MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNÎ; İMAM-I RABBANİ 2

Zehra Sarı

İMAM RABBANİ (hz) ile ilgili dersin ikincisindeyiz. “Bazen aktarılan, aktarandan daha iyi anlar ve amel eder’ düsturuna inanarak dersi sizler için de dinliyorum. Ama her zamanki gibi bir ses kaydedici kullanmaktansa, hocanın anlattıklarından Rabbimin bana nasip ettiği kadarını not alarak dersi kendimce kalıcı kılıyorum; kaldığı kadar zihnimde, not alabildiğim kadarıyla da defterimde.

İmam Rabbani (hz), hepimize malum olduğu üzere, Üstadımızın Risalelerinde ismini zikrettiği büyük zatlardan biri. Zatın büyüklüğü, dini hayata kattıkları, eserleri; bir de Üstadımızın onu çokça zikriyle birleşince, kendisini daha da çok bilmeyi, anlamayı, öğrenmeyi, okumayı gerekli kılıyor.

Bu derste hocanın İmamı Rabbani (hz) hakkındaki anlattıklarını sizlerle paylaşmadan önce Sadık Yalsızuçanlar’ın Tasavvuf Risalesi kitabından bir kaç şeyi, yazının anlaşılmasına katkıda bulunması için alıntılamak istiyorum, ki bende öyle oldu:

“Bediüzzaman selefi gelenekten çok, sufi geleneğe yakın durur. Eserinin, ne Doğu’nun ne de Batı’nın müktesebat ve felsefesinden gelmediğini, doğrudan Kuran’ın arşından alındığını ifade eden Bediüzzaman gibi, Şeyh-i Ekber’in de tüm eserleri, bir bakıma, onun manevi tecrübelerinin bir belirtisi, bir ifadesinden ibarettir. …..Bediüzzaman gerek vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud, gerekse tasavvufî irfanın diğer meselelerine ilişkin düşüncelerini açıklarken; Şeyh-i Ekber’e de atıflarda bulunur. Bediüzzaman’ı bir anlamda kendisinden istifade ettiği, severek okuduğu, alıntı yaptığı arifler arasında Ekberî geleneğe mensup çok sayıda kimse zikredilmiştir Risale-i Nur Külliyatında. Bunlar arasında Molla Cami ön sırada gelir ve çok sayıda da sufi: Üveysü’l Karani, Hasan Basri, Bişri Hafi, Cüneydi Bağdadi, Abdülkadir Geylani, Şahı Nakşibend, İMAM-I RABBANİ (AHMED FARUKİ), İbn Arabi, İbrahim Edhem, Mevlana Celaleddin Rumi,Niyazi Mısri, İbrahim Hakkı Erzurumi vs...”

Doç Dr. Necdet Tosun, derse İmamı Rabbani’nin (hz) Mektubat’ının birinci cildinden bir bölümle başladı. Derse ısınmamız için bir girişti bu; çünkü daha sonra daha felsefî şeyler paylaşacaktı bizimle. İmamı Rabbani “haramlardan kaçınmak iki kısımdır; birincisi Allah’ın haklarıyla ilgili olan kısımdır, ikincisi kulların haklarıyla ilgili kısımdır. İkinci kısmı gözetmek, birinci kısmı gözetmekten daha önemlidir” der. Namaz kılmak, oruç tutmak Allah’ın emirlerindendir, birisinden borç alıp vermemek, birinin arkasından konuşmak kul hakkıdır. Allah Mutlak Gani’dir, Zengindir, Merhamet edenlerin en hayırlısıdır. Kullar ise zayıftır, fakirdir. Allah affedebilir ama kullar affetmez ve ahirette mal, mülk geçmez; orada bir kul diğerinden hakkını alırken ya onun sevaplarını alır, ya da ona kendi günahlarından verir. Sıkıntılı zamanda hiç bir kul, bol keseden vermez, herkes kendini kurtarma derdi içindedir; o günde kişi en yakınlarından dahi kaçar. Hoca açıklamaya devam ediyor; bugünün Müslümanlarının ise bu durumun tersi bir halette olduğunu söylüyor; “Haccettik, namaz kıldık, tesbihte çekiyoruz yeter” der gibi bir halde, fakat kul hakkından habersiz. Hatta algı öyle bir seviyeye gelmiş ki; dini de dünya işleri gibi algılıyor. Adamın biri hacca gitmiş, tavaf ediyormuş durmamacasına. Arkadaşları; “çok yoruldun, biraz ara ver de nefes al” dediklerinde; “O kadar uçak parası verdim, bari boşa gitmesin” diye cevap vermiş. Sanki dünya işi gibi; bir fotokopi makinesi alsa kişi; onun parasını çıkartmak için çok çalıştırsa bu anlaşılabilir de; dini işlerde sevap, çok yapılmasına değil, ihlâsla yapılıp yapılmadığına, niyetine bağlıdır. Matematikte iki kere iki her zaman dört edebilir ama dinde her zaman böyle olmayabilir.

İmamı Rabbani’nin (hz) Mektubat’ı deyince akla varlık, vücud ve vahdet hakkındaki sözleri gelir. Vahdet-i Vücud (varlığın birliği), Vahdet-i Şuhud (görünenin birliği). Vahdet-i Vücud’u en iyi İbn Arabi anlatmıştır, Vahdet-i Şuhud’u en iyi İmamı Rabbani ortaya koymuştur; kendisinden önce başkaları da söylemiştir ama bunun sistemini en geniş İmamı Rabbani açıklamıştır.

Varlık âleminde iki tane hakiki varlık olur mu? Olursa birbirini öteler ve sınırlar mı? İki tane plastik kalemi yaklaştırsak , ikisinin varlık kategorisi, kimyası aynı olduğundan arada sınır oluşur; biri diğerinin tarafına geçemez, birinin bittiği, diğerinin başladığı bir sınır oluşur. Ama bu durumu hava ve plastik kalem gibi yaratılmış âlemdeki iki farklı cins arasında yaparsak birbirlerini engellemezler. Şayet yaşadığımız âleme varlık dersek, bunun bittiği yerde de Allah’ın başlaması gerekir. Eğer tanrı bir yönde ise; hacmi ve şekli var demektir, ama Allah’ın benzeri yoktur. Bu durumda âlimler ne demiş? “ Âlem mümkün-ül vücud, Allah ise vacib-ül vücuddur” yani varlığı zorunlu olan ve varlığı zorunlu olmayan...

İbn Arabi ile İmamı Rabbani; kainata ne denileceği noktasında ayrılmışlardır; İbn Arabi ve takipçileri kainata Hayal, Gölge, Aynadaki Yansımalar, Vehim demişler. İmamı Rabbani ise “Gölge ve Aynadaki Yansıma diyebiliriz ve fakat diğer ikisini kullanmayalım, yani kâinata Vehim ve Hayal demeyelim” demiştir. Çünkü halkın yanlış anlayıp panteizme ya da başka taraflara kayabileceğinden korkmuştur.

Peki, Gölge ile Hayal arasında ne fark var? “Şu an su içiyorum” desek; önümüzde bardak ya da su olmasa, bu zihnimizin ürettiği, kurguladığı bir şey olur; buna Vehim ya da Hayal denir. Gölge ise böyle değildir; güneş vurduğunda gölgemiz düşer ve biz bunu görürüz. Hayal, Vehim olsa karşımızdaki göremez sadece biz görebiliriz. İmamı Rabbani (hz) âleme hayal dersek ; “ insanlar âlemi olmayan bir şey olarak algılar, o zaman dünyadaki iyilikler, kötülükler ne olacak; mükâfatı, cezayı kim çekecek, âlem yoksa” der. O şöyle düşünür, “âlem vardır ama Allah gibi değil; Allah gibi Hakiki Varlık değildir. Asıl-Gölge şeklindedir, iki hakiki varlık var dersek sorun çıkar”. Âlem için “ gölgesel varlık” ifadesini kullanır. İmamı Rabbani kendisi için “sıla(ulaştırmak)” der. Vahdet-i vücud ehliyle, âleme asli varlık nispet eden medrese hocaları arasında “köprü” vazifesi gördüğünü söyler.

“Bu konular İslam Dünyasına Yunan’dan geldi” denir ama aslında tam da böyle değildir. Sahabi içinde de bu felsefî konuları anlayanlar vardı ve tabiî ki anlamayan bedeviler de vardı. “İslam’ın beş şartını yaparım ve bu bana yeter” diyen sahabiler olduğu gibi, Ebu Hureyre gibi “Peygamber’den iki kap ilim aldım, birini anlatsaydım insanlar beni vururdu” diyen sahabi de vardı. Demek bu ilmi özel sohbetlerde aldı ki, bu sohbetler anlayanlara yapılıyordu. Peygamberimiz namazdan sonra umumi sohbet yaptığı gibi, sonrasında herkes dağılınca Ebubekir, Ömer, Ebu Hureyre vs…siz kalın” dedikleri oluyordu. Hepsi sahabi ve hepsi Allah katında değerli ama idrakler farklı.. Dini anlamanın da mertebeleri vardır ve herkes idrakine göre farklı anlar, ikinci kap bilgi işte bu tür sohbetlerde edinilmiştir. Mesela sahabiden biri peygamberimize gelip, “kâinat yaratılmadan önce onun bulunduğu yerde ne vardı” diye çok felsefî bir soru soruyor. Peygamberimiz “Allah vardı, başka bir şey yoktu” diyor. Allah ve boşluk vardı demiyor. Böyle dese idi sahabi; boşluk Allah’ın dışında mıydı, içinde mi diye sorardı.

Vahdet-i vücud’da, Vahdet-i şuhud’da Hakiki Varlık Allah’tır diyor. Peki, Vahdet-i vücud İmam-ı Rabbani’de nereye oturur? Vahdet-i şuhud İmam-ı Rabbani’ye göre son nokta mıdır? İmam-ı Rabbani; “Vahdet-i vücud, bir algıdır, tasavvufî yolculukta insanın algıları değişir, insan farklı zamanlarda farklı şeyler algılar. Bir mertebe Vahdet-i vücud mertebesidir, bir mertebe de Vahdet-i şuhud ve fakat bu da son nokta değildir, onun üstü abddiyyet mertebesidir” der. Yani İmamı Rabbani, “ Vahdet-i vücudu, Vahdet-i şuhudu da aşıp, abdiyet makamına erin” diyor.

Daha iyi anlamak için örnek verirsek; bir ağacın üzerinde bir kuş yuva yapmış olsun. Ve yavruları var, gagasıyla onları besliyor…. İnsanlar bu manzarayı görse neler düşünebilirler? Herkes kendi algısına göre bir şey düşünür; “kuşu yakalasam ve ızgarasını yapsam” diyenler olabilir; “Kuşun tüyleri de ne güzelmiş” diyenler çıkabilir çünkü idrakleri bu kadar… Başka biri, “bu anne kuş ve şu an yavrularını besliyor, onlara rezzak oluyor; Allah’ta tüm mevcudatın rızık vericisi” diye düşünüyor. Yani kuşun yavrularını beslemesini görüp Allah’ın Rezzak olduğunu hatırlıyor. Dördüncü bir kişi de; “burada sadece Rezzak var” diyor. Bu kişi bir gül gördüğünde, ki o gülü göremez, Cemil’i görür. Bir aslanın tavşanı kaptığını görse, ki olayın farkına değil, Kahhar’ın farkına varır. Başka bir kişi de, ki bu Vahdet-i şuhud ehlidir ; “Burada sadece Rezzak isminin zuhurunu görüyorum, ama ben hayal meyal görsem de görmesem de orada yavrularını besleyen bir kuş var” der. Bu tıpkı şuna benziyor; gündüz yıldızları biz göremesek de yıldızlar oradadır, ama biz onları sadece gece olduğunda görebiliriz, işte bu, vahdet-i şuhuddur” diyor. Vahdet-i vücud ehli bu durumda sarhoşluk haliyle “güneşten başkası yok” derdi. Altıncı bir kişi de, orada kuşu ve Rezzak isminin tecellisini ayrı ayrı görür. İmamı Rabbani’ye göre “bu kişi abdiyet-kulluk mertebesindedir”. Ve “ abdiyet makamı vahdet-i vücuddan da, vahdet-i şuhuddan da üstündür” der. Sadece kuşu gören birinci kişi avamdır, her kötülüğü yapabilir, çünkü aklına hiç Allah’ı getirmez. Altıncı kişi ise âlemi irşad edebilecek yapıdadır. İşte İmamı Rabbani “varlık” konusunu böyle anlatır.

İmamı Rabbani vahdet-i vücud için; “Tasavvuf yolunda ulaşılması, fakat aşılması gereken bir mertebedir” der. Yani İmamı Rabbani vahdet-i vücudu kabul eder, ama son mertebe olmadığını söyler.Tüm tartışma buradadır. Ehl-i Vahdet-i Vücud ise bundan öte bir merhale olduğunu kabul etmez. Yoksa İmam-i Rabbani Vahdet-i Vücud ehlini sanıldığı gibi sapkın görüyor değildir, sadece eksik görmektedir.

“Vahdet-i vücud, bir meşreb ve bir hal ve bir nakıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan, seyri sülukta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar” (18.Mektub)

Peki bu altı mertebe zorunlu mudur; sahabi de de bunlar böyle yaşanmış mıdır? Sahabide de herkesin idrak seviyesi bir değildi. Ayetleri, hadisleri farklı algılayanlar olmuştur. Ebu Hureyre gibi ikinci kap ilim alanlarda olmuştur. Dinde “sır” vardır. Peygamberimiz münafıkların cenaze namazlarını kılmazmış ve fakat zahire göre hüküm verildiği için sahabiye “siz kılmayın” da demezmiş. Ve peygamberimiz sadece Hz. Huzeyfe’ye bu sırrı vermiş, münafıkların isimlerini ona bildirmiştir. Hz. Ömer “Peygamberimizin vefatından sonra sadece Huzeyfe’ye bakar oldum, çünkü kimlerin münafık olduğunu sadece o biliyordu” demiştir.

Makamı Abdiyete çıkmak için vahdet-i vücuddan ya da vahdet-i şuhuddan geçmek şart mıdır? Ankara’ya gitmenin bir çok yolu vardır; otobüsle, arabayla, trenle, uçakla vs…Otobüsle ya da arabasıyla giden belli yerlere uğrar. Fakat uçakla giden bu yerlere uğramadan Ankara’ya varır. Şart diye bir şey yoktur, Allah lütfundan bazı şahısları uçakla götürebilir.

Hoca dersi şu cümlelerle bitirdi; Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır. Herkes bir yoldan Allah’a iyi bir kul olmak için yolunu alır, şayet çabalar ise. Bir adım yaklaşırsak O da bize gelir. Fakat bizden, başlangıç olarak yürümeyi, hareket etmemizi bekliyor.

Arkadaşımla ayrılırken Zühre, Katre, Reşha yollarını konuştuk, tüm bu anlatılanlardan sonra Metin Abi’nin yaptığı seminer de zihinlerimizdeydi…

“Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi, muhtelif tarzlarda bâzı tayyâre, bâzı otomobil, bâzı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa, yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkıne beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm, en leziz bir âb, en şirin bir ziyâ her tarafta görünüyor.

Baktım ki, o asansörler gibi nurânî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir” (30.söz)

  04.05.2010

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut