Söyleşiler

“BEDİÜZZAMAN HAYATINI BAŞTAN SONA KUR’AN’A ADAMIŞTIR - 3”

Metin Karabaşoğlu ile söyleşi

on5yirmi5.com haber sitesi, 17 Aralık operasyonuyla birlikte yeniden masaya yatırılan Fethullah Gülen hareketiyle ilgili merak edilen soruları Editörümüz Metin Karabaşoğlu'na yöneltti. Kendisi ile yapılan söyleşinin üçüncü bölümünü yayınlıyoruz.


RİSALE-İ NUR BAŞTAN SONA EĞİTİM FAALİYETİDİR

Fethullah Gülen hareketinin bugün elde ettiği gücün ve büyümenin altında eğitim faaliyetleri yatıyor. Diğer gruplarda da böyle bir eğitim faaliyeti var mıydı, yoksa bu Gülen hareketinin ayırıcı bir özelliği mi?

Risale-i Nur hizmeti esasen baştan sona bir eğitim faaliyetidir, ama manevi anlamda bir eğitim faaliyetidir. Risale-i Nur hizmeti bugünkü anlamda dershaneler değil elbette, ama dershaneler üzerinden gelişmiştir. Dershaneler nedir? Müminlerin bir araya geldikleri, beraber Risale-i Nur okudukları, Risale-i Nur üzerinden Kur’an’a dair, iman hakikatlerine dair müzakerede bulundukları mekanlardır. Dostlarını, arkadaşlarını getirdikleri ve insanların imanla, Kur’an’la, namazla tanıştığı mekanlardır. Risale-i Nur hizmeti bu şekilde baştan itibaren zaten manevi anlamda bir eğitim faaliyeti olagelmiştir.

Ama Bediüzzaman’ın kendi zamanında, maddi anlamda, bilinen okullaşma tarzında bir eğitim faaliyeti anlamında böyle bir şeye dair bir çekincesini ifade ettiğini iki ayrı noktada görüyoruz.

Birincisi 50’li yıllarda Isparta’da imam hatip açılıyor. Bediüzzaman Emirdağ lahikasındaki bir mektubunda, madem burada bir imam hatip açıldı, biz de gençlerin umumi manada geldikleri gittikleri bir yer açma düşüncesi aklına geldiğini ve ondan sonra yaşadığı bir hadise sonucu ‘Hayır, Risale-i Nur hizmeti böyle tamamen sivil düzlemde, resmi kanallar, resmi okullaşmalar üzerinden olmayacak, olmaması gerekiyor’ sonucuna vardığını ifade ediyor.

Diğer taraftan Bediüzzaman İhlas Risalesi’nde zaten, kurumlaşmalar hiyerarşileri getirdiği için bu iman hizmetindeki safiyete engel olur endişesi taşıdığını anlatıyor. Bu bakımdan Nur talebeleri kendi şahısları adına kurumsal yapılanmalar yapabilirler, ama Risale-i Nur hizmetini temsil adına böyle bir faaliyetin içerisine giremezler, girmemelidirler diye düşünüyor. Dolayısıyla Nur talebeleri resmi, kurumsal bir formatta eğitim faaliyetinin içerisinde olmamışlardır. Ama manevi eğitim anlamında hep bir çalışma içerisinde olmuşlardır.

GÜLEN HAREKETİNİN KADRO OLUŞTURUP BÜROKRASİYE SIZMA STRATEJİSİ BEDİÜZZAMAN’IN İMAN HİZMETİNE TERS

Fethullah Gülen hareketinin buradaki farkı bunu resmi eğitim kanalı üzerinden okullaşma, özel okullar kurma, üniversiteye hazırlıkta dershaneler zinciri oluşturma şeklinde gerçekleştirmesidir. Bunun ne sonuçlar getirdiğini süreç içerisinde gözlemlemiş bulunuyoruz.

Nedir bu?

Yaptığınız hizmet muhataplara sadece din ve imanla ilgili bilgilendirme imkanı sunma, sağlama düzleminde kalmalıdır. Risale-i Nur hizmeti açısından bakarsanız bu böyle olmalıdır, böyle kalmalıdır. Bediüzzaman Risale-i Nur hizmetinin ana gayesi olarak insanların imanla, Kur’an’la tanışmaları veya zaten tanışık haldeyse o temaslarının daha da güçlü hale gelmesinin sağlanması olarak ifade eder. “İnsanlara imanı anlatacağız, ondan sonra imanı anlattığımız o insanlar bize bağlandığında bunun üzerinden bir kadrolaşma oluşturacağız, sonra bu kadrolar üzerinden şöyle bir şey gerçekleştireceğiz, devlette şöyle kademeleri tutacağız, oradan şunu yapacağız vs…” Bediüzzaman’ın iman hizmeti kavramsallaştırmasının, metodolojisinin içerisinde böyle bir strateji asla söz konusu değildir. Bilakis böyle bir strateji oluşturmak iman hizmetinin ihlasına ve safiyetine aykırı bir şeydir. İman sırf iman, insanın olmazsa olmazı olduğu için anlatılır; Kur’an insanlara Kelamullah olduğu için anlatılır, insanlar Kur’an’la Kelamullah olduğu için tanıştırılır. Ondan sonra o insanın ne yapacağı, nasıl yapacağı, neyi tercih edeceği, o insanın aklına ve imanına, kendisine bırakılır. Onun üzerine ipotek oluşturulmayacağı gibi, böyle ilave hedefler koyarak iman hizmetindeki, imanın tebliğindeki ihlasa, sadakata, samimiyete halel gelmesine, o uhrevi tebliğin dünyevi amaçlarla lekelenmesine asla müsaade edilmez.

Bediüzzaman böyle bir şey ortaya koymuşken Fethullah Gülen Hareketi’nde okullaşmalar, dershaneler oldu. Burada sadece iman hakikatlerinin tebliği düzleminde kalınmamış, -ki süreç içerisinde bunu görüyoruz- oradan seçme bir kadro oluşturma ve buna göre iktidar kademelerine, bürokrasiye nüfuz etme, ticari mekanizmalarda, ekonomide bu anlamda nüfuz oluşturma gibi bir çabaya girilmiş; bunu zaten süreç içerisinde görüyoruz.

Risale-i Nur hizmeti açısından kurumsallaşmanın uhrevi hizmetlerin ihlasına, samimiyetine getirdiği riskleri, hiyerarşi oluşturmanın getirdiği riskleri vs. bütün bunları geçtik; bu okullar, mesela imam hatiplerde olduğu gibi çocukların normal eğitimlerinin yanında din, maneviyat, ahlak öğretimi verilmesi gibi bir düzlemde kalsaydı belki anlaşılabilir bir durumda olurdu. Ama bu okulların ve bu okullarda böyle bir eğitim verilmesinin farklı, dünyevi bir amacı var. Bu okulların, mezun olanların devlette kadrolaşarak gayri meşru bir surette iktidar olma gibi uzun vadeli bir amacın zemini haline getirilmesi bir kere zaten söz konusu yapının bugüne kadar yaptıklarının ihlası, samimiyeti noktasında muazzam bir kuşku, muazzam bir soru işareti oluşturuyor.

Diğer taraftan bugün bütün ülke ve ümmet açısından ne gibi problemler oluşturduğuna beraberce tecrübe ettiğimiz bu durumun birinci mağduru Risale-i Nur hizmeti olmuştur.

Neden?

Birkaç açıdan bu böyle olmuştur, birincisi Risale-i Nur hizmetinin muhatapları, imanla ilgili soruları, şüpheleri olan, iman ve ahlak noktasında bir manevi takviye ihtiyacı hisseden gençlerin büyük kısmı şimdi bu okullar ve dershaneler üzerinden adeta sünger gibi Gülen Hareketi tarafından çekilmiştir. Ancak arta kalanlar veya o yapı içerisinde durmamakta ısrarlı olanlar Risale-i Nur hizmetine dahil olmuşlardır. Bu anlamda Risale-i Nur hizmetinin zemini Gülen Hareketi’nin okullaşma ve dershanecilik faaliyetleri ile birlikte önemli ölçüde ele geçirilmiştir. Bu durum Risale-i Nur hizmetinin zayıflamasına ve Risale-i Nur hizmeti içerisinde genç dimağların, düşünen zihinlerin yetişmesine ciddi bir darbe vurmuştur.

Öbür tarafta gençlerin düşünen dimağlar olarak yetişmesi imkanı olmuş olsaydı belki orada yetişmediler de burada yetiştiler diye teselli bulabilirdik. Ama nice nice dimağlar orada bağımsız, özgür düşünen insanlar olmamışlar, hegemonik yapı içerisinde bir hiyerarşi üzerinden aşağıya verilen direktifleri uygulayan teknokratlar düzeyine indirgenmişlerdir. Bu özelde Risale-i Nur hizmeti açısından, genelde de bu ülke ve ümmet açısından bana göre ciddi bir zihin kaybıdır.

GÜLEN’İN KAFASINDA KURTARICI BİR MİSYON VAR, KENDİSİNİ ÜMMETİN EŞİTİ GÖRMÜYOR

Gülen Hareketi’nin özellikle bürokrasideki kadrolaşmasında en etkili olan şey siyasetle ilişkileri. Fethullah Gülen’in 12 Eylül ve 28 Şubat’taki söylemleri ve tavırları da çokça sorgulandı. Gülen hareketinin siyasetle ilişkilerindeki temel yönelim nedir? Fethullah Gülen’in buradaki rolü nedir?

Bir kere ben bugünden geriye baktığımda Fethullah Gülen portresini bir cümlede özetlemem istense şunu derim; Fethullah Gülen portresi benim karşıma, hülyasına, hedefine vurulan bir insan portresi olarak çıkıyor. Bu anlamda Fethullah Gülen, önce gençlere okullarda dini, imanı anlatalım diye yola çıkıp; ondan sonra da bu siyasi kadrolaşmaya birileri tarafından sürüklenmiş değil. Zaten okullaşma gibi bir faaliyete girilirken ya da ondan önce daha dar anlamdaki okuma kampları gibi Risale-i Nur üzerinden ayrıksı bir yapı oluşturmuşken, bana göre daha o zamandan Fethullah Gülen’in zihninde bir siyasi hedef, bir siyasi harita vardı. Bugünden geriye dönüp baktığımda şahsen bunu görüyorum. Kafasında kurtarıcı misyon yüklenmiş bir kişi veya bir topluluk olduğu için, zaten bu kişi ve topluluk kendisini ümmetin içerisinde eritmiyor. Çünkü ümmetin eşiti görmüyor, kendisini ümmetin beyni, ümmetin yöneticisi olarak konuşlandıran bir şey var. Bunun zaten yapının diline, söylemine, jest ve mimiklerine çok net bir şekilde yansıdığını epey tecrübe etmiş bulunuyoruz.

En başta Fethullah Gülen’in kendi yazdıklarını okuduğumuzda hem kendisine hem de müntesiplerine bir seçilmişlik ve kurtarıcılık misyonu yüklendiğini, kendilerini ümmetin diğer müminlerle müzakereye ve istişareye muhtaç eşit unsurları olarak görmediklerini, ümmet yekûnunun üzerinde gördüklerini, ümmetin onların gözünde onların belirlediği o yüksek ideale tabi olmaya mecbur bir yekûn olarak algılandığını, değerlendirildiğini zaten net bir şekilde görüyoruz. Bu noktada ben hedefine vurulan bir insan ve o insanını peşinde yine hedefine vurulan insanlar topluluğu görüyorum. Bu da yine bana göre önemli farklardan bir tanesi.

FETHULLAH GÜLEN’DE BİR HEDEFİNE VURULMA HALİYLE YÜZ YÜZEYİZ

Bediüzzaman’a baktığımız zaman, Bediüzzaman’ın hedefleri vardı. Mesela Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra hedefi vardı ki, bu hedefin ne kadar kritik olduğunu anlıyoruz. Bediüzzaman ümmet ve Osmanlı açısından iki temel problem görmüştü. Birincisi milliyetçi ayrışma, özellikle Türk-Kürt ayrışması; ikincisi dindar ve seküler ayrışması. Bediüzzaman’ın 1900’lerin başında Medresetüzzehra’yı düşünürken bu noktada ne kadar isabet ettiğini 100 senelik tecrübe içerisinde gördük. Bediüzzaman Medresetüzzehra’yı ümmetin, özellikle Osmanlı’nın yüz yüze kalacağı iki önemli fay hattını; dindar-seküler ve milliyet eksenli ayrışmaların ikisini birden çözecek bir model olarak düşünmüş.

Ama Bediüzzaman İstanbul’a geliyor ve Medresetüzzehra’yı Abdülhamit’e anlatamıyor, sonra Sultan Reşad’a anlatıyor ama sonra Balkan Harbi çıkıyor ve yine olmuyor. Ankara’ya gidiyor, orada da anlatıyor ama yine de gerçekleşmiyor. Fakat Bediüzzaman’ı, “İlle de olacak” diye oraya kilitlenmiş bir kişi olarak görmüyoruz. Bir, iki, üç… Niyet doğru, teşhis doğru, ama arzu ettiğimiz netice hasıl olmuyor. Demek ki kaderin başka bir hükmü, başka bir tasarrufu var. O halde bize düşen ölümüne, inadına hedefine kilitlenmek değil. Bu böyle olmuyorsa, ne yapabiliriz dönüp bakmak lazım.

Medresetüzzehra Eski Said’in dünyasında merkezi bir noktaysa, Medresetüzzehra’nın ete kemiğe bürünmüş bir yapı olarak gerçekleşememesi üzerine bu durumun Bediüzzaman’ı Medresetüzzehra’daki o özü, manayı okuyan herkesin zihnine inşa edebilen Risale-i Nur’ları telif noktasına götürdüğünü görüyoruz. Burada bir hedefe kilitlenme ve ne olursa olsun hedefi gerçekleştirme tutumu içerisinde görmüyoruz. Fethullah Gülen’de ise bir hedefine vurulma haliyle yüz yüzeyiz bence. Bunun arkasında da ümmetle bütünleşememe, seçilmişlik ve kurtarıcılık yüklenimi söz konusu. Bunun sosyal boyutları, siyasal boyutları var.

HİÇ KUŞKUSUZ FETHULLAH GÜLEN, ERDOĞAN’DAN DAHA SİYASETÇİ

Bir diğer nokta Bediüzzaman’ın siyasetle arasında koyduğu mesafedir. Siyasetle ilişkisini süreç içerisinde “Euzu billahi mine'ş-şeytani ve's-siyase” diyerek, siyaset ile takva arasındaki bir gerilim üzerinden ifade eder Bediüzzaman. “Siyasetçi ekseriyet itibariyle tam muttaki dindar olamaz, tam muttaki dindar siyasetçi olmaz” der.

Selef-i salihin, Hulefa-i Raşidin örnekleri dışında genelde İslam dünyası açısından baktığımızda siyaset ile takva arasında bir gerilim olduğu düşünülür. Niye? Bu ikisinin mahiyeti gereği… Takva süreç odaklı olmayı gerektirir, Hz. Nuh gibi… O kadar sene tebliğde bulunmuş, ama kavmi anlamadığı ve direndiği için kavmine bir türlü hakikati anlatamamış bir peygamber. O peygamberler peygamberlik noktasında bir sıfat olarak yoksunluk mu yaşıyorlar? Hayır; onlar vazifelerini yapmışlar. Bu örnekten de gördüğümüz gibi iman hizmeti, hakikatin tebliği, süreç odaklıdır. Sonuçla mükellef değiliz biz. Sonuçtan sorumlu olsaydık bu peygamberlerin itab-ı ilahiye düçar olmaları gerekirdi. Halbuki onların birer kul, birer güzel peygamber olarak Kur’an’da övüldüklerini görüyoruz.

Takva süreç odaklıdır. Amacın meşruluğu kadar araçların da meşruiyetine hassasiyet gösteren noktadadır. Kutsal bir amaç adına da olsa ilkeleri çiğnemeyen, özü muhafaza eden bir noktada ilerlememizi öngörür. Siyaset ise kendi yapısı gereği sonuç hedeflidir.

Bediüzzaman’dan öğrendiğimiz bu kavramsallaştırma dahilinde, bir insanın siyasetçi sayılması için ille de bir siyasi parti kurmuş olması gerekmiyor. Sonuca kilitlenmiş herkes bu anlamda siyasetçidir.

Siyasetçiyi bu tanım üzerinden açıkladığımızda şunu da söylememiz mümkün hale geliyor; Recep Tayyip Erdoğan mı daha siyasetçidir, Fethullah Gülen mi? Hiç kuşkusuz Fethullah Gülen daha siyasetçidir. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan yeri geliyor ümmetin bir ferdi olarak siyasetçi kimliğini tamamen bir kenara bırakarak tavır ve tutum alabiliyor. Ama onun bu tavır ve tutumu sergilediği noktalarda dahi Fethullah Gülen’in, -Mavi Marmara örneğinde olduğu gibi- tam bir siyasi tutum sergileyebildiğini görebiliyoruz.

EN BÜYÜK KORKUM AK PARTİ İLE GÜLEN HAREKETİ ARASINDA KUSURSUZ BİR UYUMUN GERÇEKLEŞMESİYDİ

Peki 17 Aralık’ta yaşadığımız o operasyon neden yapıldı sizce? Bir anlamda kamikaze, intihar eylemcisi tarzında hareket eden bir takım polis ve yargı mensupları gördük biz. Fethullah Gülen Hareketi 17 Aralık ve sonrasında neden böyle bir yolu seçti acaba?

Bir kere en başta şunu ifade edeyim, bu durum benim bu ülke açısından ve bu ülkenin dindarları açısından yıllardır ifade edegeldiğim bir meseleydi. En büyük korkum Ak Parti ile Fethullah Gülen Cemaati arasında kusursuz bir uyumun gerçekleşmesiydi. Bana göre bu ülkedeki dindarların ve dine hizmetin başına gelebilecek en büyük felaket bu olurdu. 15 yaşından beri dini hizmetlerin, Risale-i Nur hizmetinin içerisinde yer alan biri olarak 2004-2005’lerden itibaren bu endişeyi şahsen taşıyordum.

17 Aralık operasyonuna gelirsek, geçmişte bir beraberliğin, bir mutabakatın olduğuna, ama mutabakatın süreç içerisinde aşınmaya uğradığına dair izleri ve ipuçlarını zaten daha önceden ediniyorduk. Neticede bürokrasi içerisinde çok farklı gruplardan dostlarımın, arkadaşlarımın serzenişlerini işitmişimdir. X ya da Y kurumda bu arkadaşlar böyle bir kadrolaşma içerisindeler, kendileri dışında hiç kimseye müsaade etmiyorlar, bir şekilde önünü kesiyorlar ve engel oluyorlar diye hepimiz işitiyorduk. Bütün bunların olduğunu zaten hepimiz biliyorduk.

Bu bizim kulağımıza kadar gelmişse, hükümetin bunu duymamış olması mümkün değil. Buralarda belli soru işaretlerinin ve ‘acaba’ların oluştuğunu düşünüyorum. Burada tabir yerindeyse, bir doyumsuzluk, iktidarı son noktasına kadar elde etmeden tatmin olamama hali, bir türlü güç edinmede sınır tanımama hali sözkonusu… Ben şahsen bunun bir kere tecrübe edildiğini ve hükümet kanadında bir soru işareti oluşturduğunu düşünüyorum. Bana göre MİT krizi, milat olmuştur. Ve MİT krizinden sonra anladığım kadarıyla o güne kadar verilen krediler tam bitmese bile bitme noktasına yaklaştı ve bu arkadaşlara devlet ciddiyeti, hikmet-i hükümete riayet noktasında ehliyetlerini göstermeleri anlamında son bir şans tanındı. Fakat bunun olmayacağı kanaati hasıl olduktan sonra genelde hükümet, özelde de Başbakan nezdinde; “kendileri bizzat kendi iradeleriyle olması gereken çizgiye çekilmiyorlarsa o zaman bu devlet, bu hükümet onları olması gereken çizgiye muhakkak çekecektir” şeklinde net bir kararlılık oluştuğunu görüyoruz.

-Devam edecek.

  05.03.2014

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu ile söyleşi




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut