Beyaz melek

Nuriye Çakmak

HENÜZ 17 yaşındaydım. Evimize yakın sayılabilecek mesafede bir huzurevi ve aynı arsa içerisinde bir çocuk esirgeme kurumu vardı. Aynı evi paylaştığım ve dünyalar kadar çok sevdiğim bir de dedem. O yaşta ve tek başıma beni bu mekâna çeken şey neydi, hatırlamıyorum. Bu huzurevine birkaç kez ziyaret amaçlı gitmiştim. Bir eski hastane koğuşunu aratmayan karanlık koridorlar ve dezenfekte edici temizlik maddelerinin genzimi yakan baskın kokusu, tonlarca hüzün ve tabii endişe. Ne diyecektim, onlara ne götürecektim? Neyi özlüyorlardı ve bende onlar için ne vardı?

Her gidişimde onları odaların birleştiği, bir televizyon ve rahatsız koltukları olan antre gibi küçük bir yerde toplanmış halde bulurdum. Odalarında olanları da “Nur yüzlü kızımız geldi” diye çıkarırlardı zaten. Onlarla o mekânda saatler geçirirdim. Sonradan anladım, hiçbir şey götürmeyecektim; özledikleri bendim. Sadece kendimi götürmem yeterliydi, yanıma gülümsememi, kalbime şefkatimi, sıcak bakan gözlerimi aldıysam, herşey bitmişti işte. Ama hâlâ anlamadıklarım vardı. Neden bana insanüstü bir varlık gibi bakıyorlardı, annemi-babamı neden bu kadar merak ediyorlardı? Sürekli dedemi anlatıyormuşum onlara, dedeme neden bu kadar hayret ediyorlardı? Bana neden bu kadar çok soru soruyorlardı? “Senin deden nasıl bir insan, onu nasıl bu kadar çok sevebiliyorsun, gözlerin parlıyor onu anınca” diyorlardı. “Senin annen nasıl bir anne, yıllarca eşinin ailesine böyle hürmet ve sevgiyle baksın, size buralara gelecek kadar bir sevgi ve saygı aşılasın, kendisi de annesiz büyüdüğü halde? Nasıl bir baban var senin, ne güzel evlatsın..?”

Bu soruları o ortamda incelen duygusallıklarına bağlıyordum. Ne vardı ki bu kadar çok soru biriktirecek? Bence herşey doğaldı ve ortada bu kadar hayret edilecek bir durum yoktu. O yüzden ne cevap vereceğimi bilmiyordum; ve biliyordum, aslında bu şaşkın halimi daha çok seviyorlardı. Ama ben korkuyordum onları sevmeye. Bir dahaki gelişimde burada olurlar mı sorusu beni yiyip bitiriyordu. Bitimsiz bir hüzünleri vardı onların. Anlatmakla bitmeyecek pişmanlıkları... Ben o kadar yükü kaldıracak kadar büyük değildim, güçlü değildim ve anlamakta zorlanıyordum, hatta anlamıyordum.

Bu ziyaretler bana huzur vermiyordu. Omuzlarım çökmüş halde dönüyordum eve her defasında. Çocuklarını anlatıyorlardı bana. Tanımadığım bu insanlara kızmalı mıydım, acımalı mı? Çocuğu olmayan yok denecek kadar da azdı. Yoksa hayıflanırken ağızlarından kaçırdıkları pişmanlıklarını duyduktan sonra, bu insanlara mı acımalıydım? Ektiklerini mi biçiyorlardı? Hüküm vermek istemiyordum, ama engel olamıyordum, bu duygu bombardımanı aklımı zorluyordu işte. Üzülmekten başka, düşünmemi de gerektiriyordu. Madem oradaydım, hikmetler almam gerekiyordu. Onlara sadece gülümsememi götürmek istemiştim ama, tonla hayat almıştım kollarıma.

“Biz onları bakıcılara bıraktık işimiz için, onlar da bizi bıraktı şimdi kızım bakıcılara,” diyordu bir teyze. Şimdi de çocuklarının kariyeri, bitmez işleri vardı, hayat koşturmaydı ya, koşma sırası onlardaydı. Peşinde koştukları paranın ve dünyalığın mutlu etmediğini görmek için annelerine, babalarına bakmaları yeterliydi aslında. Ama bakmıyorlardı işte. Bakıcılar bakıyordu analarına, onlar koşsun diye...

“Ziyarete gelir ama sık sık” diye kendini avutan da vardı, “gelmiyorlar” diye kendini yiyenler de. İşin garip kısmı bu insanların hepsinin bir evi vardı, çünkü en azından o günün şartlarında ve o mekânda üzerinde gayrimenkul olmayan yaşlıları almıyorlardı. Hepsi de bir meslekten emekliydi. Maaşları vardı. Huzurevinin çok pahalı olduğundan şikâyet ediyorlardı bana. Maaşları ve evleri vardı, birçoğu da kendini idare edecek sağlamlıktaydı. Sanırım yalnızlıktan korkuyorlardı, o yüzden burayı tercih ediyorlardı.

Düşünmekten ve üzülmekten yoruluyordum. Neye uzansam, başımı nereye çevirsem iman za’fiyeti çıkıyordu karşıma. Dünyaya tercih edilmeyen çocuklar, rızkın Allah’tan olduğunu unuturcasına güvence peşinde koşmalar, Allah’a yönlendirilmeye kıyılamayan küçük canlar. Okula ve işe kıydırılan ama... Sonra? Cennet düşüncesinden uzak çocuklar analarının ayaklarının altına dönüp de bakmaz ki... Şimdi onlar rızık derdiyle koşarken size katlanamaz ki... Ne bilsinler beli bükülmüşlerin bereketini? Ne bilsinler çocukken nasıl üzerine titrediyse ebeveyni, şimdi sıranın ona geldiğini? Ne bilsinler yaşamadan, aynısını kendi evladından göreceğini?

İmanı tam olan ama kendini orada bulan da vardır elbet, imtihan dünyası burası. Yaşadıklarından hidayet devşiren de vardır ömrünün son zamanlarında. Huzurevinde gerçek huzura eren de.. Ama genel olarak bu tablolar çıkıyordu karşıma. Bana sordukları tüm soruların cevapları da burada kesişiyordu zaten. İmanın nuru olan merhamet ve imanın bereketi, Resulullah’ın sünneti, Allah korkusu ve cennet sevinci...

Sonra dedem vefat etti, benim odamdaydı, uyuyordu, saatlerce öldüğünü anlayamayacağımız kadar da güzel uyuyordu. Bir iman tablosunun baş kahramanı bu sahnenin sonunun nasıl olacağını da gösteriyordu işte. Yaşadığı gibi ölüyordu, huzur içinde ve dudaklarında koca bir gülümsemeyle. Arkasından kocaman bir boşluk kaldığını düşünüyordu herkes, gözleri ıslak. Ancak gitmesiyle kalan boşluk kimsenin vicdanında ne bir rahatlama vesilesi oluyordu, ne de acı bir hatıra. Huzur içinde gidiyordu ve huzur içinde uğurluyorduk.

Bir daha gidemedim o huzurevine. Aradan neredeyse on yıl geçmişken onları aklıma ve yüreğime yeniden getiren ise annemin tavsiyesiyle izlediğim bir film. Beyaz Melek isimli bu film önce sinemalarda gösterilmiş, duyduğum kadarıyla çok da beğenilmişti. “Anneler Günü” münasebetiyle de ilk kez ekranlarda boy gösterecekti. İzleyenler ne gibi hikmetler çıkardı acaba, neden beğendiler bu kadar, bilemedim. Bana yıllar önceki hatıralarımı hatırlattı sadece ve kocaman bir hüzün çöreklendi yüreğime. Şimdi hiçbiri orada değildir belki diye düşündüm. Camın önünde bekleyerek geçen ömürleri sona ermiştir muhtemelen. Bir beyaz melek göremeden...

Bu film bana bir kez daha hatırlattı ki, iman denklemi kurulmadan çözülecek, anlaşılacak, katlanılacak bir durum değil bu. Gökkuşağı gibi birkaç kez göstereceğiniz gülümsemeniz yağmurlarını dindirmeyecek onların. Şartlarını iyileştirecek ‘sosyal sorumluluk’ projeleri de öyle. Hem kendinizi iyi hissetmenize de katkısı olmayacaktır uzun vadede. Bu hatıralar yüreğinize işlemiş olacak, ummadığınız anda korkularınıza eklenecektir çünkü, yüreğiniz öyle kolay mutmain olmayacaktır. İmanî bir sorumluluk projesi düzenlerseniz şayet, bir tanesine Kur’ân okumayı öğretirseniz, karanlık koridorlarda korkuyla sıra bekler gibi bekledikleri ölümün hakikatini anlatabilirseniz onlara, biraz olsun yol azığı sağlayabilirseniz.. Hem kendiniz için, hem onlar için rahat bir nefese vesile olabilirsiniz. Yoksa önce hatırlamak, sonra çokça acımak, kısır bir yardım eli döngüsü ve katlanmak için, çözemediğiniz için, unutmak...

Ben bu filmi sevmiyorum.

Herkes öldüğünde bir beyaz melek görür konusunda da bu kadar iyimser değilim. Boğazlarında bir hıçkırık, gözlerinde buğu gibi duran yaşamları, ebedî hayatları için onlara ne hazırladı bilemem. Ama bunun için dua edebilirim. Yüreklerine dokunduğum o yaşlı ve yaslı dostlarımın ruhlarına buradan seslenebilirim, beyaz bir melek eşliğinde Fatiha’lar süsleyebilirim onlara.

Ve mükedder olmamak için imana gelmek gerektiğini haykırmak isterim, nefsimden başlayarak. Yaşlılara, yaşlanmak üzere gençliğini yaşayanlara, tüm canlara. Beyaz melekler eşliğinde ölmek için bembeyaz bir hayat yaşamak gerektiğini söylemek isterim. Ölmeden de görülebildiğini hem, nasıl da özlendiğini, beklendiğini bir de...

  20.06.2009

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut