MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNÎ; İMAM-I RABBANİ

Zehra Sarı

ARKADAŞIMLA Mektubat-ı Rabbani Okumaları dersindeyiz. Dersin ilk haftası. Bu, bizi çok sevindiren bir durum, zira İmam Rabbani hazretleri hakkında bilmediğimiz çok şeyi başından itibaren öğrenebileceğiz. İnşallah zamanla da muhtereme yakınlığımız artar diye duacıyız.

Dersi veren hocanın*, konuda yetkin olduğu açık. İmam-ı Rabbani hakkında kitapları var; doğduğu, yaşadığı yerleri de gezip görmüş biri. Hocanın derste anlattığı bazı noktaları, ‘bazen aktarılan aktarandan daha iyi anlar ve amel eder’ umuduyla sizlerle de paylaşmak istiyorum. Böylece Üstad’ımızın sık sık Risalelerde adını zikrettiği bu mübarek zat hakkında zihinlerimiz bilgiyle nimetlenmiş olur.

Önce Üstad’ın bu konudaki sözlerini hatırlayalım:

“Sonra İmam-ı Rabbânî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman Eski Said'in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum. Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani, "Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma."

Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifâ edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur'ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse, en Âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.

Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecâtına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler.” (28.mektub)

İmam Rabbani, asıl ismi Ahmed. Hz. Ömer’in soyundan olduğu için Faruki nesebiyle anılmış.( Ahmed el Faruki)1563’te, yani 16. Asrın sonlarında, Sihrindi’de (Hindistan’da) doğmuştur. O zamanlar Hindistan-Pakistan birdi. İlminin büyük kısmını babasından öğrendi. Babası Kadiri ve Çişdi Şeyhi. Rabbani (Hz), hem medrese eğitiminde, hem de tasavvufta gelişmiş. Vefat ederken babasından icazet almış. Babasının vefatından sonra, başa geçmekte kendini ehil görmez ve hac için yola çıkar. Yolculuğu sırasında Delhi’ye gelince; Muhammed Bakibillah ismindeki Nakşibendi Şeyh’ini ziyaret eder. Hazretin içinde, Nakşilere karşı büyük muhabbet vardır, fakat o zamanlar Hindistan’da Nakşibendilik yaygın değildir.

Muhammed Bakibillah, İmam Rabbani’yi görünce çok sevinir; ona rüyasını anlatır. Semerkand yakınlarında bir Nakşi Şeyh’inden icazet aldığını ve Şeyhinin kendisine Hindistan’a gitmesini söylediğini, kendisinin çok razı olmayınca; Şeyh’inin “istihare yap, ona göre davran” dediğini; o gece rüyasında papağan gördüğünü,eline konduğunu ve kendi ağzından ona bir damla su damlattığında papağanın konuştuğunu ve ağzından şekerler damladığı söyler.Bu rüya Hindistan’a gideceğine dair bir işarettir (papağan Hindistan kuşlarındandır) Şeyhi: “Orada bir talebe yetiştireceksin, o papağan gibi insanlara çok faydalı bir insan olacak; git ve o papağanı yakala”diye rüyasını tabir eder. İmam Rabbani’den bir müddet tekkesinde kalmasını ister. İmam iki ay kadar Delhi’de kalır.Artık hac zamanı geçmiştir. Geri Sihrindi’ye döner. Bir sene kadar Muhammed Bakibillah ile mektuplaşırlar ve ikinci ziyaretinde Şeyh’den icazet alır.

Dönem Ekber Şah dönemidir.İmam Rabbani şeyhlik yapmaktadır. Ekber Şah dönemi kafaların karıştığı bir dönemdir. Ekber Şah da, Hinduizm, Hristiyanlık ve İslam karışımı bir din ortaya çıkararak koltuğunu sağlamlaştırmayı ister. O dönemde müslümanlar, devlet desteğinden mahrumdurlar. Sihler’in ortaya çıktığı bir dönemdir ve bunlar, müslümanlarla çatışmaktadırlar. Hindular ve Sihler, müslümanlara sürekli baskı yapar. Bu ortamda; İmamı Rabbani, yeni bir din oluşturma, dini tahrif etme çabasına karşı mücadele verir. Dini muhafazanın peşine düşer. Ekber Şah’ı eleştirir.İslam’ı güçlendirmek gerektiğinden ve bid’atlardan arındırılması gerektiğinden bahseder. Kuran’a ve Sünnete bağlı kalmakta hassas olunması gerektiğine dair bürokratlara, alimlere mektuplar yazar. Müritlerine; toplumun bozulduğunu ve bidatlara kapı açılmaması öğüdünü içeren mektuplar gönderir.

Ekber Şah vefat edince yerine oğlu Cihangir Şah geçer. İmamı Rabbani ilk başlarda; Cihangir Şah, dine babasından daha yakın diye sevinir fakat Cihangir Şah, bir bahanesini bulup siyasi nedenle İmam Rabbani’yi (hz) hapseder. Cihangir Şah’ın kitabında; “Bir şeyh çıkmış, kendisini Hz. Ebubekir’den üstün görüyor, bende onu hapse tıktım” mealinde bir ibaresi vardır. Fakat gerçek bu değildir; ordu içinde çok sayıda kişi Rabbani’ye (hz) mürit olunca; vezirlerinin (çoğu Şii) bunun bir tehdit olduğunu söylemeleri üzerine Cihangir Şah siyasi nüfuzunu yitirmekten korkar ve Rabbani’yi (hz) Agra Kalesine hapseder. Cihangir Şah’ın oğlu, ulema ile İmam Rabbani’ye haber gönderir; ibadet niyetiyle değil, saygı niyetiyle secde ederse padişahın onu serbest bırakacağını söyler. Rabbani (hz) “Ruhsatla amel etmektense, azimetle amel ederim” der ve secde etmez. Bir sene hapiste kalır. Gayri müslimleri irşat eder. Sonra serbest bırakılır. Evine dönen Rabbani (hz) bir sene sonra vefat eder. Kendisinden sonra bir çok halifesi vardır. Silsilenin devamı oğlu Muhammed Ma’sum, sonra diğer oğlu Muhammed Said’dir ve diğerleridir.

Eserlerinden öne çıkanlar; Mektubat, Mebde’ ve Me’ad, Adab’ül Müridin, Ta’likatül Avarif’tir. Bunların haricinde de eserleri vardır. Mektubat; üç cilttir. Birinci cildi hacimlidir; 313 mektup vardır.Bunun ilk 20 mektubu, şeyhine gönderdiği mektuplardır. İkinci cildinde 99 mektup vardır. Üçüncüsünde ise 114. Sonra bu cilde 10 mektup daha eklenmiştir ve toplam mektup sayısı 536 olmuştur. Hayatta iken müritleri ilk iki cildi toplamışlardır; vefatından sonra da üçüncü cilt toplanmıştır. Mektubat’ın aslı Farsça’dır. Arapça’ya 1900’lerin başında çevrilmiştir. Türkçe’deki tercümeler Farsçasından değil, Arapçasından yapılmıştır. Ama her zaman en ideal olan; bir eseri asıl dilinden tercüme etmektir.Aksi takdirde bize adeta tavşanın suyunun suyu kalmaktadır, çünkü her çeviri asıldan birşeyler kaybettirir. Bugün böyle bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

İmam-ı Rabbani mektuplarında; muhatabının durumuna, idrak seviyesine göre konuşur. Mektuplarını anlayabilmek için onun, varlık anlayışını, seyr-i sülûk anlayışını bilmek çok önemlidir. Varlık mertebeleri ve seyr-i sülûk mertebeleri bilinmelidir; okurken bunlar bilinerek okunursa istifade artar. Bazı mektuplar erken yaşlarında yazılmış ve sonraki yaşlarında onların zıddı fikirler serd etmiştir. Birinci ciltte söylediği, üçüncü ciltte nesh edilmiş olabiliyor; “o zaman öyle anlamıştım ama böyleymiş” diyebiliyor. Talebelerinden biri; “Birinci cilde fazla takılmamak, ikinci ve üçüncü cilde bakmak lazım” demiş. Yani muhataba ve zamana göre değişen mektuplar var. Bayezid-i Bistami şöyle der: (İmamı Rabbani’den önce yaşamıştır) Üç kez hacca gittim; ilkinde Beytullah gördüm. İkincisinde hem beyti hem Sahibini gördüm. Üçüncüsünde evi göremedim Sahibini gördüm der. Yani idrak değişirse; eskinin hükmü kalmaz.Bu aynı şuna benziyor; ilk zamanlarda putperestlik adetleri uygulanır diye Peygamber Efendimiz (sav) kabir ziyaretini yasaklamışken, sonrasında gitmelerine izin vermiştir.

İmam Rabbani, Kuran ve Sünnete uymada çok hassastır. Öyle ki; “Yemek Duasının sonunda Fatiha demek bid’attir, demeyelim” demektedir. Bunun amacı sünnette Fatiha olmadığıdandır.Bir başka örnek; teheccüd kılarken, niyetimizin Peygamber’e (sav) uymak olması gerektiğini, çok sevap almak için falan kılınmaması gerektiğini söyler. Böyle hassas davranılmazsa hurafelerin alıp başını gideceğine dikkat çeker. Yani “Baştaki adamın, düğümü baştan sıkı atması lazım” der. “Bid’at var, bir de sünneti ortadan kaldıran bid’at var; özellikle bundan kaçınmak lazım” gerektiğini söyler.

İmam Rabbani’ye gore zikrin gayesi; kalpten gafleti uzaklaştırmaktır. “Sadece dille yapılmaz zikir; dini kurallara uyarak, helalinden alış veriş yapmakta zikirdir” der. Hakeza fakire yardımcı olmakta, bir ağmayı çukura düşmekten korumakta zikirdir.Zikir sayesinde insanın kalbinde Allah sevgisi oluşur ve bu da, marifet basamaklarında daha hızlı yol almasını sağlar.

İmam Rabbani’ye göre insanda 10 tane latife vardır; Letaif-i Aşere. Latife; ruhun deruni boyutlarıdır ve en dışta nefis vardır, içindeki kalp, sonra ruh, sonra sır, sonra hafi, sonra ahfadır. İmam Rabbani bu 10 latifeden 5 tanesi alemi emre, ruhlar alemine aittir, diğer 5’i de yaratılmış alemin latifeleridir der. Bunlar da; en dışta nefis ve insanın bedenini oluşturan 4 unsur; toprak, hava, su, ateştir.Tasavvufi eğitim İmam Rabbani’de kalpten başlar. Önce kalple zikredilir, sonra ruha, sonra hafiye ve sonra ahfaya ve bunlardan sonra da nefse geçilir,daha sonra da 4 unsura. Ve bütün unsurlar zikre dahil olur, iştirak eder

Peki insan, latifelerine zikri nasıl alıştıracaktır? İmam Rabbani der ki; “Bu latifeler vücutta yataydır.” (Sufiler bu konuda farklı düşünür, zaten İmam Rabbani’den sonra diziliş farklılaşmıştır; diziliş tamamen yatay değildir artık.) Kalp vücudumuzun solunda, ruh sağında ve bunlar yatay olarak sıralanmışlar diye düşünürsek; insan zikrini, bu bölgelere yoğunlaşarak yaparsa o zaman zikrini hissedebilir.Sırasıyla once kalbe, sonra sırra vs.yoğunlaşarak zikrederse; ruhun alt kademeleri de uyanır ve sonra diğerleri de.

1624 yılında, 63 yaşındayken vefat etmiştir. Hindistan dışına çıkmışlığı yoktur. Fakat muhtelif yerlere halifeler göndermiştir. Müceddid-i Elf-i Sani, hicri ikinci bin yılının müceddidi, yenileyicisi denmiştir kendisine. Neslinden gelenler “Müceddidi” soy ismini almışlardır.

Son söz yerine; “İkinci Nokta: İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: "Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur." Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlup olan neticeleri verebilirler.” (28. Mektup)


*Doç.Dr.Necdet Tosun

  07.04.2010

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut