URFA GÜNLERİ 1

Mona İslam

BİR VESİLE İLE üç günlüğüne Urfa’ya geldik. Misafirlik üç gün derler ya, bilmem üç günden midir, yoksa misafirperverliklerinden mi, Urfa’lılar bizi çok güzel ağırladılar.

Bu benim Urfa’ya ilk gelişim. Evvelce çok methini duymuş, çok merak etmiştim. Hava kış şartlarında soğuk burada da, İstanbul’dan pek de farklı değil. Ancak burada kış da olsa solmayan apaydınlık bir güneş var. İstanbul’un kapalı, kasvetli, bulutlu kış havasının bunaltan, insanı karamsar yapan, depresyona meylettiren halinden kat kat güzel. Ben güneşin çocuğuyum. Güneye gittikçe göğsüm genişler, içim ferahlar benim. Endülüs’ten Fransa’ya doğru çıkıp, Paris civarına kadar geldikleri söylenen Arap akıncıları gibiyim. Onlar da güneşin görünmediği Paris havasını beğenmeyip gerisin geri dönmüşler ya. Burada namaz vakitleri anlaşılmaz, burada insanın içini kasvet basar demişler ya. Aynen onlar kadar güneş sevdalısıyım ben de. Güneş varsa mutluyum.

Güneş yoksa, boynum bir çiçek gibi bükülür, güneş açınca yeniden heyecanla yukarı döner başım. Yüce alemlerden bir alamet gibidir güneş bana, umut verir. Neşe tecellileri getirir.

Hava alanından başladı Urfa misafirperverliği. Ben otele taksiyle gideceğiz sanıyordum, ama eşimin arkadaşı Cüneyt Bey sabah çok erken olmasına rağmen bizi almaya gelmiş. Ne kadar güler yüzlü. Cüneyt bey bir avukat. Urfa’nın merkezinde bir bürosu var. İki ortak çalışıyorlar. O daha ziyade kamu davaları ile ilgileniyormuş. Bize yol boyu Urfa’nın kamu binalarını tek tek anlatıyor. Eşim ona takılıyor. “Anladık Cüneyt Urfa’da devlet var. Çok merak ediyorduk!?”

Otele geliyoruz. Cüneyt Bey eşyalarımızı bırakmamızı bekliyor, bizi bir mağaraya kahvaltıya götürecek. Evet, duyunca ben de şaşırıyorum. Urfa’da bir mağara kültürü var. Eskiden bu mağaralar ev olarak kullanılırmış, sonraları modern binalar yapılınca erkekler için toplanma mekanlarına dönüşmüşler. Onlar ‘oda’ diyorlar. “Kadınlar evlerde toplanır, erkekler odalarda.” Sıra geceleri de bu tür yerlerde yapılıyor. Malesef benim birine gitme fırsatım olmadı.

Kahvaltı için geldiğimiz mekan bir tepe yamacına oyulmuş bir restoran aslında, içinde mağara odalar var, ortada da klasik Arap usulü havuzlu bir avlu, gözlerden uzak bir iç bahçe, üstten güneş alıyor. Etrafta çiçekler var, ama yine de içerdesiniz. Arap yaşantısı özellikle kadını içerde tutmak üzere tasarlanmış. Eskiden olsa konak diyebileceğimiz bu yapı, şimdi bir restoran. Halep’te de buna benzer bir otelde kalmıştık. Mağaradan içeri giriyoruz, boyca kısa olmama rağmen benim bile başımı eğmem gerekiyor. Üzerinde kuş sütü eksik bir sofraya bağdaş kurup oturuyoruz. Oda, şark işi yer minderleriyle döşeli. Ayakkabılarımızı mağaranın kapısında bıraktık. Önce üç kişi oturduğu bu sofraya, sonra gelenlerle beraber 7-8 kişi olduk. Ortamdaki tek kadın benim. Cüneyt beyin arkadaşları, eşimin tanıdıkları, tanımayıp da yeni tanıştıkları...

Urfa üzerine espriler yapıyorlar, kendilerine takılıyorlar, çok öz güven sahibi insanlar. Bazen hızlı konuştuklarında, şive sebebi ile, dedikleri anlaşılmıyor. Cüneyt bey az önce bizimle arabadayken daha düzgün konuşuyordu, şimdi hemşehrileri gelince onu da takip edemiyorum. Bana “Yenge siz daha zor konuşuyorsunuz, kelimeleri harf harf telaffuz ediyorsunuz, biz bir seferde çıkarıyoruz ağzımızdan” diyor.Gülüyorum. Kızım şaşkın. İnsanların neşesiyle gülüyor, ama esprileri anladığını sanmıyorum.

Sıkı bir kahvaltıdan sonra bizi Urfa Tv’ye götürüyorlar. Yerel programları yapanlarla tanışıyoruz, stüdyoları geziyoruz. Menengiç kahvesi ikramından sonra kalkıyoruz. Yolumuz Harran’a.

Harran’da, dünyada sadece üç yerde, Suriye’de, İtalya’da ve burda bulunduğu söylenen Harran evlerini görüyoruz. Kubbelerde bir delik var, duman çıkışını sağlıyor. Çamurdan gibi duruyor ama içerisi bir taş mağarayı andırıyor. Şimdi turistik hale gelmiş, içeride incik boncuk satılıyor. Ama görülmeye değer, enteresan yaşama mekanları. Kimi kapılar daha küçük, buralar Efendi odasına açılan kapılarmış, giren mecburen eğilerek giriyor, bu Efendi’ye saygıdanmış. Evin reisine önünde eğilecek kadar saygı beni aşar.

Harran evlerinin dışında hasır taburelere oturup mırra içiyoruz.Mırranın buruk tadından sonra bir mübareği ziyaret edeceğiz. Hayat bin Kays, ya da onların tabiri ile Hayati Harrani türbesine geldik. Bu zatın bir kutup olduğu ve Ensar soyundan geldiği söyleniyor. Sultan Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi dönemlerinde yaşadığı ve bu sultanların ondan dua istedikleri belirtiliyor. Hatta öldükten sonra bile tasarrufu devam ediyormuş. Tıpkı Abdülkadir Geylani, Ma’ruf-u Kerhi,Ukayl bin Münbeci gibi. Tabi bu bir inanç meselesi, öldükten sonra tasarrufa inanır mısınız, bilemem. Orada kendime ve sevdiklerime dua ediyorum. Onun şu sözlerini defterime ve mümkün mertebe aklıma not ediyorum.

“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir."

"Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır."

"Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O'nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O'nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk'ın sevgisini bulundurmalıdır”

"Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O'nu tanımanın) ve Hakk'a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur."

Dışarıda çok sevimli yavru keçiler bizi bekliyor, kahverengi uzun uzun tüylerini okşamak istiyoruz, anneleri çıkageliyor. Çekiniyoruz. Allah her bir varlığın başına bir bekçi dikmiş gibi. Orada hazır ve nazır olduğunun, Kaim olduğunun alameti sanki.

Harran’da dünyanın en eski yedinci şehri olduğu söylenen Sabii’lere yani yıldıza tapanlara ait bir eski şehir var. Şehrin merkezinde bir yüksek kule bulunuyor, bu bir rasat kulesi. Bu kulenin etrafında o zamanın üniversitesi olduğunu öğrendiğimiz bir yıkık bina var. Yıldız bilimi ve her tür tabii bilim burada çalışılıyormuş, üniversitenin bahçesinde yıldızları yerde de görebilecekleri büyük bir havuz bulunuyormuş. Hz. İbrahim’in zamanı mı acaba? Onun kavmi de yıldızlara tapıyordu.

Harran’dan ayrıldık, yolumuz Göbeklitepe denen bir mevkiye. Uzun bir yol gidiyoruz burası adeta yeryüzünün terk edilmiş bir parçası, kilometrelerce ne bir insan ne bir hayvan var. Göbeklitepe hakikaten de tırmanılacak bir tepede. Burayı Almanlar kazıp bulmuş, taş devrine ait olduğu söyleniyor. Merkezinde bir tapınak var, elbette o zamanlar da tapınaklar şehirlerin kalbine yapılırmış. Dikili taşların üzerine tilki, domuz gibi hayvan figürleri kazınmış, belki taptıkları birşeyler, belki de kabile sembolleri. Yukarıda en yüksek mevkiye taşlar yığılarak yapılmış iki mezar bulunuyor. Yan yana, sanki bir karı kocanın mezarı gibi. Arkadaşlar “Adem ve Havva belki de burada gömülmüştür”diye şakalaşıyorlar. Burası yeryüzünde şimdiye dek tarih algısını değiştirecek denli eski bir şehir, günümüzden 11000 yıl öncesine ait bir tarih zikrediliyor. Yazılan Almanca Türkçe metne bakıyoruz. İnsanların avcılıktan tarıma geçtikleri ilk dönemmiş. Neolitik dönem de deniliyor. Aşağıda tarla olarak kullanılabilecek uçsuz bucaksız düzlükler var. Gruptan ayrılıp ufka bakıyorum. Onlar arabaya doğru gidiyorlar. Sessizlik, müthiş!

Yol uzun sürünce, haliyle yorgunuz, zaten sabah beşte kalkmıştık. Şehir merkezine yöneliyoruz, vakit akşama akıyor, gün batımında yemeğimizi yiyoruz. Eşim arkadaşlarıyla birtakım yerlere uğrayacak, biz kızımla otele dönüyoruz. Zaten öyle yorulduk ki, yatar yatmaz uyuyoruz.

  14.03.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut