Arşiv

 Kime Karşı Ölümsün

Sadık Yalsızuçanlar

BİR VARDIN bir yoktun. Herşey gibi bir varoluyordun. Herkes sende varoluyordu. O manolyaların açılması gibiydin. Ben mi? Avcıydım.

Günün birinde /vaktiyle hani/ bilincime hoş gelen bu çılgınlıkların sırtımda birer ağır yük olduğunu anladım. Başımın çaresine bakmalıydım. Ava çıkmaya karar verdim. Öyle sülün, keklik, bıldırcın değil, hani tavşan, ayı ya da domuz avı gibi bir av değildi. Resim avlıyordum ben. Bir resim avcısıydım. Görüntüye bayılıyordum. Herşeyin ansızın görselleştiğini görünce çılgına dönmüştüm. Bu görüntü salgınına karşı bir bakıma kendimi savunmak için resimlerin izini sürmeye başladım.

Yine günün birinde ava çıktığımda net bir resmi flu bir resme sarılmış yatıyor gördüm. Çok kıskandım. Şu haldeki insan acınmayı da hak etmiyordu doğrusu. Flu resmi vurmak için ateş ettim. Kurşunum net resme isabet etti. Hayâl hızıyla gezsem âlemin aktarını, ancak bu denli bir savrulmayla üzüntümü dağıtabilirdim. Meğer onikiden vurmuşum. Net resmi orada öylece ölü gibi uzanmış bırakan flu resim, flu resimler padişahının kızıymış.

Yollara düştüm. Henüz yalnızlık çölünden geçmemiştim. Kent yoktu, çöl vardı. Kent çöle henüz dönüşmüştü. Gele gele zavallılık eşiğine geldim. Açtın. Bana ruhumu yeniden bağışladın.

Oysa flu resimler padişahının ülkesinde bu armağan bilinip bütün avcıların toplanması buyrulmuştu. Geri dönülmesi imkânsız bir sefere çıkar gibi hazırlanmalıydım. Ağırlıklarımdan kurtulmalıydım. Bahar gibi kendimi süslemeye alışmıştım. Bu ayrılık da neyin nesiydi? Bütün avcılar sarayda /bildiğiniz saraylardan değil/ toplandık. Flu resimler padişahının /bu da/ kızı beni tanımıştı görür görmez, işte o evet evet ta kendisi diye çığlığı bastı. Padişah dile benden ne dilersen dedi /hep öyle mi denir/. Dilediğimi seçmemiştim. Kimse beni soldurma hevesine kapılmamalıydı.

Çok zaman geçti. Günler haftaları, haftalar ayları ay /yeter mi?/ neden sonra anladım tercih hakkım yoktu. Padişahın dileği bir tür buyruktu. Buyrukların en tartışılmazı.

Ansızın bir şeyi keşfettim. Dehşet verici bir şey. Herkesin gözü dilimdeydi. Avcılığımın bütün gizemini buna yoruyorlardı. Doğrusu şimdiye dek dilimi korumayı düşünmemiştim. Hayır hayır diye bağırdım, refleksif bir tepkiydi, kimseye /olmadı/ kimsenin değil o benim ona ilişmenize izin vermem.

Herkes güldü. Çaresiz döndüm eve geldim. Evimi bir ölüm yurdu gibi düzenledim. Annem: “Biz çok yoksuluz oğlum o kızı sana nasıl isteriz?” dedi. “Yanılıyorsun anne” dedim, “o beni istiyor”. “O daha imkânsız ya” dedi. “Yolumuza pusu kurarlar”. “Bunlar masallarda olur anne” dedim. “Masal çağı yeni geldi oğlum” dedi.

Yola baktım. Pekala dilimi kullanabilirdim. Harami gibi işin içyüzünü anlamaya çalışanlar. Oysa herşeye can veren mesih sen değil miydin?

Çaresiz flu resimler prensesiyle evlenecektim. Güneşin doğuşuyla birlikte ben de kalktım. Geç kalmıştım. Hayatımı büsbütün değiştirecek bu kararı verirken dilimin cevabını beklememiştim. Apar topar saraya sürüklendim.

Yine çok zaman geçti. Günler haftaları haf.../tamam tamam, a’ları uzatarak üstelik/.

Prenses gizimi öğrenmek istiyordu. Korkuyordum. Halbuki eşimdi. Eşler arasında çıkarın yeri var mıydı? İki insan dünyada karı kocalıktan daha yakın olabilirler miydi? Bıkmıştım, bu sefil filozofi de, sırrımı keşfetmek için can atan eşimde usanç veriyordu. Çıkar. Menfaat. İşte bu düğümleri çözmek güçtü. Aklıma sordum. Bunak bir ihtiyardan farksızdı. Ayrımına vardığımda iş işten geçmişti. Gözbebeğimden daha yakın olan eşime güvenemiyordum. Sonunda korktuğum başıma geldi. Eşim gizimi öğrendi. Bütün dünya bir ölüm ülkesi gibi bezediğim evimdi. Medyaydı. Gazeteydi. Yalanın saldırdığı yüzdü. Uyduydu. Uydurdum uydurdum. Gerçeğin rengini değiştirdim. Bir süre bununla oyalandım. Kendimi aldattığım düşüncesi bir kurt gibi içimi kemirmeye başladı. Yüreğimi susturacak çarelere başvurmalıydım. Hani o dizeleriniz, benzersiz. “Tenine değip geçen değmeyip delip geçen” araya kesme işareti. Bir medya matrağı. Onunla da gerçeği yepyeni renklere boyamak, adını kirletmek, ölümü keşfetmek mümkün değildi. Medyaya savaş açtım. Yel değirmenleri karşıma çıktı. Bu bireysel bir dirençten başkası değildi. Ta kendisi. O, ayakta, oracıkta döner ekmek öylece çayevinde hani canım cafede tunalıda bir bakıma sevgilerde öylesine hüzünlerde saçmalıyordum işte dilimi kaybetmiştim, tümcelerin sonunu düşünmüyordum. Yazın dünyası tımarhaneye dönmüştü. Sahi öyle bir dünya mı vardı? Kendi kendimle savaşmak gereğini kabullenemiyordum desem hamasi olacaktı. İzlenimlerimi haykırsam o feryatlar içimde yetim gibi büzülüp kalacaklardı. Sadece görüntüleştiğimi sandım. (Görüntüleşmek bu denli kolay olsaydı ebem de yapardı bunu). Bir skandaldı açıkçası. Yakıcı sır. Onunla şantaj yapıyordu eşim, dilimi kaçırmıştı.

Az gitti uz gitti. Kısacık ömrüne yerleşen bu çok özel yolculuğunda /beklenen bu galiba/ bir arpa boyu yol gitmişti. Arpa ekmeği yine o çarşıda satılıyor olacaktı. Mısır ekmeği bulamıyordum. Akşamları mesai çıkışı buluşan memur eşlerinin birlikte alışverişleriydi.

Geri döndü. Baktı. Bir arpa boyu yol ya gitmiş ya bitmişti. Yine de gide gide bir denize ulaşsın diyelim. Sahilde sanayi artıklarından bir tepe yükselsin. Bu da çevre izlenimi olsun. Sanayi isteyip çevreyi ateşlediniz mi bir anda, o talana siz de katılıyordunuz. Varlığımı garaz kirlerinden nasıl arındırabilirdim? Kim sordu? Bu insört de nereden girdi? Reklam sağanağı gibi gerçeğin kokusunu değiştirmeye yetmişti. Tepenin gerisinde denizin başladığı çizgide net resimler prensesi bütün zamanların en güzel ölüsü olarak yatıyordu. Tüm zamanlar./Yarım değil/ Bense elimde dietcola koltuğa gömülmüş /şezlonga serilmiş de olabilir/ diğer elimden düşürmediğim aletle kanal değiştirip duruyordum. Bütün yaptığım buydu. Dünyaya açılan tek menfez. Sadece ufku kapattığım /gerçekte pencereyi çünkü zemin kattaydım. Yazın tozdan kışın is, kömür tozundan kitaplarımı sadece temizlemeyi bile beceremez olmuştum/. O iğrenç tekdüzelik içinde sıkıntıdan sıkıntıya, boşluktan boşluğa koşan. Hep suskun. Ama yine de telefon. Saatler sürerdi, ne bulurduk konuşmak için? Gündüz can sıkıcı bürolarda zamanı dedikodularda eritip eritip erken başlayan gecelerimizi de yine dedikoduya tahsis ediyorduk. /Önce tırnak içine alıp sonra vazgeçmiştim/. İşte yaptığım ikinci iş bu kulakucuyla telefon. Demek ki kendilerini birer “Halık” zanneden bu tilkilerden bıkmamıştım. Yeterince yani. Aklım sanırım başımı terketmişti. Prenseslere baktım. İçimde ışık patlatan net resimler prensesi.

İşte gerçek zemine basmam için /basabilmem/ ayağımın altından kayan zeminlerden ancak ona tutunarak çıkabilirdim. Kırk gün kırk? Bu da betamoviyle saptanmış görüntülerdi. Düğün. İşte öyle eşe dosta, konu komşuya, akrabayı taallukata her fırsatta izlettirilen aaa bak bu ağbim o da yengem nasıl da yakışmışlar, heey anne şuna bak ayakta duramayan, ya şunlara ne demeli şekerim Ahmet beyle nişanlısı, o mu Süheyla hanım canım hani sitede personelde... Bu böyle uzayıp giderdi. Az giderdi uz giderdi. Çok da iyi ederdi.

Orgun tuşlarında parmaklarını gezdirirken sağına soluna sahte gülücükler dağıtan şu piyanist şantörü hiç görmüyorsunuz. Oysa kamera sık sık ona da çevriliyor, saatine bakmayı da ihmal etmiyor hani. O da çoğumuz gibi bir tür figürasyon mu yapıyor? Kimbilir. Talkşovlar mı? Haberleri kaçırmıyor musun? A evet diziler... Onları nasıl da unuttuk. Eğitim ve eğlence. Yani komünikasyon da haber. Reji hemen hepsi için ayrı bir anlam ifade ederdi. Önce gazetelerin ekleri. Sonraki önce burçlar. Günün yemeği. Dedikodular. Sonra gelsin diziler. Önce öğleden önce sonra öğleden sonra daha sonra akşamdan önce en sonraysa akşamdan sonra. Ah o entrik ögeler o çatışkılar, o melodramatik gerilim. Bayılıyor muydun onlara? İşte birinde kadın çılgınca bağırıyor, çocuklarımı çaldılar çocuklarımı çaldılar diyorum. Yoo seslendirmede oldukça ustayız hani, anılardan söz ettiğindeyse bu tanrılar bu idoller.

Bu ışık da kim? O cilvenin arkasında hangi çıkar dilini uzatmıştı? Masala dönemiyordum bir türlü. Dramdan kopmuştum. Sahile gelmiştim. Siz de çevresizdiniz. Sonradan öğrendiğime göre yeşiller partisinin üyesiymişti. Çifte standarttan ne mi çıkardı? Herkeslerin uyduğu bu yalana inanmak sorun değil miydi? Hem tek yalan söyleyen sen değil miydin? Oldukça şaşırtıcı bir şey oldu. Net resimler prensesi uykusundan uyandı. Demek ki yattığı ölüm uykusu değildi. Ama gördüğü rüya hepimizindi. Gece. Uyudular. Şiişşşşşt. İşaret parmağımı dudaklarıma götürüyorum. Evet evet o hemşire gibi. Hastahanelerdeki. Onları bu denli geniş açıyla görebildiğime göre demek ki biraz uyanıktım. Flu resimler prensesi gizlice uyanıp kuyruğunu bibere batırdı. Burnuna götürdü. Hapşırdı. Gürültü. Dilim ağzından çıkıverdi. Net resimler prensesi gürültüye uyandı. İşte o an yalancı şafağın adını ben koydum. Şimdi onlar ilkbahardı ben sonbahardım. On yıl sonra onlar da sonbahardı. /Ben yaz mı olacaktım?/

Neyse böyle mevsimlerden mevsimlere dönenip durmayalım. Odama döndüm. Onları öylece bıraktım. Pano. Telefon. Etajer. Kalemlik. Paspas. Masa takvimi. Yanında hüzünle yükselen şebboy. Duvar. Yine pano. Panoda kırık bir ayna. Aynada kırk gün kırk gece kırık aynalar. Çocukluğunuzu seyredebildiğiniz herbiri kendi yüzüne dönmüş binlerce odalar.

Yine sahil. Gürültü diğer prensesi korkuttu. Küçük dilini yuttu. Hep o soluk fotoğraflar. Çocuk resimleri. Hani hem otobur hem de her gün psikiyatra taşınan deli ressamın yaptığı.

Dilim onlardan kurtuldu ama bu kez de suya düştü. İki prenses sudaki dilimi kapmak için kıyasıya birbirinin ardarda yola koyuldular. İzlemeye başladım. Oldukça kurnaz bir pazarlık. Şimdi kimkimi aldatacaktı. Gide gide /az gidiyorlar uz gidiyorlar/ bir ırmağa geldiler. Ölüm ırmağı. Hayır hayır ölüm akmıyor ırmaktan. Ama bir kez girdiniz mi artık çıkamıyorsunuz. Eşim /artık bu sözcüğü kullanmaya dilim varmıyor/ balık tutmak istedi. Köpekle kedi bağırdı. Köpekle kedi de nereden çıktı mı?

Öyle ya benim /gülümseyerek/ artık falcılıkla uğraşır olduğumu nereden bileceksiniz.

Hem bunları açıklamak zorunda olduğumu da sanmıyorum. Doğrusu önce kirli soluğunuzla parlaklığımı bulandırıyorsunuz, sonra tuzağa düşürdüğünüz aklıma soruyorsunuz.

Oysa yeryüzü bir ölüm dalgası. Ama yine de rikkatli bir hüzün vermeyen aşklar kalmışsa onunla yaşayan çocuk olmak da kendine getirebilir insanı. Yalancı şafağın adını ben koymuştum, biliyorsun.

Kime karşı ölümsün. Söylersen. Tekrar masal bu ya. Prensesler yine kavgaya tutuştular. Bıraktığımız yerde durum farklıydı halbuki. Hep bu dış dünyanın önemsiz ayrıntılarıyla uğraşmaktan bıkmıştım. Sevgiyle oynamaktan usanmıştım. Dreamland. Lasvegas. Ne kuleydi, hani lokma tatlısı yediğiniz canım. Biraz alışveriş biraz bekleyiş. Vitrinler. Merdivende az kalsın düşüveren. İşte hep önemsiz teferruat. Aptalları hatadan soyutlayan. Sahi balığın karnını nasıl es geçebiliriz. Dilimle aynı dehlizde olmak heyecan vericiydi tabi. Karanlıktı ama. Boğucu. Yalnızlığın yaktığı geleceği düşleyince çıldıracak gibi oluyordum. Ben de onun nitelemesiyle gerçeği anlamayanlar gibi küsmüştüm. Gözlerim döndürüldüğünde görebilirdim. Her ne kadar bu trajik kişiliğime birşey katmadıysa da.

Hayattan çabuk söner bir şule

Ömürden çabuk geçer bir müddetçik

Ve varlıktan çabuk çürür bir cisimse de.

Flu resimler prensesi değişmez sona uğradı. Irmağa girdi.

Net resimler prensesi ülkesine geri döndü.

Ben kerevetine çıkmadan önce o misalî güneşçikte herşeyin aniden bir vehme kapıldığını gördüm. Sen o silsileli yazınla vahşilere dönmüştün. Bense çocuk gibiydim. Kanadımın örtüsüne sığındım. Büyük sevincim sensin. Bin kez çökse de bu can içimde inlese de çağlayanın sesine koşuyordum. Kadının düşürdüğü güneş gibi. Arzularımın ritminden sana bakıyordum. Gözüm hep sendeydi. Dilimi sen bağlamıştın. Dönüp dönüp sana ölüyordum. O kibar gülümseyişin olmasa bana armağan ettiğin bu ölümle nasıl dirilebilirdim? Çığlığını nasıl iyi dinleyebilirdim? İri yağmurlar gibi nasıl yağabilirdim? Uzayan bir gölge gibi nasıl sana gelirdim? İşte yemin uçlarımda seninim. Bu yerkürede küçük parça parça rengârenk çeşitli cam parçaları gibi herbiri başka tende rengini büyüklüğünü biçimini güneşten aldı. Bu düşsel ışıklanma ne güneşin aynıydı ne de

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Sadık Yalsızuçanlar




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut