‘Hakiki’ Ziyaeddin’i sevmek - I

Oktay Gökkoca

Mükemmellik umduğumuz insanların kusurlu olduklarını görmek insanlara olan güvenimizi azaltıyor, kendi kendimizi mecalsiz bırakıyoruz. Beri tarafta, kendimize rehber gördüğümüz insanları terk etmekle, onların faziletli hallerinden elde edeceğimiz istifadeden de mahrum kalıyoruz. Kayıp listesi uzayıp gidiyor.


DÜNYAYI AHİRETİN tarlası bilip fenadan bekaya yol arayanların işi, yolu bulup yola düşmekle bitmez. Yola düşmek, bitirmenin değil başlamanın adıdır. Yola düşmek, yolculuğa niyet etmektir. Yolculuk ise uzundur. Kimi zaman, her şey yolundadır yolculukta. Bir otoban rahatlığındadır seyahatler. Kimi zaman çetindir şartlar. Kar, boran kapatır önümüzü. Yol patikadan daha dardır bazen.

Fakat kanun böyledir. Ebedi bir hayatta devşirilecek mahsulatın tohumları burada ekilecek, burada filizlenecektir. Hal böyle olunca ahiret menziline giden dünya yolunu yürümekten başka yol yoktur.

Alem-i ervahtan başlayıp ebed-ül âbâd tarafına yaptığımız yolculuğun şu dünya hayatına denk gelen kısmı, tek başımıza yürüyebileceğimiz, istikametini tek başımıza bulabileceğimiz bir güzergâh değildir. Fatiha’da sırat-ı müstakim duası etmemiz bundandır. “Bizi doğru yola ilet” diye başlarız duamıza ve “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” diye devam ederiz. Anlarız ki yolculuğumuzda, kendilerine ni’met verilen rehberlerin, önderlerin, mürşidlerin kılavuzluğuna ihtiyacımız vardır. Yanı başımızda, omuz omuza yürüyeceğimiz yol arkadaşlarının refakatına da. Var edilişinin anlamını Allah’a kul olmakta ve O’na ibadet etmekte bulan her mü’min, Hz. Peygamberin aleyhisselatu vesselam’ın ve O’nun elçisi olduğu Kur’ân’ın değişmez rehberliğinde yaşamaya gayret eder hayatını. Ve aynı zamanda, Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamla birlikte her biri bir bütünün ayrı renklerini temsil eden sahabelerin örnek hayatlarıyla ortaya koydukları, maddeten dar, manen asırlar genişliğinde olan asr-ı saadet gibi canlı bir zaman şeridinin örnekliğinde.

Sonra her asrın çoraklaşmaya yüz tutmuş topraklarında çürümeye terk edilmiş tohumlar, bu asr-ı saadet deryasından kendi kaplarına doldurduklarını, ayrı ayrı mizaçlarda, ayrı ayrı meşreblerde, ayrı ayrı mesleklerde yol alan susamışlara âb-ı hayat olarak içiren binler hak erleriyle yeniden neşv ü nema bulur. Her asır, Risalet güneşinin ışığına bir de onların aynasından bakar.

Bununla da kalmaz. Her nefesini hakikat uğrunda alıp veren ve muasırımız olan Peygamber varislerinden başka, yanı başımızda, bizimle aynı mekânı ve zamanı paylaşan, duruşlarından, düşünüşlerinden, söyleyişlerinden etkilenip takva sahibi olduklarına inandığımız mü’minlerden rehberler, yol arkadaşları ediniriz kendimize. İmanlarının, amellerinin, ilmi donanımlarının bize göre kemiyeten ve/veya keyfiyeten daha fazla olduğunu düşündüğümüz kimisi yaşça bizden büyük, kimisi akranımız, kimisi ise bizden daha küçük olan bu insanlara karşı ayrı bir muhabbet besler, hürmet ederiz.

Hemen yanı başımızda olmaları hasebiyle, günlük hayatın içinde onların hal ve hareketlerine, söz ve tavırlarına başkalarına kıyasla daha çok dikkat kesilir, onların varlığında kendimize bir istinad noktası buluruz. Kendi hal-i pür melalimizi bir de onların aynasında görüp, olduğumuz ve olmamız gereken yere dair bir iç muhasebe yaparız.

Buraya kadar herhangi bir sıkıntı görünmemektedir. Lâkin her imkanın aynı zamanda bir imtihan olması sırrınca, kendimiz için referans mü’minler olarak gördüğümüz insanlara karşı olan muhabbetimizin, hüsn-ü zannımızın dengesini olması gereken kıvamda muhafaza edemediğimizde, iki taraf için de zarar sebebi olacak bir durumun ortaya çıkma riski bulunmaktadır. Ve imtihanımız burada başlamaktadır.

Tam da burada Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektubunun konusu ile kendi hayatımda ve çevremde buna dair görüp yaşadıklarım bu imtihanın kaynağını, risklerini ve çözüm yollarını bilmemiz ve kendimizi tabir yerindeyse yeniden kalibre etmemiz gereğini ortaya koyuyor diye düşünüyorum.

Söz konusu mektupta Bediüzzaman, büyük kardeşi Molla Abdullah ile arasında geçen bir konuşmayı anlatır talebelerine. Molla Abdullah, evliyâ-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’i “bütün ulûmu bilen” ve “kâinatta, kutb-u azam gibi her şeye ıttılaı olan” bir zat olarak tanıtır Bediüzzaman’a. Maksadı Bediüzaman’ı ona bağlamaktır. Bediüzzaman bu noktada iki tespit yapar. Öncelikle hakikat, kardeşinin anlattığı gibi değildir. Zira kardeşi mübâlâğa etmektedir. Kardeşine, Hz. Ziyaeddin’i görse çok meselelerde onu ilzam edebileceğini söyler. İkinci olarak kardeşi, Hz. Ziyaeddin’i kendisi kadar hakiki sevmiyordur. Çünkü Molla Abdullah, kainattaki ulûmları bilir bir kutb-u azam suretinde “tahayyül” ettiği bir Ziyaeddin’i sevmektedir. Yani kardeşinin muhabbeti hakikatteki Ziyaeddin’e değil, hayalinde çeşitli makamlar vererek büyüttüğü Ziyaeddin’edir. Bu iki tespit, müridin mürşidle olan problemli ilişkisinin kaynağında hangi sorunlu bakışın olduğunu ortaya koyar; mübâlâğa ve hayal üzerine bina edilmiş bir muhabbet ve hüsn-ü zan.

Mektubun sonraki satırları, bu sorunlu bakışın içerdiği riskleri anlatır Molla Abdullah’a ve onun şahsında tüm müslümanlara. Risk, hayali olarak yükseltilmiş bir beklentinin, hakikatle karşılaşıldığında sebep olacağı muhtemel bir ‘satış’ durumudur. Kelimeye yüklediğim mecazî anlamın ağır kaçtığının farkındayım. Ne ki durum budur. Perde-i gayb açılsa, Hz. Ziyaeddin’in hakiki makamı görünse, Molla Abdullah’ın muhabbeti ya yok olacaktır, ya azalacaktır. İlerleyen satırlar, söz konusu ‘satış’ ihtimalini ‘geri çekilmek, vazgeçmek’ kelimeleriyle daha da belirginleştirmektedir. Bediüzzaman da Hz. Ziyaeddin’i pek ciddi sevmekte ve takdir etmektedir. Ancak onun hürmeti ve muhabbeti, makam sahibi bir mürşide değil, “sünnet-i seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehber” olan Ziyaeddin’edir. Perde açılsa ve hakiki makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle ona bağlanacaktır.

Kardeşinin ve kendisinin Hz. Ziyaeddin’e olan muhabbetlerini bu şekilde kıyaslar Bediüzzaman ve iki muhabbet arasındaki farkı iki farklı kelimeyle özetler: Demek ben “hakiki” bir Ziyaeddin’i, sen de “hayali” bir Ziyaeddin’i seversin.

Bediüzzaman, kardeşinin insaflı ve müdakkik bir alim olduğu için, kendisinin bu meseleye bakış açısını kabul edip takdir ettiğini de belirtir.

Anlatılan kıssanın hangi ihtiyaca binaen hikaye edildiği ise mektubun başına düşülen şu ön nottan anlaşılmaktadır. “Risale-i Nur talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsnüzanlarını ve ifratlarını tadil etmek için ihtar edilen bir muhaveredir.”

Mektup, hikaye edilen kıssadan murad edilen hissenin berraklaştırıldığı şu satırlarla sona ermektedir:

“Ey Risale-i Nur'un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakar kardeşlerim,

Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsnüzannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbin zatlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

Ben size nispeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var.”

Bediüzzaman’ın bir kısım kardeşlerim diye işaret ettiği talebelerinin kendisine karşı olan problem potansiyelli hüsn-ü zanlarını ve ifratlarını tadil etmek üzere ihtar mahiyetinde yazdığı mektubun koyduğu ölçülere, bizim de kendi hayatlarımızda yol arkadaşı, rehber, büyük, mürşid ya da kılavuz bellediğimiz insanlara olan bakışımızı belirlerken hayatî derecede ihtiyacımız var.

Daha ilk elde beşer olmanın gereği, kusurdan münezzeh olması mümkün olmayan bu insanların konumunu, kendi hayalimizin mahsulâtı olarak mübâlâğa ile yüceltip, onlarda bir kusursuzluk vehmetmek hatalı bakışımızın kaynağını oluşturuyor.

Bu bakış açısı, her iki tarafın da kaybeden olduğu bir sürecin başlangıcı oluyor. Her iki taraf da kaybediyor. Muhabbet eden de, edilen de.

Kendilerine olan muhabbetimizi ve hüsn-ü zannımızı hayal ve mübâlâğa üzerine bina ettiğimiz insanların, söylemlerinde, tavırlarında karşılaştığımız en küçük bir hata veya kusur, onları bizim gözümüzde düşürüyor. İlk anda yaşadığımız duygu kelimenin tam anlamıyla ‘hayal’ kırıklığı oluyor. Ya hürmetimiz, muhabbetimiz eksiliyor ya da tamamen yok oluyor. Noksan veya kusurları karşısında bizim şefkatkârâne dua ve yardımımıza ihtiyacı olan o insanların bizden gördüğü muamele açıkça ‘satış’ oluyor. Bize ihtiyaçları olan bir zamanda onları hem madden hem de manen terk ederek ortaya koyduğumuz davranışın adı tam da bu. Ayrıca birkaç kusurunu görmekle gözümüzden düşürdüğümüz insanların, daha önceden takdir ettiğimiz tüm faziletlerini de görmezden gelerek onlara haksızlık ediyoruz. Bunlar kaybeden olarak muhabbet ettiklerimizin hanesine yazılıyor.

Kaybedenler tablosunun diğer tarafında ise biz varız. Daha en başta, yaşadığımız hayal kırıklığının getirdiği bir ümitsizlik hali bizi kuşatıyor. Mükemmellik umduğumuz insanların kusurlu olduklarını görmek insanlara olan güvenimizi azaltıyor, kendi kendimizi mecalsiz bırakıyoruz. Beri tarafta, kendimize rehber gördüğümüz insanları terk etmekle, onların faziletli hallerinden elde edeceğimiz istifadeden de mahrum kalıyoruz. Kayıp listesi uzayıp gidiyor.

Meselenin bir başka boyutu daha var ki, girizgâhının belki olması gerekenden daha uzun olması nedeniyle hacmi artan bu yazının devamı olarak, bir sonraki yazıda ele almayı planlıyorum inşaallah.


oktaygokkoca@hotmail.com

  15.04.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut