YARATICIYLA ARAMIZDAKİ uzaklığı bir derece giderecek ve bizi Rabbimize muhatap edecek merhaleler bulunur. Bu aşamaları kat etmeden ne kendimizi ne de Rabbimizi sağlıklı tanıyamayız. Zira biz O’ndan (c.c) sonsuz uzağız, O (c.c) ise bize şah damarımızdan daha yakın bulunuyor. [1]
Nefsini iman hakikatlerine ortak eden ve onu ‘hadi bakalım’ diyerek harekete geçmeye sevk eden biri, kendini tanıma ve dolayısıyla kişisel gelişimini sağlıklı şekilde tanımlama noktasındaki en kritik eşiği aşmış olur. Diğer bir ifadeyle, kendisini olgunluğa ulaştıracak mertebeleri bu sayede fark etmeye başlar.
Yakin; ‘bir şeyi olduğu gibi şüphesiz ve kesin bilme, bilgi ötesi bir bilme’ olarak özetlenebilen kur’anî bir kavramdır.[2] İlmelyakin, aynelyakin ve hakkelyakin mertebeleri vardır. [3]
İnsan Yaratıcısının niteliklerine, isimleri ve sıfatları bağlamında muhatap olur. Diğer canlılara nispeten çok daha derin bir boyuttan, yani hakkelyakin/tadarak muhatap olabilme imkânına sahiptir. Bu özellik, örneğin meleklerin insana göre perdesiz muhatap oldukları ve aynelyakin/görerek müşahede ettikleri hakikatlerden çok daha derinlikli ve ciddi bir duyumsamadır. Bu deruni muhatabiyeti, nefsindeki lezzetlere karşılık gelen duygular sunar.[4] Esasen bunun en nihai sınırını da, lezzet-i ruhaniyenin gelişimine ve yücelmesine hizmet ederek yapar. [5] Anaforik dalgalar misali, birbiri içine katlanan dairelerden oluşan imanı billâh (Allah’a iman), marifetullah (Allah’ı tanıma, bilme), muhabbetullah (Allah sevgisi) ve lezzeti ruhani (ruhun aldığı lezzet) çanakları, kişinin kendi kabınca doldurduğu ve bir diğerinden o nisbette faydalandığı bu iç içe dairelerin birbirini beslemesiyle tekâmül eder. Aynı şekilde, besleyemediği oranda da geri kalır. Örneğin, Allah’ı (c.c) yeterince sevemediğini düşünen biri, öncelikle Allah’ı tanıma (marifetullah) noktasındaki olası eksiklerini gözden geçirmelidir. Keza, huzurlu bir hayat yaşayamadığından yakınan biri de, o mutsuzluğun arka planında lezzeti ruhaninin, dolayısıyla muhabbetullahın yani marifetullahın ve nihayet imanı billâhın olası zaaflarını hesap etmelidir.
Nefsimiz, hakikatlere uzaklığımızı belirleyen nirengi noktasıdır. Nefis İlahi kudrete sığınmazsa, ne derece aciz bir canlı olduğunu kıyaslayamaz. Sonsuz kuvvete dayanmazsa, zaaflarını tanımlamakta zorlanır. Her şeyi kuşatan rahmete güvenmezse fakir olduğunu, Yaratıcısından bağışlanma dilemezse kusurlu olduğunu kabullenmez. En nihayet, İlahi güzellik ve mükemmellikleri görmezse, kendi eksiklerini de görmek istemez. Adresini şaşırmış sevgi ve duygularını hakiki Sahibine sunamaz. Kısır döngüye girer. [6a], [6b] Nefis tek başına kaldığı sürece hakikatlere yaklaşamaz. Nefsi ikna etme işini benlik duygumuz olan ene yapar.
Özetle, evrenin tüm kapıları, dıştan bakınca açık görünür fakat gerçekte kapalıdır. Âlemin anahtarları insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. İnsana emaneten bırakılan anahtarlardan biri de benlik duygumuzdur ki, tanımlamakta zorlandığımız kapı duvar hakikatleri bir çırpıda açabilecek özelliktedir. [7] Nefsini iman hakikatlerine ortak eden ve onu ‘hadi bakalım’ diyerek harekete geçmeye sevk eden biri, Yaratıcısından kurbiyet ve yakınlık görür. O ana kadar kendisine meçhul ve gizli kalmış olan hazineleri, bu yakîn ile keşfetmeye başlar.[8] En önemlisi de, tenezzül-ü İlahi ile muhatap alındığını fark eder.
Dip Notlar:
[1]. “And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”
Kaf Suresi / ayet: 16
[2]. Bakara Suresi/ayet: 4, Lokman Suresi/ayet: 4, Neml Suresi/ayet: 3, Ra’d Suresi/ ayet: 2, En’am Suresi/ayet: 75, Tekasür Suresi/ ayet: 5 – 7, Vâkı’a Suresi/ ayet: 95
[3]. Örneğin, Londra’yı daha önce görmemiş bir kişinin o şehrin varlığı hakkında bilgi sahibi olması, ilmelyakin bir biliştir. Görmese de kesin olarak varlığını bilir. Daha önce Londra’ya gitmiş ve orayı görmüş birinin durumu ise aynelyakin bir muhatabiyettir. Gözüyle gördüğü, etraflıca bildiği bir şehir konumundadır. Londra’da yaşayan birinin o şehir ile ilgili malumatı ise hakkelyakindir. Bizzat yaşaya geldiği, derin anılara sahip olduğu, nefsindeki duyumsamayla bildiği bir şehir durumundadır.
[4]. “Cenabı Hak, insanı, kâinata cami (içeren, toplayan) bir nüsha ve on sekiz bin âlemi havi (içine alan) şu büyük âlemin kitabına bir fihrist (liste) olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsna’dan her birisinin tecelligahı (göründüğü yer) olan her bir âlemden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia (emanet) bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi (şükran duygusunu) ifa ve şeriate imtisal ederse (uyarsa), insanın cevherinde vedia (emanet)bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecelli eden (yansıyan) sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülasa (öz) olur ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyeye (İlahi mükemmel vasıflara)hem mazhar olur (üzerinde görünür), hem muzhir (onları gösterici) olur.”
İşaratü'l-İ'caz, Sayfa 23
[5]. “Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikide pek çok meratip (mertebeler) var. O meratiplerden (mertebelerden) ilmelyakin mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidi iman bir şüpheye karşı bazan mağlup olur. Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakin derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür (belirme) dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.”
Sikke-i Tasdik-i Gaybi / syf: 191, Emirdağ Lahikası / syf:92
[6a]. "Gàye-i insaniyet (insan olmanın gereği) ve vazife-i beşeriyet (insanlığın vazifesi), ahlâk-ı İlâhiye (İlahi ahlak) ile ve secâyâ-i hasene (güzel huylar) ile tahallûk etmekle (ahlaklanma ile) beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ (sığınma), zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat (dayanma), fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad (güvenme), ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd (yardım), kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar (af dileme), naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan (eksiklerini sayan) olmaktır."
Sözler / 30. Söz / 1. Makam / syf: 498
[6b]. “İman-ı tahkiki ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine (engellenemeyeceğine) ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: "Sekerat (ölüm) vaktinde, şeytan, vesvesesiyle ancak akla Şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor, belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden (yok olmaktan) mahfuz kalıyor (korunuyor)."
Sikke-i Tasdik-i Gaybi / syf: 29
[7]. İnsana emanet bırakılan diğer anahtarlar ise; başta canımız olmak üzere ruhumuz ve hayatımız, vahiy hakikati (Kur’anı Kerim) ve cennet – cehennem gibi yüklerdir.
[8].“Âlemin miftâhı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emânet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.”
Sözler / 30. Söz / 1. Makam / syf: 495
© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu