Arşiv

 “Şiirsiz İnsan Yok”

SADIK YALSIZUÇANLAR, genç bir edebiyatçı. Daha otuzunda. Kendisiyle ilk tanışmamız, on iki yıl önce, “Kelebek” adlı hikâyesiyle oldu. “Lâfza-i celâli gördüm” diyen ve sonrasında sürekli kelebeklerin ve derin düşüncelerin izini sürdüğü için “deli”liğine hükmedilen bir çocuğun öyküsüydü bu. Aslında, her çocuğun, bozulmamış her fıtratın öyküsü. Ardından, başka hikâyeleri bulacaktık. “Şehirleri Süsleyen Yolcu” gibi. İlk bakışta “zor” gelen, ama bizi her daim içtiğimiz kaynağa çağıran, zengin ve sıcak hikâyelerdi hepsi. Sonra, kader bir dönem birlikte çalışmayı nasip etti. Ardından, bir fırtına koptu, “nereye savrulursa oraya dağılan parçacıklar”a döndük, sonra da “cüzlerimizi toparlamak, hayatın soylu amacına yaraşır işler yapmak” özlemiyle uyandık.

Yalsızuçanlar, bu umumî serüvenin yansımalarını ilk romanı Yakaza’da anlatıyor —yakaza’da, “uykuyla uyanıklık arası”nda yani.

Gerçeği İnciten Papağan ise hikâyelerini içeriyor. Kendisiyle, her iki kitabının neşrinin akabinde konuştuk. “Anlaşılmaz” bir yazarla yapılan, onun ifadesiyle, “anlaşılmaz’ın daha az anlaşılmaz’la anlatıldığı bir konuşma”ydı bu. “Yeterince anlaşılmaz bir dünyada yaşıyoruz. Okuyucuyu bazı ihsas’larla başbaşa bırakmak en iyisi” diyor Yalsızuçanlar.

Çok genç yaşta yazmaya başladığınız “şiir tadında hikâyeler”inizden tanıyoruz sizi. “Yazmak”, özelde “hikâye yazmak”, hususan “şiir tadında yazmak” sizin için nasıl başladı ve nasıl devam ediyor? Sonra, neden yazıyorsunuz?

1960’lı yıllardı, çocukluğun büyülü dünyasıydı. Melekbaba İlkokulu’na kış sabahları diz boyu kar içinde giderdik, koltuğumuzun altında pelit odunu parçalarıyla. Sınıftaki sobamızı böylece yakar, ısınırdık. Kitaplarla bağ kurmadan önce yüzonyedi yaşında, bir kaza vesilesiyle rahmete kavuşan dedemin anlattıklarını hatırlıyorum. Sanırım yazıyla temas kurmamda, dedemin, bu sanki kendine özel bir dünyayı, benim için bugün “fantastik” sayılabilecek dünyayı çizen şifahî kültürünün önemli rolü oldu.

Sonra, dedemlerdeki dinî menkıbeler, halk hikâyeleri, ardından çocuklar için ayrıca yazılmış “batı” klasikleri... Ve, Kemalettin Tuğcu. Lise yıllarında, sinema “tutku”ya dönüşmüştü. Babam, yirmi yıla yakın sinema işleticiliği yaptığından, çocukluğum, ilkgençliğim ya makinist odasında ya da “büfe”lerde, filmi, bir tür “yabancılaştırma” ortamı içinde izlemekle geçmişti. Kronik bir izleyici olup çıkmıştım. Oysa, bugün, “serüven”e dayalı, entrik metinleri hiç sevmiyorum. Lise yıllarında, “Kan Gülü” diye bir şiir yazdığımı ve günlerce, hemen herkese onu mırıldandığımı hatırlıyorum. Tabiî, Risale-i Nur’ların sarsıcı etkisiyle “çocukluk aşkı”nın pırıltılarını bir nevi “koza”da büyüttüğümü sanıyorum. Hayatı, hep bir “tül”ün ardından görmek isteyişimde, sinemanın etkisini anmak lazım.

“Niçin yazıyorum?” Bu soruyu da, teorik bir hazırlıktan çok “deneysel” bir gerekçeye oturtmak geliyor içimden. Ankara’ya geldiğim yıl, 1979 kışının ilk karı yağdığında Hacettepe’nin girişinde bir delikanlının, taşralı olduğu her halinden belli olan annesine çıkışmasını dinlemiştim. Aynı günün akşamı, Hüseyin Câhit’in “Hayât-ı Hakikiye Sahneleri” gibi mizansenler, “şiirli” tablolar canlanmıştı içimde. “Ana” adında bir öykü yazmıştım. Sonrası, hep bir “düş” gibi yaşandı. Risale-i Nur’ların, beni yaşadığım hayatın dışına çıkarması, doğrusu çıldırtıcı bir güzellikti. Manevî cehennemlerin dışında kalıyordum. Fakat dış dünyanın saldırısı karşısında “imge”lere sığınmak bir tür yaşama ve “yazma” biçimine dönüşmüştü. Şiir’in, sonuçta, “vergi” olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz, şiirsiz insan yok, fakat, “şiir tadında” diye tanımladığınız üslubun, gerçek şiirle çokça ilgisi de yok. Yazmayı, yaşadığını hissetmek, yaşayışı ve başka yaşayışlarla kritik bir ilgi kurmak bakımından kendim için “vazgeçilmez“ gördüğümden yapıyor olmalıyım.

Hikâyeleriniz için, okuyucuların iki zıt kanaatı aynı anda taşıdığını söylemek mümkün: “Doyumsuz bir tad veriyor” ve “Pek anlamadım.” Gerçekten “anlaşılmaz” olmak için mi yazıyorsunuz? Yoksa anlaşılmanız için, belli “anahtar”lar yeterli mi? Sembolik bir dil kullanmadaki ısrarınızı neye borçluyuz?

Kuşkusuz, “anlaşılmamak” için yazılmaz. Anlaşılmak öyle sanıyorum, kendisi bir anahtar kavrama dönüştü. Bulanık, zaman zaman içi boş, tanımsız gibi. Okuyucuların tutumuna ilişkin tesbitiniz çok doğru. Yazdıklarımı ilk okuyanlarda bulduğum tepkinin özetidir, cümleleriniz. Düzyazıyla şiir arasındaki farkı da özetliyor kelimeleriniz. Sanırım, Muhakemat’tan bir paragraf aktararak “açımlayabiliriz” bunu:

“Mâlûm olsun ki, fenn–i maâni ve beyanın mezâyâsının belağatça mühim bir şartı, kasden ve amden garazın cihetine emarat ile işaret ve alamatın nasbıyle kasd ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez. Fenn-i bediin ve tezyinat-ı lafziyyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut, tesadüfî gibi tabiat-ı mânâya yakın olmaktır.”

Bediüzzaman’ın, “bana şiir ve hüsn-ü hat verilmemiş” biçiminde ifadeleri de var. Yani, şiirin, bir “irade, iç yöneliş ve iç istek” oluşuyla ilgili olarak, “sezgi” ve “çağrışım”la doğduğunu düşünüyor. Ki, gerçek şiirle tanışan her sanatçının ve estetin buluştuğu bir yargıdır bu. Yukarıda alıntıladığım paragraftaki anahtar kavramlar, “tesadüf” ve “adem-i kasd”dır. Bu düşünceyle, İsmet Özel’in sorguladığı “intellect” kavramı arasında bir tenakuz var. Yani şiir, —ya da şiirsel bir metin— önceden kurgulanarak, teorik öngörülerden hareket edilerek oluşturulmuyor. Birikimi gözardı etmek yanlış olur. Fakat, coşkulu bir şiir iradesinin dili konuşmuyorsa içinizde, şiir damarınız yoksa, yani doğmuyorsa, şiir olmaz. Böyle olsaydı, donanımlı bir edebiyat teorisyeninin aynı zamanda gerçek bir şair olması gerekirdi.

Sembolik dil’e gelince, doğrusu, Risale-i Nur’lara bağlı olarak, “sembolik süreç”lerde yaşamanın etkisini düşünüyorum. Risale-i Nur’un, sembolik kavramlaştırmaya dayalı bir dili var. Bir tür, “imge” kullanıyor sanki. Kur’ân’dan süzülmüş, sembolik bir coğrafyanın şiiridir Risâleler. Şerif Mardin’in, “mitsel-şiirsel” diye tanımladığı bu dil’le, sözgelimi “yeni roman”cılığın, ya da “dadaizm”in bir ilgisi yok. Sembol, klasik veya modern her edebî metnin vazgeçilmez anlatım karakteristiğidir. Bediüzzaman, “soyutlama”larla, “sembol”lerle anlatıyor; meselâ, “iman bir hüsn-ü mücerred ve münezzehtir” diyor. Bundan ne anlıyoruz? Yani, “soyut güzellik”. Ne anlıyoruz bundan? Tabiî, burada, sezgi, önsezi, çağrışım, “kavramsal” soyutlamayı düşünmek lazım. Sanırım, modern zamanların Batılı yazarlarının da etkisi var, Şark-İslâm klasiklerinin de. Biliyorsunuz, “Kuşların Dili” de, bir sembolizasyondur; Feridüddin Attar da, “imge”lerle, “sembol”lerle kuruyor metnini. Mevlânâ’nın rubaîlerinde, gazellerinde de aynı dil var. Kafka’nın metinlerinde de. Elbette biri Müslüman duyarlığının sınırsız zenginliğinde garazsız bir atmosferde geziniyor, diğeri biraz “Yahudi duyarlığı”nın etkisiyle... Burada, Bediüzzaman’ın “Âyetü’l-Kübra”sındaki “insan-Kur’ân-kâinat” tasviriyle, Mevlânâ’nın metinlerindeki yakınlığı anmak isterim. Sanırım aradaki fark, çağların gerektirdiği üslup farkı. Elbette “Kuşların Dili”ni, “Dilin Kuşları” yapmak tutarlı değil. Biraz saçmalık hatta.

“Anlayan” için, gerek hikâyele-rinizde, gerek romanınızda “Risale”den doğrudan ya da dolaylı, yoğun izler görmek pekâlâ mümkün. “Risale” ile bu içli-dışlılığı nasıl izah ediyorsunuz? Genelde edebiyat dünyasının “Risale”ye kayıtsızlığı, bu arada, ne şekilde yorumlanabilir?

Dilerseniz, edebiyat dünyasının “Risale”ye olan kayıtsızlığından başlayalım. Sanırım, sadece edebiyat değil, bilim ve filozofide de bu “tuhaf” olgu var. Yani, çağının sorularına karşı cevap arayanlarda, Risale-i Nur’lara karşı anlaşılmaz bir ilgisizlik görülüyor. Çağıyla “hesaplaşma”ya soyunmak iddiasındaki herkesin, “Risale”yle ihlaslı bir bağ kurmadan çok “anlamlı” sonuçlara ulaşacağını düşünmek zor.

Tabiî, burada “hidayet” keyfiyetine bağlı bir durum var. Sezai Karakoç, “Risale”yle yakınlık kurmuş bir sanatçı. Bunu, kimi yazılarında dile getirmiş. Rasim Beyin, biliyorsunuz, “Mor Sinekler” öyküsünde “Risale”den “alıntı”lar var. Çakmaklı’nın “Çok Sesli Bir Ölüm” TV filminde de yer almıştı bu. Gerek Türk seyircisince, gerekse ödül aldığı ülkede ilgiyle karşılanmıştı film, bu bakımdan. İsmet Özel’in metinlerini, konuşmalarını, Üç Mesele’yi okuduğumda, aynı problemle karşılaşmıştım. Sorunuzdaki problem yani. Burada bir anlamda soru, bir anlamda çağrı düşüncesiyle Özel’e de sormak lazım bunu. Müslümanlığın “evrensel” dilini, “Risale”den önceki metinlerde de bulmak mümkün. Fakat, “Risale”nin niçin gözardı edildiğini, “Risale”ye niçin kayıtsız kalındığını anlamak çok kolay değil. “Risale”yi, bir anlamda, “meşrep” olarak “temsil” iddiasındakilerin yanlışlarının doğurduğu bir sonuç mu? diye de bakabiliriz buna. Fakat, sözgelimi ABD’den, Mısır’dan, hatta Kore’den bir sanatçı ilgi duyabiliyor; ya da ülkemizde, müslümanlığa bağlı “yaşayış” ve “düşünüş” sorunuyla yüzleşen pek çok aydın bağ kurabiliyor.

Gerek Yakaza’da, gerekse öykülerde, Risale-i Nur’a bağlı bir duyarlılığın izini sürmeye çalıştığımı düşünüyorum. Hatta bir “sanı”dan çok, bir “kanaat-ı kat’iyye”dir bu. Doğrudan ya da dolaylı izleri de buna bağlamak lazım. Özellikle Yakaza’da daha da belirgin olarak.

“Roman” anlayışınızı özetler misiniz? Ondan beslenen bir kalem olarak, “Risale”deki “Avrupa’nın romanı” ile ilgili ihtizarî kaydı nasıl te’vil veya te’lif ediyorsunuz?

Evet, “Madem Risale’de roman’a ilişkin ‘olumlu’ düşünceler yok, o halde niçin roman?” da diyebilirsiniz. Tabiî, burada, Yakaza’nın ne ölçüde “roman” olduğu tartışılır. Hilmi Yavuz’un, “anlatı” dediği türden bir metin Yakaza. Yabancılaştırma efektlerinin kullanıldığı, biraz “deneme”, biraz da öyküleme...

Elbette, “köküne” indiğimizde, Risale”deki estetik uyarıların esas alındığını görüyoruz. Ne ölçüde gösteriyor? Bu da tartışılır. Ama, esasen, Risale-i Nur’un estetik yargılarına bağlı kalmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Bediüzzaman’ın, “roman”a ilişkin düşüncelerini, Sözler’den, “Lemeat”tan öğreniyoruz. Burada, Bediüzzaman, “Kur’-ânî medeniyet”le “medeniyet-i hâ-zıra”yı kıyas biçiminde yorumlarken, şöyle diyor:

“Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvari nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyyet, mezâya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihenki ona ayar edemez. “Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez!”

Bu ifadeleri esas alırsak, sanırım, Bediüzzaman’ın birer medeniyet fenomeni olarak “roman”a, “sinema”ya olumlu baktığını söyleyemeyiz. Fakat, metnin devamında, ilginç bir cümle yer alır ki, bence Bediüzzaman’ın asıl yargısı bu cümlededir; “Eğer, hüzn-ü yetîmî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır, değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.”

Elbette, buradaki “âlet” tanımlamasıyla, günümüzde çoğu müslümanların düştüğü “kolaycılığı”n bir ilgisi olmadığı kanaatindeyim. Yani, her türlü “kurum” ve “araç”ı müslümanlık “lehinde” kullanma yanlışı... Bediüzzaman’ın yargısı, estetik olmaktan çok, “fıkhî” bir temellendirme. Çünkü, bir anlamda, “obje” olarak yargılıyor fıkıh; insanı da, romanı da, sözü de, fiili de... Yani, romanda da, sinemada da, kendi “anlatım gerçeği”ne bağlı özellikler değil, bizim onu “kullanım amacı”mız ön plana çıkıyor.

Roman anlayışı?

Doğrusu, bir “öngörü”den hareket etmemiştim, bir müslüman olarak beni bağlayan bir duyarlılık vardı.

Gerek romanınızda, gerek hikâyelerinizde iki ağırlıklı sembol var: kadın ve çocuk. Özelde “günümüz”e, “medeniyet”e ilişkin çözümlemelerde bu semboller daha bir öne çıkıyor. Neden?

Kadın da, çocuk da, bir yangın yerine çevrilen dünyada çağımızı özetleyen semboller değil mi? Kadının yerine bakarak sahih bir yargıya varabilirsiniz toplum hakkında. Yine “Risale” diyeceğim. Bediüzzaman, “faiz” ve “kadın”ın iki önemli sembol olduğunu vurgular Sözler’de. Sanırım çocukluk düşlerimizi arıyoruz hayatımız boyunca.

İlk öykülerden bu yana, “kadın” ve “çocuk” sembollerinin bir tür “vurgu noktası” olduğunu düşünüyorum. Bunun, yine “teorik bir kaygı”yla hareket noktası olduğunu söylemek doğru olmaz, fakat kimbilir alttan alta egemen olmuştur. Sonuçta, “medeniyet”e ilişkin çözümlemelerde bu sembollerin öne çıkması, neredeyse sayısız çağrışımlarla da ilgili. Kadını metalaştıran “zihniyet”, çocuğu da aynı süreçte görüyor. “Cennet bir çiçektir”, diyor Bediüzzaman. “Çocuk da bir çiçektir” diyor. Yani, çocukluğu, çocuk duyarlığını cennetle özdeşliyor. “Medeniyet, kadınları yuvasından uçurmuştur”, diyor. Buna muhalefet edenlerin tutarsızlığı, sonuçta “idoller çağı” diyebileceğimiz çağımız toplumları için önemli bir “bedel” zorunluluğu getiriyor. Kadın skandal odağı kılınıyor. Çocuksa, tıpkı “Çocuk Şehrinde” de vurgulandığı gibi, çağımızın mutsuz, tedirgin insanı için bir tür “sığınak” oluveriyor.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Karakalem’in “anlamlı” ve “tutarlı” bir çizgi oluşturma çabasını da kutluyorum yürekten...




BİR İKTİBAS

“...Trenin hızı gittikçe artıyordu. Madem meyvelerdi, dünyada sevgiliydi, güneş varken mum ışığına girmek nedendi, gözkapaklarında esneyen uykuydu, bir hamle daha tasarladı, birkaç meyve koparabilmişti bu kez, parmaklarını yırtan dikenleri ayıklamaya koyuldu, canı yanıyordu, içinden bir ses geldi, iştahla atıştırdığı meyveler kalakaldı.

“Halinizi gülünç bulmuyor musunuz?”

“Ne var ki halimde?”

“Hani düşsel bir deniz görmüştünüz?”

“Acıktım ve meyvelere dayanamadım o kadar.”

“Bakın size bir önerim var.”

“Nedir?”

“Beş kuruş verirseniz size o meyvelerden istediğiniz kadar verirler, ama izinsiz koparamazsınız.”

“Beş kuruş mu?” diye söylendi kızarak, “yoo, bu kadarı da fazla, alay etmenize izin veremem.”

Dışarı baktı, tünelin sonu görünmüyordu. Duvarda delikler vardı, vagonlardan deliklere insanlar atılıyordu, anlamıştı trenin süratinin niçin arttığını; yükü azalıyordu. Asıl ürkünç olanı farkettiğinde iş işten geçmişti. İnce bir perde altında düş gücüyle açtığı menfezden bakıyordu, “gel buraya” diye seslenen isteğine boyun eğmekten ve suret libasları giydirmekten çekinmiyordu. Korkusu mutlu bir uykusuzluk görüyordu. Kendisine karşılık bir oyuk gördü. Görmediği, iki uca dikilmiş mezartaşlarıydı; en ürkütücü olanıysa, en göremediğiydi. Adı yazılıydı mezartaşında. Şimşek hızıyla içine döndü. Öneriyi yapan sesi aradı. Vagonda kimsecikler kalmamıştı.

Onlar, hayatı elinde tutuyor, suçluyordu. O ölümü elinde tutuyor, başlarına vuruyordu.

“Bayım bayım” dedi omuzuna vuran kondüktör, “uyanın, son durak”

Gerçeği İnciten Papağan,
“Müphem Bırakılmış Bir Adamın Ölümü,” s. 64-65.



BİR İKTİBAS

“Günahı fısıldayan bu kalabalık, surla çevrili kasabada sizi kuruntularla aldatabilir. Bu kâinatın şahsınızdan büyüklüğü, yemini kalkan edinenler için sürekli bir ayrılığın lâyezalidir. Her neye baksam senin suretin. Ölüyü teneşire uzatıyorlar. Şeytan Mahmud dedikleri o adam, sesindeki duyguyu açık-seçik farkedince utanıyor, “Allah acısını da kalbinizden alsın” diyorum kendi kendime. Bayramali, umutsuzca başını öne eğiyor. Garip bir umursamazlıkla, orada öylece sermedî bir vücudun gölgesini taşıyan ölüye bakıyorum. Bayramali neden sonra, keyifli bir keder sarhoşluğuyla çevresindekiler üzerinde gezdiriyor bakışlarını. “Melekler, onların yüzlerine, omuzlarına vurarak canlarını alıyor” diyorum kendi kendime. “Ecel emelleri uğurluyor; dünya fani” diyor Garib Emmi. Bayramali, kendisini tutamayarak sarsıla sarsıla ağlıyor. “Kimimiz daha önce öldürülür, kimimiz daha sonra aldatılır, döndürülürüz” diyorum kendi kendime...

Yakaza, s.124

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, karakalem




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut