BEDİÜZZAMAN’IN VEFATINDAN SONRA RİSALE-İ NUR TALEBELERİ KAPALI BİR CEMAAT ALGISINA SAVRULDU
Bediüzzaman’ın vefatından sonra Risale-i Nur talebeleri nasıl bir yol izlediler?
Bediüzzaman’ın vefatından sonra, zaman içerisinde Risale-i Nur talebelerinin kendilerini ümmet içerisinde tarif ederken biraz daha dar, kapalı bir cemaat algısına doğru savrulma yaşadıklarını düşünüyorum. Bunu makul bulmuyorum; ancak, makul bulmamakla birlikte mazur görüyorum.
Şu açıdan mazur görüyorum, Bediüzzaman’ın vefatından sonra çok ciddi bir saldırıya maruz kalıyor Risale-i Nur hizmeti, ki Bediüzzaman’ın vefatından iki ay sonra 27 Mayıs ihtilalinin olduğunu hatırlayalım. Bu ülkenin seçilmiş başbakanının irticaya destek verdiği ve bunun gibi nedenlerle idamla yargılandığı ve sonuçta idam edildiği bir süreç. Bu süreçte Risale-i Nur hizmetine devlet eliyle, özellikle yargı kanalı üzerinden ne kadar büyük bir saldırıda bulunulduğunu şuradan anlamamız mümkün; Bediüzzaman hayattayken 1923’ten 1960’a kadar Risale-i Nur hizmeti hakkında açılan dava sayısı 60-70 iken 23 Mart 1960’tan 1965’e kadar açılan dava sayısı 500’ü buluyor. Buradaki ihtilal şartlarının yanısıra Risale-i Nur hizmetinin merkezindeki isim vefat etmişken bu hizmeti bitirelim diye yargının muazzam şekilde araçsallaştırıldığını, bütün emniyet ve yargı bürokrasisi, ordu gücü ve medyanın içinde olduğu, devlet eliyle yürütülen büyük bir kampanya başlatıldığını görüyoruz. Bu süreç içerisinde Risale-i Nur talebelerinin Risale-i Nur hizmetini korumak adına, bir anlamda hayatta kalma, varoluşlarını koruma çabası içerisinde mecburen, farkına varmadan; daha kapalı, tabiri caizse safları sıklaştıran ama safları sıklaştırırken diğer müminlerle olan ilişkisinde duvarları yükselttiğinin farkına varmayan bir noktaya ilerlediklerini düşünüyorum.
80’lere geldiğimizde Nur talebelerinin kendi içlerinde bölünmelerle yüz yüze geldiklerini görüyoruz. 81-82’de 12 Eylül Anayasası’na karşı nasıl bir tavır konulacağı meselesi üzerinden başlayan büyük bir bölünme yaşadıklarını, 88-89’da yine büyük bir bölünme yaşadıklarını görüyoruz.
90’lardan itibaren ise farklılıklar içerisinde nasıl buluşabiliriz sorusuna cevap arandı. Risale-i Nur grupları hem kendi içerisinde hem de diğer Müslüman ve hizmet gruplarıyla temas anlamında, herkesin farklılığını, kendi üslubunu, kendi içerisindeki hizmet tarzını korumakla birlikte duvarlarını yavaş yavaş aşağıya çektiği, iletişim kanallarının daha geliştiği bir döneme girdi.
Siyasal anlamda Ak Parti iktidarıyla birlikte de bunun önemli ölçüde kalktığını düşünüyorum. Çünkü Milli Nizam Partisi’nde Nurcuların ortaya koyduğu rezerv Ak Parti için söz konusu değildir. Milli Görüş’ün siyasal dili ile Ak Parti’nin siyasal dili arasındaki fark, Risale-i Nur talebeleri açısından baktığımızda ciddi bir fark. Ak Parti doğrudan dini ve dindarları temsil iddiasıyla yola çıkmadı. Bediüzzaman’ın öngörüsü şu şekilde; -bu ülkede kendisi açısından ta 1908’den başlayarak bu böyle-, siyasete dönük talebin merkezinde adalet ve hürriyet olması gerekir. Dinin siyaset üzerinden devlet yoluyla dayatılmasına ihtiyaç yoktur. Ama dinin kendisini anlatabilmek ve yaşamasını sağlamak için adaletin, meşveretin ve hürriyetin koruma altında olduğu, bu üçünü temin eden bir siyasi yapıya ihtiyacı vardır. Bediüzzaman demokratları desteklemesini de bu çerçeveye dayandırır. Türkiye’nin geleceğini de dindarlar ile demokratların beraberliğinde görür. Bu iki kesim Ak Parti’de buluştuğu için kapalılığın yerini daha çok karşılıklı iletişimin aldığını ve süreç içerisinde Risale-i Nur talebelerinin ümmetle hemhal olma yeteneklerinin arttığını düşünüyorum.
GÜLEN HAREKETİNDE MERKEZDE RİSALE-İ NUR DEĞİL, FETHULLAH GÜLEN VAR
Fethullah Gülen Hareketi’yle diğer Risale-i Nur hizmeti yapan cemaatler arasında nasıl bir fark var?
Fethullah Gülen Hareketi’ne geldiğimizde ciddi bir farklılık görürüz. Çünkü orada merkezde olan Risale-i Nur değildir, merkezde olan Fethullah Gülen’dir. Risale-i Nur’la temas da Fethullah Gülen’in prizmasından gerçekleşir. Mesela, Risale-i Nur talebeleri açısından, Bediüzzaman’ın hizmetkarlarından faraza Mustafa Sungur bir şey söyleyip, Risale-i Nur başka şey söylese, burada o yapı içerisinde normalde Risale-i Nur esas alınır, Mustafa Sungur’a yine hürmet edilir, ama onun sözü Risale-i Nur’un üzerinde bağlayıcı bir söz olarak kabul edilmez. Fethullah Gülen Hareketi’nde ise Fethullah Gülen’in sözü merkeze alınır, Risale-i Nur’da söylenen ona göre tevil edilir veya belki hatta iptal edilir. Fethullah Gülen Risale-i Nur’dan şurayı okuyun der, okunur; şurayı okumayın der, okunmaz. Mesela buna örnek olarak; uzunca bir dönem Bediüzzaman’ın Lahikalar’ı, mektupları okunmamıştır. Bu yapı içerisindeki isimler tarafından ana risaleler okunmuştur. Bunun uygulaması Bediüzzaman’ın Lahikalar’da bizzat talebelerine gösterdiği şekliyle değil, Fethullah Gülen’in formatladığı şekilde gerçekleşmiştir. Sonra Lahikalar’la belli bir temas kurulmuştur ama orada da tabiri caizse belli bir yorumlama, perdeleme çabası içerisindedir.
Burada Gülen Hareketi açık ve net bir şekilde ayrışıyor. Neden? Çünkü diğerlerinde Bediüzzaman’ın hangi talebesi veya sonradan Risale-i Nur hizmeti içerisinde temayüz etmiş hangi isim belirleyici olursa olsun, son tahlilde o gruplar Risale-i Nur’un üzerinde olamazlar; Risale-i Nur’a karşı bir filtre oluşturamazlar. Gülen Hareketi’nde ise belirleyici olan, merkezde olan Fethullah Gülen’dir. Risale-i Nur Fethullah Gülen’e göre okunur, Fethullah Gülen Risale-i Nur’a göre değerlendirilmez.
Dolayısıyla en bariz fark, birinde eserin merkezde olması, kişilerin ve grupların o eserde konulan ilkelere göre değerlendirilmesi; diğerinde ise kişinin merkezde olması, eserin o kişinin yorumu çerçevesinde değerlendirilmeye tabi tutulması olmuştur.
Bu birçok açıdan büyük bir fark getiriyor. Birincide Risale-i Nur eksen özelliğini koruyor, ikincide Risale-i Nur araçsallaşıyor. Birincide neticede herkesin okuduğu bir eser var. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın 40 sene hizmetinde bulunmuş hizmetkarı da olsa bir kişi; neticede bir satırda ne yazıldığı ve onun doğru anlamını ifade etme noktasında 40 saat önce Risale-i Nur okumaya başlamış birisiyle eşitleniyor. Çünkü bir sözün nereye gittiğini anlayabilirsiniz. Dolayısıyla birisi bir metinden metnin murad etmediği bir anlam çıkarıyorsa, diğeri bu anlam çıkmıyor deyip itiraz etme hakkına ulaşmış oluyor. Bu anlamda eserin merkezde olmasının katı bir hiyerarşi oluşmasını engelleyen, Risale-i Nur talebelerini yaş, kıdem, hizmet ile farklarına bakmaksızın eşitleyen, özgürleştiren ve müzakerenin imkanını oluşturan bir tarafı var. Eğer kişi merkezdeyse o zaman o kişinin yorumu, o kişinin görüşleri çerçevesinde bir hiyerarşi, hegemonya ve otorite oluşuyor. Eser merkezlilik yatay bir beraberliği getiriyor; yaş, kıdem, hizmet farklılığına rağmen bir özgürlük, müzakere, hatta eşitlenme imkanı sağlıyor.
FETHULLAH GÜLEN, BEDİÜZZAMAN’LA GÖRÜŞMEKTEN KÜRT OLDUĞU İÇİN SAKINDI
Peki Fethullah Gülen’in Risale-i Nur hizmeti içindeki diğer insanlarla, gruplarla ilişkileri nasıl?
Fethullah Gülen’in Risale-i Nur’la tanışmasının 50’li yılların ikinci yarısında olduğunu biliyoruz. Risale-i Nur’la genç bir medrese talebesi olarak tanışıyor. Ama Bediüzzaman’la görüşmekten Kürt olması nedeniyle sakındığını biliyoruz. Bu Zaman gazetesinin 90’lı yıllarda yayınladığı “Küçük Dünyam” söyleşisinde kendisinin bizzat ifade ettiği bir düşünceydi. Sonraki zaman dilimi içerisinde bu çok ciddi bir eleştiriye konu olduğu için ileriki zamanlarda ‘Küçük Dünyam’ın kitaplaşmış baskılarında bu ifadenin kaldırıldığını görüyoruz. Ama bizzat kendisinin ifadesi bu şekildeydi; Kürt olması itibariyle görüşmekten uzak durduğunu söylüyor. Ama bunu bir gurur olarak değil, bir esef, bir hayıflanma olarak dile getiriyor. Bunu hayattayken böyle bir sebepten dolayı görüşme imkanını kaçırdım anlamında ifade ediyordu. Bu konuda haksızlık yapmayalım.
Sonraki dönemde vaizliği dönemi içerisinde Edirne’ye, sonra İzmir’e gidiyor. Etkili bir vaiz olarak Risale-i Nur hizmeti içerisinde de temayüz ediyor. Fethullah Gülen’in Risale-i Nur talebeleriyle ayrışması esasen 1971 yılında gerçekleşir. Öncesinde de maamafih, onun vaaz ve hitabet biçiminin Risale-i Nur metodları açısından eleştirildiğini biliyoruz. Risale-i Nur’un usul ve üslubunda muhakeme merkezdedir, metne vurgu yapar. Bu konuda Risale-i Nur’daki mesajların daha geniş kitlelere ulaştırması anlamında Fethullah Gülen’in bir hizmet gördüğünü düşünenler olduğu gibi, onun hitabet biçiminden direkt şahsın öne çıktığını düşünenler olduğunu ve yapı içerisinde de buna dönük, belli çekincelerin, eleştirilerin ifade edildiğini biliyoruz. Ama o tarihlerde daha geniş mecrada kabul ve takdir de var.
GÜLEN, RİSALE-İ NUR’UN HUKUKUNU MAHKEME HUZURUNDA AÇIKÇA SAVUNMADI
Nasıl 60 İhtilali’nden sonra Nur talebeleri ciddi bir tahkikata maruz kaldılarsa, 12 Mart 1971 darbesinden sonra da benzer şeyler gerçekleşiyor. İzmir’de Bediüzzaman’ın avukatlığını yapmış Bekir Berk’in de dahil olduğunu bir grup isim Risale-i Nur sohbeti ekseninde gözaltına alınıyor. Soruşturma genişletilerek daha başka isimler de dahil oluyor süreç içerisinde. Fethullah Gülen’in de yine bu çerçevede davaya dahil edildiğini öğreniyoruz. O Sıkıyönetim mahkemesinde Fethullah Gülen’den diğer Risale-i Nur talebeleri, “Bu kitaplar dinden, imandan, ahlaktan, faziletten, maneviyattan bahsediyor. Bu kitaplarda suç unsuru diye bahsedebilecek bir şey yoktur. Bu kitapları okuyoruz ve bu kitaplara sahip çıkmaktan utanç duymuyoruz” anlamında çok etkili bir hitabet, bir savunma bekliyor. Fethullah Gülen ise vaiz olması hasebiyle eline geçen farklı kitapları okuduğu, bu kitaplardan da bu şekilde haberdar olduğu şeklinde bir savunma yapıyor. Kendisinin Risale-i Nur’la bizzat irtibatını ifade etmek yerine dolaylı bir şekilde ifade ettiğini ve Risale-i Nur’ların hukukunu açık ve net şekilde mahkeme huzurunda savunmadığını görüyoruz.
Burada Fethullah Gülen, açık ve net Risale-i Nur’u savunmadı. “Evet, bu kitapları okuyorum, bu kitapları benimsiyorum. 15 senedir okuyorum ve bugüne kadar bu kitaplardan dinden, imandan, ahlaktan, faziletten, hayırdan, hasenattan başka bir şey öğrenmedim. Ve bu kitapları okuyup da yıkıcılık, bölücülük, ahlaksızlık üreten bir kişi de olmadım. Bu kitapların nesiyle uğraşıyorsunuz, bu kitaplarda nasıl bir tehlike görüyorsunuz anlayamıyorum?” şeklinde bir savunma beklenirken, burada tabiri caizse Risale-i Nur’u, Nur talebelerini bütün olarak savunmayan, bir anlamda kendini savunan, ayrıştıran ve kendini kurtarmayı biraz daha öne çıkaran bir söylem görüyoruz. Bu söylemin çok ciddi bir tepki çektiğini ve ayrışmanın kalbi ve hissi anlamda bu süreçte su yüzüne çıktığını görüyoruz. Ki enterasandır orada Fethullah Gülen’in diğerlerinden daha fazla ceza alması gibi bir durum da var. Tam olarak bilmiyorum, ama diğerleri 10 ay, Fethullah Gülen 25-30 ay gibi bir ceza almıştı. Sonra 73 affı ile hepsi salıveriliyor. Zaten o mahkeme safahatında böyle bir duygusal ve kalbi bir kopuş gerçekleşmiş durumda. Mahkemenin sonrasında da artık Fethullah Gülen’in kendisini daha hususi, daha küçük bir yapı içerisinde, daha farklı bir okuma biçimi ve hizmet anlayışı içerisinde konuşlandırdığını görüyoruz.
Bu süreçte Fethullah Gülen’in ana akım Risale-i Nur hizmetine 3 suçlaması var ki, bu suçlamaları yaptığı kaset herhalde hala muhafaza ediliyordur. Bu kasetindeki vaazında kendisi bizzat ifade ediyor; Asr-ı Saadet’teki Ebu Zerr’in durumuyla -yer, zaman, kişi uyumsuzlukları olmakla birlikte- kendi durumunu eşleştiriyor. Asr-ı Saadet’de Ebu Zerr’in yaşadığının bir benzerini Risale-i Nur hizmetinde kendisinin yaşadığını ifade ediyor. Burada getirdiği eleştiri şöyle bir şey; -bir temsil olarak kullanırsak- Nur talebeleri önce tahtanın üzerinde oturuyordu, sonra hasır serdiler, sonra o yetmedi kilim serdiler, kilim yetmedi halı serdiler, halı yetmedi koltuk koydular. Yani bu semboller üzerinden dünyevileştikleri eleştirisi yapılıyor. İkinci eleştiri siyasete girdiler; üçüncü eleştiri ise gazete çıkararak iman hizmetinin dışındaki işlerle meşgul oldular.
70’lerde bu şekilde bir ayrışma yaşanıyor. Fethullah Gülen Hareketi açısından konuşursak, İzmir ve Ege merkezli ve daha gençler odaklı belli okuma grupları oluşuyor. Böyle bir yapılanma var. Daha sonra buna Sızıntı dergisinin ve Türk Öğretmenler Vakfı (TÖV) yayınlarının eklenmesi vs… Yayıncılık alanında da böyle bir yol aldıklarını görüyoruz.
1982 YILINDA NUR CEMAATLERİ ARASINDA YAŞANAN BÖLÜNME RASTLANTI MIYDI?
Risale-i Nur cemaatleri arasındaki en büyük ayrışmanın 80 sonrası meydana geldiğini söylemiştiniz. Neler yaşandı 80’lerden sonra?
80’lere geldiğimizde Risale-i Nur hizmeti içerisinde yaşanan bölünmeler söz konusu. 82’de çok büyük bir bölünme, ana akımın adeta ortadan ikiye yarılması durumu yaşanıyor. 12 Eylül İhtilali ve dolayısıyla onların hazırladığı anayasaya karşı tutunulacak tutum, anayasaya evet mi denilecek, hayır mı denilecek tartışması üzerinden gerçekleşiyor çatışma. Daha kalabalık olan, içinde Mehmet Kırkıncı gibi isimlerin, Bediüzzaman talebelerinden Mustafa Sungur, Bayram Yüksel gibi isimlerin olduğu daha külliyetli bir grup evet oyu verilmesinden yana bir tutum takınıyor. Orada din derslerinin mecburi olarak sunulması çok önemli bir unsur olarak kullanılıyor. Öbür tarafta ise “Biz Üstat’tan hürriyet, adalet, meşruiyet dersini aldık. İhtilalcilik ve ihtilal üzerinden millete hukuk dayatmak Bediüzzaman’dan aldığımız hayat dersine muhaliftir” deyip, hayır oyu verilmesi gerekir diyen bir grup var. Böyle bir ayrışma söz konusu…
Burada Bediüzzaman’ın daha genç talebelerinden Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci ve Bediüzzaman’ın bizzat talebesi olmamış ama daha sonraki dönemlerde Bediüzzaman talebelerinden olan Zübeyir Gündüzalp’in yanında bulunmuş bir isim olarak bugün Yeni Asya’nın başında olan Mehmet Kutlular var. Birinci grup kendini o zaman Meşveret grubu olarak, çıkan meşveretten daha belirleyici olan hakim görüşü temsil eden olarak ifade ediyor. Diğeri de kendini Yeni Asya olarak ifade ediyor. 88-89’a geldiğinde Yeni Asya içerisinde yine bir ayrışma, bölünme yaşanıyor. Nesil-Yeni Asya ayrımı gerçekleşiyor. Sonraki süreçte diğer yapı içerisinde de birbiri ardı sıra farklı ayrışmalar gerçekleştiğini görüyoruz. Son tahlilde bir önemli figürün merkezde olduğu ayrışmaların yaşandığını görüyoruz. 90’larda, özellikle ortasından itibaren de o ayrışmalar içerisinden bir buluşma oluşuyor.
80’li yıllar, özellikle de 80’li yılların ilk yarısının ben ciddi soru işaretleri içerdiğini, içermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü 80’li yıllarda bir tarafta ana akım Nurculuk’un ciddi bölünmeler yaşadı. 70’li yılların özellikle ikinci yarısında Risale-i Nur hizmetini daha geniş mecralara sunma noktasında çok ciddi teşebbüsler başlatıldığını görüyoruz. Mesela, entelektüel anlamda faaliyetler yürütme anlamında Yeni Asya Araştırma Merkezi’nin oluşturulması, Köprü dergisinin çıkarılmaya başlanması, İlim Teknik serisinin çıkarılması, Risale-i Nur’ların İngilizce’ye tercümesinin başlaması ve Nur The Light diye İngilizce bir derginin yayınlanmaya başlanması gibi bir dizi faaliyet gerçekleşiyor.
80’lerdeki bu bölünmeler, bu çatışmalarla Nur talebelerinin kendi içlerine dönüp kendileriyle meşgul hale gelmeleri, dışa dönük enerjilerini kendi içlerindeki kavgalar ve boğuşmalarla adeta heba etmeleri durumu var. Ama bu gerçekleşirken diğer taraftan Fethullah Gülen Hareketi’nin bu boşlukta, bu ayrışma içerisinde giderek kendisini daha geniş bir mecrada eğitim faaliyetleri vs. ile daha güçlü bir şekilde ifade eder hale gelmesi gerçekleşmiştir.
90’lara geldiğimizde zaten bu defa ana akım Nurculuk’un onlarca kola bölünmüş halde artık kendini ifade yeteneğini önemli ölçüde yitirdiğini, buna karşılık Fethullah Gülen Hareketi’nin çok büyük bir güç kazandığını, görünür bir etki alanı oluşturduğunu ve bu görünür başarı üzerinden diğer Risale-i Nur hizmeti ekolleri üzerinde de adeta bir hegemonya oluşturduğunu ve diğer grupları kendisine özenme anlamında yol ve yöntem arayışlarına sevk ettiğini görüyoruz.
O yüzden ben 80’lerde bu rastgele mi oldu sorusunu soruyorum. Bir tarafta bu bölünmeler yaşanırken öbür tarafta bu yol alma rastlantı mıydı, yoksa orada daha farklı şeyler mi var diye düşünüyorum. Ben ‘budur’ diyemiyorum, ama böyle bir soru işaretinin muhafaza edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
-Devam edecek.