“YAZAMADIĞIM BU günlerde, bir yandan sıcak gündemi takip ettim, gündeme dair yazılıp çizilenlere, yapılan yorumlara, ortaya konulan analizlere baktım. Bir yandan da, zihnimin bir kenarında, âdeta sürekli bir fon müziği gibi, hep Bediüzzaman’ın Münazarat’ını duyageldim. Yüz yıl önce Münazarat’ta yazılanların derinliği ve hayatîliği ortadaydı. ‘Hürriyet’ üzerine o vurgu, ‘kanunda inhisar-ı kuvvet’ üzerine o hassasiyet, ‘istibdad’a karşı o kararlı muhalefet, alttan alta kendisini ifşa eden o harikulâde ontolojik zeminiyle birlikte, bugün yaşananlar karşısında, bir kez daha derinlemesine bir anlam kazanıyordu.
Bediüzzaman’ın Münazarat’ından zihnime düşenler ile hazır zamana dair güncel analiz ve yorumlardan zihnime üşüşenler arasında bir karşılaştırma yapmaya giriştiğimde, utandım. Evet, tek kelimeyle, utandım. İki ay boyunca bu vesileyle yaşadığım utancı, ömrüm boyunca unutabileceğimi sanmıyorum ve unutmak da istemiyorum.”
Bir yıl önce, 22 Haziran 2007 tarihli yazımda, bu satırlarla anlatmıştım 27 Nisan bildirisiyle başlayan anormal sürecin içinde iki ay boyu yaşadığım halet-i ruhiyeyi.
“Utandım, çünkü Münazarat yazmış, “Hürriyete Hitap” etmiş bir Bediüzzaman’a talebelik iddia edenler değildi şu yaşanan “Hürriyete Müdahale” zemininde münazara ve mübareze meydanında dimdik duranlar. Yaşanan süreçte en sağlam ve entellektüel açıdan en yetkin direnci gösterenlerin yüzyıl önce Münazarat’ı yazmış bir üstadın talebeleri olması beklenirdi; ama hani neredeydi yazdıklarımız, neydi söylediğimiz, nasıldı sürece dair analizimiz.”
Böyle devam ediyordu yazı. “Buna karşılık, yüz yıl önce “Hürriyete Hitap” etmiş Bediüzzaman’ın takipçisi olması gereken bizlerin nutku tutulmuştu işte. Münazarat yazmış Bediüzzaman’ın talebeleri yoktu münazara meydanında.Utancım da bu yüzden zaten. Nankörlük ettiğimi, bu süreçte bizim canipte yazılıp çizilen nice şeyi görmezden geldiğimi söylemeyin lütfen. Tarifimize dikkat edin: ‘Psikolojik açıdan en kararlı ve entellektüel açıdan en sağlam direnç’ten söz ediyorum—öfke yüklü bir sinirlilikten, entellektüel temeli olmayan hamaset ve duygusallık yüklü bir söylemden, ‘kökler’i ustalıkla irdeleyemeden ortadaki ‘meyve’den söz eden sathî bir bakıştan değil...”
Başkaca satırlarla devam eden bu yazının bitiş cümleleri ise, şu şekildeydi: “Bu zaafiyeti ayan-beyan gördüm şu iki aylık süreç içerisinde. Gördüm ve kendimizden utandım. Münazarat yazmış bir Bediüzzaman’ın sözümona takipçileri olarak şu hâl-i pürmelâlimizden. Bir yanda gerçekte ‘abim bilir, hocam bilir’ anlamı taşıyan ‘cemaatî doğrular’ın dilini titrek, kalbini korkak, aklını durgun kıldığı kalem erbabı, öte tarafta kahrolası bir bireyselliğin girdabında bana düşmez rehavetine yaslanıp düşünce üstüne düşünce koyamayan ‘bağımsız’ Nur talebesi ‘birey’ler... Münazarat yazmış bir Bediüzzaman’ın mirasının, yüz yıl sonra böyle bir tabloyu hak ettiğini sanmıyorum...”
Yüreğimden kopup gelen satırlardı bunlar... Ve bu satırlar içinde bilhassa sondan ikinci satırda yer alan bir ifade, doğrudan benim gibi insanların bilhassa ‘utanması gereken’ veçheyi işaretler nitelikteydi: “öte tarafta, kahrolası bir bireyselliğin girdabında ‘bana düşmez’ rehavetine yaslanıp düşünce üstüne düşünce koyamayan ‘bağımsız’ Nur talebesi ‘birey’ler...”
Ne kadar anlaşıldı bilmem, ama bu ifade bilhassa, taammüden, tam bir kasdla o yazıya konulmuştu; ve Risale câmiası içinde yaşanan her za’fiyeti cemaatlerin temsil za’fiyetine bağlamaya meyyal sözümona ‘eleştirel duruş’un sahiplerini de eleştirinin kapsama alanına alıyordu.
Ferdiyeti boğan bir cemaatçiliğe eleştiri getirdiğimiz kadar, farklılık içinde birliği başaramayan bir ‘ferdiyetçiliğin’ zemmine dairdi bu... Kahrolası bir bireyselliğin girdabında, düşünce üstüne düşünce koyamayan ‘bağımsız’ bireyler...
Bana bu ifadeleri yazdıran hissiyatı ve fikriyatı, hasbelkader, bir arkadaşımla da paylaştım. Bu perişan halin, farklılık içinde birliği mümkün kılan bir ‘düşünce platformu’yla aşılabileceği; bu platformun hangi cemaate mensup olursa olsun, yahut hangi cemaate mensup olmazsa olmasın, Risale-i Nur namına düşünce üretme çabası içinde olan herkese açık bir think-tank işlevi görebileceği, böylece farklılık içinde bir ortak akıl ve ortak inisiyatif hasıl olabileceği yönündeki düşüncemi açtım kendisine.
Nitekim, böyle bir teşebbüsün ilk adımı olarak, iki ismin daha dahil olduğu bir ön görüşme planladık. Bu görüşmede beşinci bir ismi de görmek, benim için bir sürprizdi; rahatsız olmadım değil, ama benim rahatsız olduğum bir husustan hayır çıkabileceği, belki böylece bir (ön)yargımın da izale olabileceği umudunu da içimde taşıdım.
Bu görüşmede, bu topraklarda ızdırabı çekilen çok meselede Risale-i Nur müellifinin getirdiği açılımın dile gelebilmesi ihtimali üzerinde duruldu. Bu meyanda, öncelikli bir mesele olarak, Bediüzzaman’ın siyasete dair tesbitlerinin bir seçim hengâmında mevcut şartlara tercüme edildiği bir bildiri ile yola koyulabilineceği konuşuldu. Temel ölçüleri konuştuk bu bildiriye dair. Beşinci ismin bildiriyi yazması gerekir dediği kişi benim kaleme almam konusunda ısrar edince, bildirinin bu görüşmede konuşulan hususlar dahilinde yazımı tarafımca gerçekleşti. Sonra, bir başka ortamda bu taslak metin müzakere edildi; bir başka arkadaşımız bu müzakereye göre bildiriye son şeklini verdi.
Seçim hengâmından sonra ise, daha uzun soluklu meseleler için mesai sarfetmek üzere sözünü ettiğim bu ‘düşünce platformu’nu tahakkuk ettirebilme umuduyla bir toplantımız oldu.
Bu toplantıdan önce ise, benim, hayatımın kritik dönemeçlerinde istişaresinden istifade ettiğim bir arkadaşımla yapmış olduğum bir görüşme vardı. Onunla, böylesi bir platform için, olması gerektiğine inandığı bir meseleye yüreğini koyabilen benim gibi isimlere ihtiyaç olduğu; ama esasen bir ‘organizasyon yeteneği’ gerektiren böyle bir platformda benim gibi isimlerin ‘merkezde’ değil fikriyle ve yüreğiyle katkı sağlayan bir ‘yardımcı’ konumunda olmasının hayırlı olacağı hususunu konuştuk. Bu istişare mucibince, toplantıya giderken, önereceğim husus belli idi: Benim bu platformda ismimle, fikrimle, yüreğimle katkım ve yardımım olsun, ama işin başında ve merkezinde şu ve şu evsafa sahip şöyle şöyle isimler bulunsun.
Bu düşüncelerle gittiğim toplantıda, yine beş kişi idik. Beşinci isim tarafından, önce, karakalem.net’te bu bildiri hakkında yazmış olduğum yazıyla ‘bildiriyi kendime mal etmek’le eleştirildim. Kabul etti etmedi bilmiyorum, ilgili yazının meramını ve maksadını ifade ettim; ve böyle bir zannın uygunsuzluğunu dile getirdim. Sonrasında, sözü oluşması lüzumuna inandığımız düşünce platformuna getirdiğimde, aynı beşinci isim bu işin merkezinde olması gereken kişilerden önce, ‘olmaması gereken’ kişilerin evsafına dair konuştu. Özetle, denilmek istenen, “Metin Karabaşoğlu olmasın” idi. Hatta, yanılmıyorsam, bunu bir cümlede açıkça da söyledi.
Aynı niyet ve tavsifle olmasa da, aynı düşünceyi dile getirdiğimde, bir derece şaşırdığını sanıyorum. Bir ilaveyle, orada bulunan iki ismin, böylesi bir platformun merkezinde yer alması yönündeki kanaatimi gerekçeleriyle dile getirdim. Dahası, benimle kişisel sorunları olan, ciddi şekilde rencide olduğum tecrübeler yaşadığım bazı isimleri de böyle bir platformda muhakkak görmek istediğimi belirttim. Bir ortak maslahat için şahsî meselelerimizi aşabilmemiz gerektiğini de belirterek...
Bu platformun merkezinde olmasını teklif ettiğim iki isimden ikincisi, toplantıdan ayrılırken, benim toplantıdaki performansımın kendisini şaşırttığını söyledi bana. Belli ki, evvelce hakkımda başka şeyler konuşulmuş; birilerince, benim bu meseleye baş olmanın hesabına düşeceğim vehmolunmuştu. Dahası, şahsî gerilimlerimi de işin içine katıp, bazı isimlere önerilse de tavır koyacağım...
İlgili arkadaş benim bu tahminleri boşta bırakan performansım karşısında sevinmişti; ama bu duyduklarım beni üzecekti. Şahsıma dair nasıl silinmez bir önyargı, nasıl bir emniyetsiz ruh hali vardı ki birinde ve birilerinde; işte yine, on yıl önce bir başka teşebbüste yaşandığı üzere, bu ruh hali bir hayırlı hizmeti dahi muhtemelen ketmedecekti.
Yaklaşık bir yıl geçti, bir daha toplanamadık nitekim. İlgili arkadaşı başka bir zeminde tekrar gördüğümde, üstlendikleri vazifeyi hatırlattım. O ise, harekete geçme şevkini kıran tereddütlerden bahsetti. Biraz daha açmasını istediğimde gördüm ki, gariptir, hâlâ daha merkezinde ben vardım tereddüdün; benimle ilgili yargıların adresi de aynı kapıya çıkıyordu...
Böyle bir düşünce platformunun lüzumuna dün inandım, bugün inanıyorum, yarın da inanıyor olacağım.
Ama Bediüzzaman “Suizan maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler” derken, aramızda ‘emniyetin tesisi’nden söz ederken, ‘ruhların tenasübü’ne dikkat çekerken ne kadar da haklı...
Peki ben, bir yıl önce ilgili yazımda “kahrolası bir bireyselliğin girdabında ‘bana düşmez’ rehavetine kapılıp düşünce üstüne düşünce koyamayan ‘bağımsız’ ‘birey’ler”den dert yanışımda haksız mıyım?