizi damağımıza yapıştıran üst–düzey görüşmeleri; biraz daha yükseldiğimizde “Ya işi biz alamazsak” kâbusları; günümüzü-gecemizi dolduran ihale toplantıları; herşey yolunda göründüğünde ise, olabilecek herhangi bir son dakika aksiliğinin endişeleri içinde geçen saatler, bize işin başında veya herhangi bir yerinde —küçük veya büyük— imparatorluk iddiaları kuramayacağımızı, öyle bir durumda olamayacağımızı göstermiyor muydu?

Göstermesine gösteriyordu, ama biz de birşeyler yapıyorduk hani. Düşünüyorduk, anlıyorduk, koşturuyorduk, çalışıyorduk, istiyorduk. Bunları yapmayacak mıydık? Ot gibi mi yaşayacaktık? Ama, bir dakika: “Ben yapıyorum” dediğimiz şu işleri gerçekten biz mi yapıyorduk? Zamanımızın onca gelişmiş bilimlerinin bile nasıl olduğunu anlayamadıkları bu karmaşık işleri biz nasıl yapıyor olabiliriz ki? Bütün bunlar ben kendimi zorlamadan, hatta farkına bile varmadan üzerimde görünüveriyorlar. Doğrusu hiç haberim olmadan üstümde gelişen bu işleri kendime mal edemem. Bunca düzenli, ölçülü, mükemmel işleri ne tesadüfe verebilirim; ne de şuursuz, gözsüz, kudretsiz olan organlarıma.

Öyleyse beni böylece var eden akıl, irade, kudret, ilim sahibi Biri olmalı. Öyle Biri olmalı ki, bu görünen işleri bunca düzen ve kolaylık içerisinde yapabilsin. Üstelik merhamet sahibi de olmalı ki, benim göz göre göre, kendimi bu işlerin sahibi bilmek gibi bir yanlışa girmeme izin vermiyor ve beni sıkıntılarla uyarıyor. Benim her bir halimle ilişkide bulunduğum her bir şeyi de ancak O var etmiş olmalı. O akılsız, şuursuz, iradesiz, güçsüz, kuvvetsiz varlıklar beni tanıyor, ihtiyacımı biliyor, bana koşup geliyor olamazlar. O halde, ben ve kâinattaki her bir varlık; atom içi partiküllerden gezegenlere, hücreden binlerce ışık yılı uzaktaki yıldızlara dek hepimiz, Onun kudretinin, merhametinin, ilminin, iradesinin, düzeninin, hikmetinin eserleri olmalıyız. Birbirinden bunca uzak görünen mevcutlar olsak bile, her birimiz bir diğerimizle bağlıyız, ilgiliyiz. Tıpkı minicik bir hücrenin milyonlarca kilometre uzağındaki bir yıldız olan güneşin ışığına ihtiyaç duyması ve güneş ışınlarının ona ulaştırılıyor olması misali, her bir mevcudun yekdiğeri ile bağlantısını ancak sonsuz bir ilim, sonsuz bir kudret, sonsuz bir irade, sonsuz bir merhamet sahibi Biri sağlayabilir. Öyleyse, ben de o sonsuz isimlerin Sahibinin bir mahlûku olarak ölüme, yokluğa mahkûm olamam. Ölüm son olamaz.

Demek, etrafımızda akıp giden çiçekler, böcekler, kediler, yıldızlar, güneş, ay, diğer gezegenler bize hep ondan bahsediyorlar; onu tanıtmak uğruna işleyip duruyorlar. Onca mükemmel kabiliyetlerimiz, arzularımız da Onun tarafından verildiklerini, olanca sesleriyle anlatıyorlar.

Oysa biz, onlarla ancak kendimize mal edebildiğimiz kadarıyla ilgileniyoruz. “Benim” diyebilmek için. “Benim” diyebildiklerimizin çokluğuyla övünüyoruz. Kendimizi, kendimize mal ettiklerimizin çokluğu oranında başarılı sayıyoruz. Sonuçta kendi ölçülerimizle bile başarılı diyemiyoruz kendimize. Çünkü hiçbirinin de sahibi olamadığımızı, benim dediklerimizin bir bir elimizden kayıp gittiklerini, kalanını da günün birinde bizim bırakıp gideğimizi görüyoruz. Sonuç, aslında “elde var sıfır” oluyor.

Sonu “sıfır”la biten bir yolculuk ise, “başarılı” bir yolculuk olmasa gerek. Oysa… Oysa başka bir yol var ki kendini baştan sıfırlamakla başlıyor; ama sonsuza ulaşıyor. “Ol ve öl” demiyor bize; “öl ve ol” diyor; ölümü dahi yeni bir başlangıç kılabiliyor.

Ne dersiniz? Birinci yolda yürüyüp, bir gün mutlaka “sıfır”ı tüketenler mi gerçekte başarılı; yoksa hiçbir ölümün tüketemediği ikinci yolun yolcuları mı?

İyi düşünmeli. Ne de olsa, “başarı”mız buna bağlı…

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, İnci Şirvan


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut