*Bu sayfa, gündelik hayatın içinde yüzyüze geldiğimiz, bir ders ve ibret boyutu taşıyan olayları paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

 Kan Aranıyor!

GEÇEN HAFTA, yanılmıyorsam Salı veya Çarşamba günü, bilgisayarımı açıp elektronik posta kutuma baktığımda, ‘çok acil’ notu taşıyan bir mektupla karşılaştım. Mektubu açtığımda, bunun birisi tarafından bir arkadaş grubuna, oradan bir başka gruba, oradan bir başkasına daha gönderilen bir mektupla yüzyüze olduğumu anladım. Mektubu ilk yazan kişi de, ondan aldıkları bu mektubu adım adım başkalarına iletenler de hayırlı bir işin izini sürüyorlardı. Ondört yaşında bir kız çocuğu, benim için hüzünlü hatıralar yüklü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ilik kanseri teşhisiyle yatıyordu; kendisine ağabeyinden ilik nakli ameliyatı yapılacaktı; ayrıca da taze kan gerektiği için, Rabbü’l-âlemîn’in ‘sıfır grubu Rh pozitif’ kan ile yarattığı insanlar yardıma çağrılıyordu.

Tevafuka bakın ki, benim kan grubum, tam da bu idi. Ne ki, önümüzde Muharrem’in onuncu günü vardı; ve bu günü, önceki iki gün ile beraber oruçla geçirmeye niyet etmiştim. Zira, iki bayram arasında Kütüb-ü Sitte’yi okurken, Ramazan orucundan sonra en faziletli orucun Muharrem’in ilk on günü, özellikle de önceki veya sonraki gün ile birlikte onuncu günü tutulan oruç olduğuna dair sahih hadislerle karşılaşmıştım. Oruçlu vaziyette kan veremezdim. İlgili sahih hadislerle net biçimde yüzleşmeme binaen, hayatımda ilk defa, bu orucu tutmak da istiyordum. Elektronik posta ile gelen mektuptanódoğru veya yanlışóameliyatın olsa olsa ancak önümüzdeki hafta başında olabileceği kanaatini edinerek, ve de mektubun çok sayıda insana ulaşmışlığına da dayanarak, orucumu tutmaya karar verdim ve belirtilen numaraya telefon etmeyi Pazar gününe, kan vermeyi ise Pazartesi gününe erteledim.

Pazar günü ilgili numaraya telefon edip arama sebebini bildirdiğimde, "Şu an için gerek yok" cevabıyla karşılaştım. Herhalde, dedim, verilecek kadar kanı verebilecek insan sayısına ulaşıldı. Ama, böylesi rahatsızlıklarda her an taze kan gerekebiliyor, öte yandan, bir kez kan verenin üç ay içinde tekrar kan vermesinde mahzurlar bulunuyordu. Ola ki önümüzdeki günlerde gerekebilir düşüncesiyle, "İsterseniz telefon numaramı vereyim. Gerekirse beni ararsınız" dedim. "Sağolun ama, gerek kalmadı" cevabıyla karşılaştım ve nihayet birşeyler sezinler oldum. Boğum boğum dile dökülen bir sonraki cümle herşeyi apaçık ele veriyordu. "Maalesef kızımızı kaybettik!"

O an yaşadığım halet-i ruhiyeyi sanırım tahmin edersiniz. Bir yanda, daha en başta meseleyi anlama imkânı varken kıt akıllılığımla acıyı kanatmış mı olduğum endişesi, bir yanda "Belki işin en başında arasam daha mı iyi olurdu?" düşüncesi, bir yanda daóAllah hayırlı ömür versinóiki evlat sahibi olarak o an nasıl bir durumda olduğunu tahayyül ettiğim insana yardımcı olmak isteme ama olamama keyfiyeti...

Hadiseden dolaylı yollarla haberdar olduğum için, Rabbimden sabır dilediğim bu dünyasının yarısı yitip gitmiş babanın inanç ve düşünce ikliminden haberdar değildim. Geçmişte, iyiniyetlerle sabır ve metanet noktasında yardıma ve teselliye çalıştığım bazı insanların, iman noktasında zaaf ölçüsünde, "Ateş düştüğü yeri yakar" misali, "Uzaktan gazel okumak kolay" misali kapalı tavırlarını tecrübe ettiğim için; hakkında kızını yitirmiş olmasından öte hiçbir şey bilmediğim bu babaya çok şey söylemek istemezdim. Zaten, ya kıt akıllılığımla acısını kanatmıştım, yahut kızı vefat etmiş olsa da yardım ümidiyle arayanların varlığı onu rikkate getirmişti; öyle yahut böyle, artık ağlayışını duyduğum bir babaya ne diyebilirdim? "Başınız sağolsun. Allah sizi öte dünyada tekrar buluştursun" diyebildim, hepsi bu... Sonra da, Rabb-ı Rahîm’ime, benim ulaşamadığım kalblerin en gizli hatıratına erişir Latîf ve Habîr bir Zât-ı Zülcelâl olarak, haklarında dualarımı ilettim. Henüz gençliğe adım atmak üzere iken şu dünyadan göçüp giden Zeynep, ihtimal ki, ahirzaman gibi ağır bir imtihan döneminde imtihan yükünden kurtulmuş; inşaallah, fani bir dünyada fani ve meşakkatli bir hayata bedel, ebedî cennetlerde ebedî nimetler içinde ebedî bir hayata kavuşmuştu. İnşaallah, hüzün ve kedere garkolmuş ailesi imanı kavî insanlardır da, sabır içinde, kızlarının emanet, emanetin sahibinin ise tekrar kavuşmayı nasip edecek Rahîm ve Kadîr bir Rab olduğunu biliyorlardır diye düşündüm. Ve her hâlükârda, kendileri için hidayet, sabır, metanet duasında bulundum. İnşaallah, dedim, bu küçük kız vesilesi ile nazarlarında bir ‘ahiret penceresi’ net biçimde açılır ve şu dünya hayatları da öylece nurlanır ve aydınlanır.

İlk anda dünyama doluşan düşünceler ve dualar, bunlar idi.

Saatler geçtikçe, böylesi acılar yaşayan başkaca insanları da düşündüm ve bir sonraki gün, her birimizin hususî dünyasını dolduran böylesi büyük meselelere göre, haricî dünyanın sözümona ‘büyük’ meselelerinin sıradanlığını tahattur ettim. Meselâ, Rabbimin sabır ihsan etmesini dilediğim bu baba için, cumhurbaşkanının kim olacağı, Çin’le ilişkilerin iyileşip iyileşmemesi, enflasyon oranları, Galatasaray’ın oynayacağı maç acaba ne kadar önemli idi? Bunların hangisi, onun yüreğine oturmuş olan acıyı dindirebilir; hangisi o hüznün içinden ‘ahirete bir pencere’ açabilmiş olmak ile bir sürur kapısı açabilir; hangisi ‘ayn-ı dert içinde derman’ı buldurabilirdi ki?

Hem, bırakalım başkalarını, böylesi sözümona ‘büyük’ meseleler üzerine her gün konuşup duran yahut yazıp duran ehl-i din dahi, hususî dünyaların böylesi ‘büyük’ meseleleri için birşeyler yazmayı hiç düşünmüş; böylesi bir yazının önemini de hiç kavramış mıydı?

İşin burasında, o kadar büyük risale arasında bizim nazarımızda kaybolup gidiveren, ama böylesi acıların ortasında âdeta ‘herşey’ mesabesinde olan "Çocuk Taziyenâmesi"ni, yani "Onyedinci Mektub"u da hatırladım ve okudum. Şefkat ve hikmet ile örülmüş, iman-ı billah ve ahirete iman ile yoğrulmuş, cennet-misal bir ruh ikliminden geldiği besbelli pırıl pırıl bir risaleydi bu. Bu risaledeki huzur, sükûn, teselli ve teslimiyete muhtaç; zira evladını yitirmenin acısıyla yüreği yaralı kaç anne-baba yaşıyordu kimbilir yeryüzünde! "Çocuk Taziyenamesi" gibi küçük bir risale, iki bakımdan ‘büyük’ idi. Birincisi, çocuğunu yitiren baba için, bu yitiriş, her türlü sözümona ‘büyük’ meseleden daha büyük olduğu için. İkincisi, şu an dünya üzerinde çocuğunu yitirmiş kişiler olarak yaşayanların sayısı, kesinlikle, şu an en ‘büyük mesele’ olarak gözüken "Cumhurbaşkanı kim olacak?" sorusuyla dinli-dinsiz herkesin meşgul olduğu şu ülkenin toplam nüfusundan daha fazla olduğu için...

Velhasıl, "Çocuk Taziyenamesi," "İhtiyarlar Risalesi," "Hastalar Risalesi" gibi risalelerin müellifi olarak Bediüzzaman, imandan gelen şefkatinin enginliğini ve de ufkunun genişliğini de gösteriyordu. Hangi coğrafyadan olursa olsun bu durumdaki her insanın yüreğini dağlayan bir mesele ile hemhal olan bir iman ve şefkat kahramanı olduğunun delili idi bu küçücük risale...

Bizim ‘yüksek fikir’li entellektüellerimiz şu ülkedeki her kalbe ulaşma yeteneğine sahip olmadığı gibi, eserleri şu sınırlar dışına neredeyse hiç çıkamazken Risale-i Nur’u ‘âlemşümûl’ yapan bir sır da herhalde bu idi.

Bir mü’min olarak, ‘insan’ı hissetmek, ‘insan’ı anlamak, ‘insan’a yazmak, ‘insan’ca yazmak, ‘insan’ca yaşamak...

Bir fütuhat istiyorsak, yapacağımız ilk iş bu...

Başkası değil!

  16.09.2000

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut