<İ>CÖMERTLİK SAYESİNDE dışta var olmamız mümkün oldu
Hatta biz gerçekte cömertlikten mazhar olduk (İbn’ül Arabi)
İbn’ül Arabi bu sözlerle başlıyor cömertliği anlatmaya. Anlatan, ailesinden kalan tüm mal varlığını infak etmiş bir zât olunca, ve ortaya koyduğu yüzlerce kitap göz önüne alınınca, malca da ilimce de ne denli cömert olduğu anlaşılıyor. Bu önemli, zira insana ancak bir şeyi bizzat uygulayanın öğüdü tesir ediyor. İbn’ül Arabi’nin cömertliği, kendi zamanına münhasır da kalmıyor. Bugüne, bize kadar uzanıyor. Kitapları bir yana, ben bittecrübe biliyorum ki, Şeyh halen şahs-ı manevisiyle de himmet sahibi, tasarrufu halen devam ediyor. Hala boğazımıza düğümlü kederlerimizi yudum yudum içirdiği suyla gideriyor. Bizi düştüğümüz yerlerden kaldırıyor. Yorulmuş kalbimize muhabbetle dokunuyor ve bize yeniden sevebilme gücü zerk ediyor. Benim şahitliğim ne ki, ama şahidim ki Şeyh-ül Ekber çok cömert.
Şöyle başlıyor cömertliği anlatmaya:
“Varlık cömertlikten meydana geldi. Kelimeyle aynı kökten cevd ise bol yağmur demektir. Kelime cezebe’nin cebeze’den bozulması gibi, vecede’den bozularak cevede haline gelmiştir. Harfleri de anlamda ortak ve birdir.” |
Hatırlıyorum, Arapça’da bir kelimenin kök harfleri yer değiştirdiğinde hasıl olan kelime ile önceki arasında bir ilişki bulunduğu söyleniyordu. Kemal ile kelam arasındaki gibi. Bu kez karşımıza ‘vecede’ var etti, varlık verdi, buldu, oldu, kıldı, gibi manalara gelen bir kelime ile ‘cevede’ cömert oldu, cömertlik etti, bol bol verdi anlamları çıkıyor. Bir şeyi vermek ile onu var kılmak arasında bir ilişki vaz ediliyor. Tıpkı ‘Sizi de amellerinizi de yaratan O’dur’ cümlesinde denildiği gibi. Var kılmak sadece bizi yaratmakla bitmiyor, her an her ihtiyacımızı vermek ve bizden hasıl olanı da yaratmak şekline ortaya çıkıyor. Allah’ın vücud vermesi Kayyum ismi ile süreklilik arz ettiği gibi cömertliği de süreklilik arz ediyor.
“Buna göre Hakkın mazharlar demek olan dış varlıklardaki cömertliği onlarda zuhur etmesine yöneliktir. Mazharların kendilerinde zuhur edene yönelik cömertlikleri ise, istidatlarıyla kendisine verdikleri şeyle ilgilidir.(Burada sözü edilen Füsus-ul Hikem’de ayan-ı sabite bahsinde tafsilatıyla anlatılanir tür bilgi,başka bir isimlendirmeyle malum- madum. Biliniyor ki, ilim maluma tabidir, Allah da isimlerini varlıkta varlığın istidadıyla kendisine verdiği bilgi ile tezahür ettirir, buna dilerseniz bilgi, dilerseniz dua deyiniz,varlığın ayan-ı sabitesi bu bilgiyi verir, bu duayı eder.*) Bu ise kendilerine kazandırdığı ilahi isimlerle Onu övmektir. Öyleyse Hakk’ın cömertliği zatından kaynaklanan bir ihsan iken varlıkların cömertliği ihsan değil zatidir. İşte bu iki cömertlik arasındaki farktır. Bu sufilerin cömertlik hakkında söyledikleri ‘cûd istemeden vermektir’ sözlerinin anlamıdır.” |
Bunun anlamı Hakk’ın varlık vermesinin yahut mazharlardaki zuhurunun devamının mecburi olmadığı, ancak bir ihsan ve bir lütuf olduğudur. Oysa varlıklar için istidatlarında ne varsa, ayn-ı sabitelerinde hangi bilgi mevcutsa, ki bu da Hakk’a ait bir bilgidir,tabir-i diğerle ne için programlanmışlarsa, o olmak, onun için çabalamak, onu arzu etmek, ona yönelmek, ve Hak’tan onu istemek zorunludur, zâtîdir. Bu yüzden böyle dua ederler, ve dualarına icabet edip istediklerini verdiğinde Hakk’ı bu sıfatlarla överler. Bu onlardan Hakk’a ulaşan şeydir. Dua ve övgü. Mahluk ancak bunu verir. Onun cömertliği budur. Zira tüm varlığı budur. O duadan ve övgüden başka nedir ki?
Nasıl ki Hakk, bilgisindeki varlıkları onlar henüz istemeyi bilmezken var etmiştir. Onun varlık vermesi cûdundandır. İstemeden vermesindendir. Varlıkların duası ve hamdi de istemeden yapılan bir şeydir. Zira Hakk’ın varlıklardan bu anlamdaki zati duayı istemeye yahut hamdi talep etmesine gerek yoktur, onlar bunu şuurlu-şuursuz, mümin-kafir, zaten var olarak ve var kalmayı dileyerek, ve varlıkta birtakım sıfatları üzerlerinde taşıyarak yaparlar. Bu ‘Her şey onu hamd ile tesbih etmekte’ ayetindeki gibidir.
Bir başka cömertlik türü ise keremdir. Kerem, istekten sonra vermektir. Cûd Rahman ismine benzetilirse, kerem Rahim ismine benzer. Burada isteme iki türlüdür. Hal ile isteme, söz ile isteme. Hal ile istemek iki tarafın bilgisine göre meydana gelir.(Yani kul ihtiyacını bilir, eksiğini fark eder, ancak bunu sözlü olarak dile getirmez, yahut ister de kimden istediğini şaşırır.)Kulun sözle istemesi ise malumdur. Her tür sözlü talep bunun içine girer. Bunun karşılığı Rabbin kuldan sözlü olarak veya sözsüz istediği şeylerdir. Bunlar kimi zaman ‘namaz kıl’ ‘zekat ver’ gibi şer’i buyruklardır, kelamidir. Kimi zaman da hayatta karşımıza çıkan zorunluluklardır, tekvinidir. Kulun bunlara müspet cevap vermesi de keremdir. Böylece Allah kula ikram ettiği gibi kul da Allah’a ikram eder.
Bir varlığın bir şeye olan ihtiyacını bilirseniz ve bunu karşılayacak gücünüz varsa ona hacetini vermelisiniz. Bunu sizden istemeden yaparsanız sizde Cevvad ismi, onun istemesiyle yaparsanız Kerim ismi tecelli edecektir. Bazen varlıklar hacetlerini bilmeyebilirler, şayet siz bilirseniz, ki bilgi sorumluluktur, onları istemek zorunda bırakmadan vermelisiniz ki sizin de bilmediğiniz ama hacetiniz olan şeyler size el Cevvad’dan indirilsin. Şayet o varlık da ihtiyacının farkındaysa ve bunu belki farkındalığın verdiği halle, belki de hacetin şiddetinden sözle istiyorsa o zaman muhakkak vermelisiniz o taktirde siz de el kerim’den yüz akıyla isteyebilirsiniz. Bunu da yapmıyorsanız, kimden neyi ne yüzle isteyecek, istemeseniz de başınıza iyi şeylerin gelmesini nasıl ümit edeceksiniz?
Bu hususta farzlar ve nafileler örnek olarak verilir. Farzlar istenilmiş olduğundan keremdendir, nafileler ise cûddandır. Çünkü kul bunları zorunluluk olmadan, talep olmadan yapar. Ancak Şeyh’in belirttiği gibi, bu ayırım, Efendimiz(sav) ve onun yolundan giden büyük veliler için böyle değildir. “Senin için nafile olarak gece teheccüt namazına kalk, umulur ki Rabb’in seni makam-ı mahmuda ulaştırır”(İsra 17/79) ayetinde denildiği üzere bizim için nafile olan bir ibadet Rasulullah için vecibe haline getirilmiş sözlü olarak talep edilmiştir. O artık nafilede de kerem sahibidir. Yaptığı her şey onun için bir zorunluluktur. O öyle hisseder. Bu da tam kulluğun, makam-ı abdiyyetin ne olduğu hakkında bize ipucu verir.
Onun risaleti de hem cûdu hem keremi içinde barındırır. Bazen size ummadığınız yerden el verir, bazen de çocuk gibi ağlarsınız, gözyaşınızı silmeye o hemen geliverir. Onun bizim gözyaşımıza dayanabildiği vaki değildir.
Bir diğer cömertlik ise sehâdır. Ondan bir sonraki yazıda bahs edelim…