Kâinatı değil nefsi parçalamak – 2

ZAMANI VE MEKANI DOĞRU ANLAMAYA ÇALIŞMAK

İnsan şu dört kelimeyi tecrübe etmek için kâinata gönderilmiştir:
Niyet, nazar, mânay-ı harfi, mânay-ı ismi. [1]
Bu kelimelerin ifade ettiği hakikatler insanın pusulası hükmündedir.
Bunlara sahipken, zaman ve mekan konusunda yanılmayız.

İnsan, çevresinde olup bitenleri anlamlı kılabilmek için,
Kendisini ve evreni tanımak, bilmek istiyor.
Bunun için de, sebep – sonuç ilişkilerini kullanmak suretiyle,
İçinde yaşadığı âlemi farazi hatlar çizerek parçalara bölmeyi,
Elde ettiği hakikatlerin yardımıyla da onu kuşatmayı murad ediyor.

Oysa kâinat bölünmez bir bütündür. [2]
İnsan, evreni / maddeyi bölmeye çalıştıkça karşısına ‘hiçlik’ duvarı çıkıyor.
Her bölünme sonucunda ‘yokluk’ gelip onu kuşatıveriyor.
Sanki ademoğlu böldükçe bölünüyor..

İnsan bir olguyu kuşatmadan, akli verilerle onu beslemeden tanımlayamaz.
Hakikatleri içselleştirebilmek için parçalara bölmek ve analiz etmek zorundadır.
Yani sorunumuz parçalama ameliyesinde değildir, neyi parçaladığımızdadır.
Neticede, ne elde ettiğimiz önemlidir.
Ademoğlu çoğunlukla yanlış şeyleri parçalara bölmeye çalışıyor..

Peki insan neyi parçalarına ayrıştırarak,
Onu sindirebileceği bir hakikate dönüştürebilir?

Madde bir posadır, insan evreni yutsa yine tok olmaz.
Kainatın mülk cihetinden insana nihai fayda gelmediğine göre,
Bir de melekut cihetine nazar edip bakmalıdır.

Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) ise ayrıştıkça,
Cilvelendikçe değerini kaybetmiyor.
Aksine, başka başka burçlarda tulu etmeye başlıyor.
Tefariku’l-asâ misali[3] Hz. Musa’nın sopasından kopan her bir parçanın,
Aynı mucizevi özellikleri göstermesi gibi,
Esma-i Hüsna’da girift hale geldikçe ‘zaman’ dediğimiz kavram oluşuyor.
Örneğin Hakîm ve Rahîm esmaları, Şâfi isminin burcunda tulu edecek olursa,
Hastalık, nekahat, iyileşme süreçleri zuhur ediyor.
Allah (c.c) evreni bizim için zamanlaştırıyor, ki O’nu tanıyabilelim...
Ademoğluna mühlet verilmese, o neyi öğrenebilir?

İnsan, Rahman’ın suretinde yaratılmıştır. [4]
Esma-i Hüsna’nın en yoğun belirdiği mahluk insandır.
Yetmişin üzerinde isim aynı anda yansımaktadır. [5]
Kainat yüzeyinde Esma’nın en az cilvelendiği yer ise,
Zamanın durma noktasına geldiği karadeliklerdir. [6]

Allah (c.c) her yerde olduğu için hiç bir yerdedir.
Şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir mahlûkata..
Sıfat-ı İlahi (İlahi vasıflar) ise tezahür ettikçe, görünür hale geldikçe,
‘Mekân’ denen fizik ve metafizik âlemin oluşumuna sebebiyet verir.

Kâinat, biz ona ne şekilde nazar edip bakarsak,
O da bize kendisini o bakış açısına göre gösterir.
Örneğin güzel bakan güzel görür,
Güzel gören güzel şeyleri tefekkür eder, hayatından lezzet alır. [7]

Şu durumda kainatı bölmeye çalıştıkça ortaya hiçlik ve abesiyet çıkar.
Fakat nefsi bölerek araladıkça, [8]
Ortaya Esma-i Hüsna’nın çıktığını / belirdiğini fark ederiz.
Yani nefis parçalandıkça, her şey tekliğe ve varlığa ayna olur.
Aslında mânay-ı harfi [9] olduğumuzu fısıldar bizlere…
Yaratıcının o muazzam kâinat kitabının birer harfi olduğumuzu gösterir.
Kendisine mânay-ı ismi [10] nazarıyla bakan, yokluğa ve hiçliğe saplanır.
Her şey o andan itibaren abes olmaya başlar, anlamsızlaşıverir…

Esma-i Hüsna’nın tarafımızca görünür kılınabilmesi için,
Nefsin aralanarak bölünmesi gereklidir.
Ki Esma bu sayede içselleştirilebilsin, seyredilebilsin.
Kişinin mülk hazinesine dahil edilebilsin..

Kainat yani madde işin mülk cihetidir.
Sıfat vasıftır, kainatın üzerinde görünür.
Anlamlandırma çabası için maddeyi parçalarına bölmeye çalıştıkça,
O vasıflar da bir anlamda silinir ve fonda koskoca bir hiçlik görünür.
Ama Allah’ın (c.c) güzel isimleri öyle değildir.
Esma fonun kendisidir, ne kadar bölünse o kadar zengin görünür.
Kainatın yazım dili Esma’dır. [11]
Her bir mahluk, hiyeroglif benzeri üç boyutlu rabbani bir mektuptur.

İnsan öncelikle kâinatı değil nefsini parçalara bölmeye çalışmalıdır.
Perdeleri yırtarak hangisinin daha anlamlı olduğunu,
Bir de bu perspektiften bakarak değerlendirmelidir. [12]


Dip Notlar:

  1. ‘Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen (ayrıntısıyla) beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen (özet olarak) işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır. Şöyle ki: Cenab-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır.

    Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı (ona doğru dayandığını) gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im (nimet veren), san’ata bakıldığı zaman Sâni (sanatkar), esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî (hakiki tesir sahibi) zihne ve fikre gelmelidir.

    Ve keza, nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder (değiştirir). Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder (çevirir). Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata (maddeye) esbab (sebepler) hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir..’

    Mesnevi-i Nuriye / Katre / Mukaddeme / syf: 45

  2. ‘Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet (birlik mührü) koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll (kâinatı bölünme kabul etmez bir bütün) hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüz’üne (kısmına) hakikî mâlik olamaz..’

    Lemalar / 30. Lemanın 4. Nüktesi / syf: 312

  3. Tefariku’l-asâ: Bir bütünün (Hz. Musa (a.s)’nın asâsı gibi) parçalara ayrıldıkça her parçasının işe yaraması, değerlenmesi.

    ‘Evet, kıssa-i Mûsâ meşhur darb-ı meseldeki (ona atfen söylenen) tefariku’l-asâdan daha nâfidir. Nasıl o asa ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Mûsâ dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur’ân yed-i beyza-i mu’cizü’l-beyanıyla (Hz. Musa’nın mucizevi parlak eli gibi olan Kur’anın parlayan beyanıyla) o kıssayı aldı ve suver-i müteaddidede (çeşitli suretlerde) gösterdi. Herbir ciheti hüsn-ü istimâl etti (en güzel şekilde kullandı)..’

    Muhakemat / syf: 95

  4. Hadis-i Kudsî meali

  5. ‘İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. “Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı”nın başında bir nebze izah edilen, insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni’, Hàlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

    Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var..’

    Sözler / 33. Söz / 31. Pencere / syf: 628

  6. Yokluğun uç sınırına yaklaşan karadeliklere, tekillik (singularite) bölgesi denmesi boşuna değildir.

  7. ‘Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır..’

    Mektubat / Hakikat çekirdekleri no: 50 / syf: 457

  8. Nefsin aralanarak parçalanmasından kasıt, Esma’nın iç âlemimize girişine uygun hale getirilmesidir. Tıpkı kapalı olan bir panjurun aralanması suretiyle içeriye ışık huzmelerinin sızmasına imkan verilmesi gibidir. Eğer nefis tamamen kapalı konumda kalırsa, nefs-i emmarededir. Çok az bir aralanma varsa, nefs-i levvamedir. Aralık biraz daha genişse, yani giren ışık içerinin konumunu tanımlayabiliyorsa nefs-i mülhemedir. Panjuru açamaya başladıkça, sırasıyla nefs-i mutmaine, nefs-i razıye, nef-i marziye evrelerine geçilir. Aradaki perdeyi tamamen kaldırmayı başarmış nefis ise, nefs-i natıkadır.

  9. Mâna-yı harfî: Bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mâna.

    ‘Herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir; kendi zâtında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka bakan vecihte(tarafta) ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye var. Mâdum (yok) değil; çünkü sermedî (daimi ve ölümsüz) bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu (şereflendiği) bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir..’

    Mektubat / 15. Mektup / syf: 62 – 63

  10. Mâna-yı ismî: Bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı. Bir şeyin kendi başına taşıdığı anlam.

    ‘Eğer Allah için olsa, Allah’ı bulsa, gayr (O’nun dışında bir şey) kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allah’ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey gayrdır. "Herşey helâk olup gidicidir, O’na bakan yüzü müstesnâ." (Kasas Sûresi: Ayet: 88) kılıcını istimal etmeli (kullanmalı), perdeyi yırtmalı, tâ Onu bulmalı..’

    Mektubat / 15. Mektup / syf: 63

  11. Bilgisayar mühendisleri bilirler, programlama dili (1 – 0) komutlarına göre çalışır. Oluşan görüntü, o komutların sıfatıdır. Büyük bir yanılma ile sıfata esma nazarıyla bakarsak, karşımıza tabii ki anlamsızlık ve abesiyet çıkacaktır..

  12. ‘Cenâb-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlaktır ki (mutlak güç sahibidir ki), adem (yokluk) ve vücut (varlık), kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.

    Hem adem-i mutlak (mutlak yokluk) zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît (kuşatıcı bir ilim) var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin (İlahi ilim dairesinin) harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem (yokluk) ise, adem-i haricîdir (geçici bir yokluktur) ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik “a’yân-ı sâbite” (Allah katındaki gerçek hakikatleri) tabir etmişler. Öyleyse, fenâya (yokluğa) gitmek, muvakkaten (geçici olarak) haricî libasını (dış elbisesini) çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer..’

    Mektubat / 15. Mektup / syf: 62

  02.10.2011

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut