Risale-i Nur'da, İmandaki Hassasiyetler: Onuncu Nota - 2

Halil Köprücüoğlu

    ……

  1. Bence bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için ayrıca ENE Risalesinin açılımlarına, izahlarına da ihtiyaç var. (30.Söz–241) İnsanın eneyi muhakkak çözmesi, çok iyi anlaması lazımdır.

    İnsan, kendisinde pek çok harika sıfatların bulunduğunu, çok güçlü vasıflarla adeta donatıldığını bilir. Ancak bütün bunlar Rabbimizi, O’nun mutlak ilim ve kudretini, bütün esmasıyla birlikte O’nun yarattığı eserlerden tanımamız, kavrayabilmemiz, mukayese ederek algılayabilmemiz için, ölçü cihazları olarak verilmiştir. Çünkü ihata edilemeyen büyük hakikatler ancak mukayese imkânıyla idrak edilebilmektedir. Bu mana çok zaruri bir meseledir. Muhakkak tereddütsüz olarak kavranmalıdır.(Konumuz bu olmadığından daha fazla üzerinde duramayacağız. İlgili bahsin okunması tavsiye edilir.)

    İnsanın, herhangi bir şeyin meydana getirilmesinde acz içinde olduğunu, hayırları ve her şeyi Allah’ın yarattığı anlamını tam olarak bilmesi zaruridir. Eğer insan Eneyi böyle anlar, acz ve fakrını tam kavrarsa, Marifetullahın şahitleriyle muhatap oluşu da elbette çok farklılaşır. Onlara tenkitsiz müteveccih olur.

    Ayni meselenin 23.Sözde de bir başka veçhesi işlenir. Bediüzzaman Hazretleri, kendine güvenen insanın Vahye teslim olmadan akıl feneriyle etrafına bakarken, gerçeği göremediğini, aksine dehşet aldığını anlatır. Daha sonra ise: “Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, her şeyin hakikatini gösterdi.” diyerek, ene anlaşılınca meydana çıkan çok önemli farklılığı ortaya koyar.(133)

    Ene ile birlikte belki ZERRE bahsi, hatta A.Kübra, 32.Söz, Tabiat Risalesi, 33 Pencere, Hüve Nüktesi gibi birçok dersle Tevhid hakikati tam anlaşılmalıdır. Hatta bu meselelerin iktiran, bîtarafane muhakeme, inkar edenlerin çokluğu gibi pek çok çeldiricileri de iyice kavranmalıdır. İnsanın ve bütün sebeplerin acz ve fakr içinde oluşu, tam idrak edilmelidir ki bu sayede Cenab-ı Hakkın, her şeyi ihata eden mutlak seviyedeki İlim, İrade ve Kudreti bütün haşmetiyle kolayca anlaşılsın.

    Böyle olunca da bütün varlıklarla Allah adına muhatap oluş, mana-yı harfiyle onlara bakış kolayca gerçekleşir, mesele kökten biter. Kâinattan ruhumuzla muhatap olan her şey artık Marifetullaha kolayca inkılâp ediverir.

    Yani Marifetullah şahitleri, sadece Müsebbib-ül Esbab olan Allah’ı bize gösterebilecek pencereler gibidir. Yaratıcımızı algılamamıza mani olmaya çalışan çeldiricilerin ortaya çıkardığı şüpheleri silecek kuvvet ve kıymettedir. Ve kâinat, atom altı maddelerden galaksilere kadar böyle delillerle doludur. Fakat bu pencerelerden bakmak ve görmek için imanla teçhiz olmaya ihtiyaç vardır.İşte R.Nurdaki Tevhid bahisleri bizi o imanla teçhiz eder.

  2. Bu konu 24. Sözün bir bölümüyle de ilgili gibidir. ZÜHRE, KATRE, REŞHA meslekleri ile ortaya konulan 2.Daldaki harika manalarla, mükemmel izahlarla, insanların feyz almada, çok farklı sebeplerle kendisini nasıl zayıflattığı, zayıflatabileceği gösterilmiştir.

    Ancak Reşha mesleğinde bulunan usullere, kaidelere uyulduğunda kemale erişilmekte; hakikate, realiteye kolayca yaklaşılmakta; en üst seviyede feyz alınmakta, alınabilmektedir. Şöyle ki: (Lütfen aşağıdaki metni, yukarıda anlatılanların ışığı altında okumaya çalışın. Metin R.Nur metni, paragraf içlerinde yazılı bölümler de bana ait notlardır)

    “İşte REŞHA-misal üçüncü arkadaşınız ki,

    • hem fakirdir, hem renksizdir. (Fakr-acz önemi düşünülmelidir)

    • Güneş'in hararetiyle

    • çabuk tebahhur eder,

    • enaniyetini bırakır,

    • buhara biner,

    • havaya çıkar. (Hakikate yanaşır. İyi algılama imkanını sahip olur.)

    • İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır,

    (İmanlı bakış her şeyi aslına uygun gösterir.

    23.Sözdeki köprü ve yere çarpılan el feneri de hatırlanmalı…)

    • ziya ile nura döner. ( O’nun adına bakma)

    • ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

    Ey Reşha-misal! Madem

    1.doğrudan doğruya Güneş'e âyinedarlık ediyorsun,

    • sen hangi mertebede bulunsan bulun,

    • ayn-ı Şems'e karşı

    • aynelyakîn bir tarzda,

    • safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. (İmanlı göz bulur, bulabilir.)

    2. Hem o Şems'in âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkilat çekmeyeceksin.

    Ona lâyık haşmetli evsafını tereddüdsüz verebilirsin.

    (Marifetullahta terakki, tahkiki iman bu hali çok geliştirir)

    3. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte,

    hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez.

    (Çiçek gibi sadece kendindeki renklerle değil,

    Kamerin yansıttığı ışıkla Güneşi bilenler gibi değildr;

    bizzat Güneşle bütün hasletlerleriyle … muhataptır )

    Seni

    1. ne berzahların darlığı,

    2. ne kabiliyetlerin kaydı,

    3. ne âyinelerin küçüklüğü

    • seni şaşırtmaz;

    • hilaf-ı hakikate sevketmez.

    (Esasen bütün insanlara Allah’ı algılama kabiliyeti, istidatlarını inkişaf ettirme imkanları verilmiştir. Ayrıca İhlaslı davranmanın önemini de düşünmek yerinde olur.)

    *Çünki sen:

    • safi,

    • hâlis,

    • doğrudan doğruya

    ona baktığın için anlamışsın ki, (Burası çok önemli ve 10. Nota’yı hatırlatıyor)

    • mazharlarda görünen ve

    • âyinelerde müşahede olunan Güneş değil,

    • belki bir nevi cilveleridir,

    • bir çeşit renkli akisleridir.

    Çendan o akisler onun ünvanlarıdır, Fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar” (147)

  3. Bilgilerimiz, tatbikatımız, fiili hallerimiz zamanla bizde Şartlı Reflekslere benzer davranışlar oluşturmakta, hayatımızı şekillendirecek fıtri hallere dönüşmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin, İ.İcazda, “İbadetin dünya hayatına ait faydalarını “anlatırken söylediği “Akaidi ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ibadettir.” meselesi bunun çok daha sarih bir ifadesidir. .”(1215)

    Pavlov’un köpeği zil ve yemek manalarını uzun süre beraber algıladıktan sonra onda öyle bir hal oluşmuştur ki artık yemek verilmeden, sadece zil sesine ağzından salyalar akıtmaktadır. Hisleriyle birlikte, biyolojisi bile devreye girmiş, onda refleks halinde davranışlar oluşturmuştur.

    Bütün kabalığına rağmen bunun kadar garip bir durum da sokaklarda tefle oynatılan ayılarda görülmüştür. Etrafı duvarla çevrili, zemini elektrik geçiren sacla kaplanmış bir yerde tutulan ayının ayaklarına, çalınan tefle, her darbede elektrik gelmesi sağlanınca; zaman içinde ayıcık, ayni Pavlov’un köpeği gibi etkilenmiş ve tamamen elektriksiz bir zeminde tef sesine, oynama davranışıyla karşılık vermiştir. İlim, bunun şartlı refleks olduğunu söylemektedir.

    Ben çocukluktan çıktığım yıllarda mahallemizde çok bilardo oynayan bir büyüğün, “Yolda gördüğü insanları bile top gibi görüp sayı çekmeye kalktığını” anlatırken, dinlemiş; bu anlattığı garip şeylere çok hayret etmiştim.

    Bu durumu tavla oynamaya müptela olan bir arkadaşımın, eski, kömürlü trenlerle Salihli-Manisa arasında kısa seyahatler yaparken, yer arama esnasında kompartımanların kapılarını açıp bakarken “Caru se” veya “Hep yek” gibi tavla oyunu tabirlerini kullandığını duyunca da yaşamış ve çok şaşırmıştım. Bir defasında sorunca “Ben kompartımana bakınca, orayı tavla kutusu, oturan kişileri de tavla pulu gibi görüp, tavla oyunundaki gibi kapı almak için, zarlarla kaç kaç atmak gerektiğini düşünmeden edemiyorum” diye cevap vermişti. O günlerde bu garip meseleyi tam değerlendirememiştim.

    Bu iki hadisede olduğu gibi insanlar da Pavlov’un anlattığı şartlı refleks meselesindeki ayni özellikleri sergilemektedirler. Düzgün bir hayat yaşarlarsa bu onlarda düzgün fikirlerin oluşmasına; farklı hayat yaşarlarsa bu da onlarda o yaşayışa uygun davranışlara sebep olmaktadır.

    İbadet edenler, ibadet eden diğerlerinin farkına varmakta, bunu kolayca kavramaktadırlar. Bu onlarda zamanla bu konudaki fikirlerinin kavileşmesine, itikat haline gelmesine vesiledir. Yani artık bu haller, bu düşünceler o fertlerde davranış haline gelen, niyetsiz bile tezahür eden, karaktere dönüşmüş reflekslerdir. Yoksa “O tarakta bezi olmayanın bunu anlaması elbette imkânsızdır.” İbadet ve itaatle hem-dem olmalı ki bu manaları idrak eder hale gelebilelim.

  4. Ayrıca, Bediüzzaman Hazretleri Lemaat’ te yazdığı, Birbiriyle Mültebis DİMAĞ MERTEBELERİ ile bilginin, nasıl yaptırım gücüne ulaşabileceğini anlatmakta; niyetsiz ulaşılan hallere kavuşmanın fıtri basamaklarını sıralamaktadır. Yani insan Tahayyül, Tasavvur, Taakkul, Tasdik, İz’an, İltizam ve İtikat mertebelerinde, DOLU DOLU YAŞADIĞI bir seyir takip derse; ondaki bilgi, davranış haline, reflekse, karaktere dönüşür demektedir. Bu çok daha basit ve anlaşılır bir açılım getirmektedir. Bilgiyle ilgili davranış kalitesinin artması da hep Bediüzzaman’ın “Dimağdaki Birbiriyle Mültebis Mertebelerle” anlattığı basamakların sıhhatli olarak aşılması, yaşanması ile alakalı ve doğru orantılıdır. Dimağ önemli bir hazinedir. Ancak onun yapısında bu basamaklara riayetle ilgili zarurî bir usul vardır.

    Açıkçası bizim bu “Dimağ Mertebeleri” meselesini iyi kavramamız, bu mertebeleri doğru dürüst gerçekleştirmemiz, yani İmâni meselelere eğilip onlarla ilgili zihin yormamız, ciddi meşgul olmamız, yeterli birikim oluşmasını sağlamamız gerekmektedir.

    Bu konuda TAHAYYÜL ve TASAVURLARI olanlar zamanla algıları ve birikimleri üzerinde TAAKKUL ederlerse, akli değerlendirmeler sonrası TASTİK makamına sıhhatli bir şekilde ulaşırlar. Daha sonra ise elbette Kalp ve Ruhun kabullenmesi, sezip teslim olması, tasdik etmesi anlamında İZAN mertebesine kolayca çıkabilirler. Hele bu insanlar, bütün kazanılanların tesiriyle İLTİZAM makamında İslam’ı yaşarlar, fiili şekilde bazı yaptırımları tatbik ederlerse İTİKAT mertebesi, elbette gelinecek son üstün hal olarak onlara nasip olur.

    6.Şua’da Tahiyyatı anlatırken tahayyül ve tasavvurla insanın nerelere kadar gidebildiğine bir bakmak lazım. Bu mesele o zaman daha kolay anlaşılır.(893) (Sitemizde bulunan bu konudaki “Bilginin yaptırım gücüne ulaşması” yazılarıma bakılmasını da tavsiye ederim)

    Evet, dimağdaki bilginin en üst mertebesi olan İTİKAT, bilgi mertebelerinin en sonunda gelir. Bu mertebede insan zirveye, kemale ulaşır. Sadece ciddi ve halis bir teslimiyetle de bütün diğer basamakları atlayıp, İtikat makamına çıkarak, salabeti, bilgiye uymada ciddiyet ve sağlamlığı elde edebilenler de vardır. Veysel Karani’nin, o harika duasında söyledikleri, bu mertebeye gelişin çok farklı ifadeleri olsa gerektir. (298)

  5. Bediüzzaman’ın “Niyet, bir cihetle fıtrî amelin ölümüdür.” fikrine bu konu için tekrar ancak farklı bir tarzda dönmek de zaruridir. Her ne kadar bu fikir, düz mantıkla, NİYETİN, tevazu, tekebbür, ferahlanmak gibi manalar için olunca, fıtriliği bozduğunu, onları ifsat edip belki de yok ettiğini anlatan orijinal bir düşüncedir. Yapılanlar artık tevazudan, tekebbürden, ferah duymaktan öte bir şeylerdir. (Mesn.1348) Ancak bunun bize bir de başka açıdan anlattığı önemli bir mana daha vardır.

    İnsanda İtikat haline gelmeyen, refleks şekline dönüşemeyen düşünceler; ancak niyetle davranışa dönüşebiliyor ise “Niyet, bir cihetle fıtrî amelin ölümüdür. “ sözü bir başka anlamda gerçek oluyor demektir.

    Hâlâ İtikada dönüşememiş, derinleşememiş, ilgili basamakları massederek aşamamış bilgiler, yaptırım gücü bakımından çok zayıftırlar. Bu sebeple İtikat seviyesindeki bir bilgi, en güçlü halde, yaptırım gücü en üst seviyede bulunmaktadır. Onun tezahürleri, reflekslerimiz gibi fıtrî haldedir. Tezahürü için ayrı bir düşünceye, niyete ihtiyaç yoktur.

    Bu merhaledeki insan, Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “Vazife, denince arkasına hiç bakmadan öne çıkıp ben varım der.” Düşünmeden, başkalarının vazifeye talip olup olmayacaklarına bakmadan, nefsinde birçok mazeretler üretmeden hemen vazifeye talip olur.

    Hz. Ebubekir’in (RA), Miraç konusunda ASM.’ın söyledikleriyle ilgili olarak hiç düşünmeden, tetkik etmeden, adeta refleks olarak: ” O söylemişse öyledir, ben O’nunla ilgili olarak daha ötelerine de inanıyorum” manasında ifadeler kullanması bu konunun da en güzel tezahürü olarak görülebilir.

    Fakat bizler, çok delillere rağmen hâlâ tereddütler içindeysek, Vahyin ve Sünnetin emir ve tavsiyelerine rağmen uygun davranışları adeta refleks gibi gerçekleştiremiyorsak, niyetlerle ancak gerçekleştirebiliyorsak galiba biraz korkmamız lazım geldiğinin de farkında olmalıyız. Biraz ıslaha, gayrete, çabalamaya ihtiyacımız olduğu açık bir realitedir.

    Bizler İslam’ın istediği davranışları tereddütsüz tezahür ettirmek, göstermek; O’nun emirlerine hiç itiraz etmeden riayet etmek istiyorsak bu anlattıklarımıza ihtiyaç olduğunun farkında olmalıyız.

    İmanı elde etmek, itikadımızı dahi kavi hale getirmek için MARİFETULLAH ŞAHİTLERİYLE muhatap olurken onları kolayca algılayıp massetmemiz önemlidir. Ancak bir bakıma onlardan istifademizi imkânsız hale getiren, onlara tenkit elini uzatmamak manasının tam gerçekleşmesi için, önce Bediüzzaman’ın, bütün hayatını ortaya koyduğu İMAN HAKİKATLERİNDE biraz güçlenmemiz onlarla biraz hem-dem olmamız gerekmektedir.

  6. Ayrıca, yukarıda da zaman zaman temas ettiğimiz gibi, İSLAM’I YAŞAMAMAK, bir cihetle onlarla ilgili hakikatlere tenkit elini uzatmak manasını da ihtiva eder ki. bu çok önemlidir. Çünkü, Bediüzzaman’a göre:

    “…. küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, UBUDİYET-i insaniyedir ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini aynadarlık cihetinde âli eden esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile, o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın her biri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, câmid, fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.…..kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor.

    Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur'ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur'ân'ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol.(13.Lem’a,11.İşaretten,625)

    Bir Mümin ve Müslüman ile bu kavramlar dışında yaşayanların, bu konudaki hakaiki kavramakta muhakkak çok farkları olacaktır. Bu anlatılanlara göre Mümin ve Müslüman olarak Onlar’ın gerektirdiği davranışları hâlisen gösteremeyenler tenkit ve itiraz ifade eden kelam etmeseler de; hiçbir şey yapmayarak, çok büyük bir reddi, çok açık bir tenkidi ihtiva eden bu halleriyle, daha dehşetli, daha temel, daha umumi bir İTİRAZI, LİSAN-I HALLERİYLE yapmaktadırlar. Böylelerin hakaiki anlamaları da elbette oldukça zor, belki de imkansız olacaktır

  7. Zaman zaman TV programlarında çok seviyeli ve gerçekten de üst derecede mütehassıs bazı arkadaşlarımızın basit ehl-i dünya karşısında zahiren mağlup gibi olduğunu, onlara çok açık bir hakikati anlatamadığını, ispat edemediğini sanırdım. Bu gibi manaların yakınımda da tezahürü karşısında hayrette kalırdım. Sanki menfi insanlara yeterli derecede hakikatler anlatılamadı diye vehmederdim.

    Daha sonra Bediüzzaman Hazretlerinin

    “Mezkûr mesâil gibi dakik mesâil-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir.

    Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.”(365)

    “Evvelâ: Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki:

    Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.”(513)

    sözleriyle ortaya koyduğu “İman hakikatleri münakaşa tarzında anlatılmaması” fikri üzerine düşünürken buradaki önemli bir inceliği de kavradım. Münakaşada insanlar karşısından bir şeyler öğrenme düşüncesinde olmuyorlar, körü körüne de olsa inatla kendi düşüncelerini anlatmaya çalışıyorlar. Tabi hakikate karşı da tamamen kör gibi davranıyorlar ki bir şey algılamaları artık imkânsız hale geliyor. Sanki “Arz-Talep” dengesi burada da geçerlidir. Talep olmadıkça bilgi de asla arz edilmez, edilemez.

    Gerçekte, bahsedilen örneklerdeki TV programlarında, benim arkadaşlarımın meseleleri anlatmaması, anlatamaması söz konusu değildi. Karşısındaki menfi insanların, anlatılanlara peşin fikirle daha baştan menfi bakması, asla değerlendirmemesi; bu sebeple de algılamaması veya algılayamaması ile ilgili olduğunu sonradan tam idrak ettim.

    Hatta zaman zaman kendimin de bu yanlış halden dolayı algılayamadığım pek çok manalar olduğunun farkına vardım. R.Nurun bile eğer bu halle okunması halinde anlaşılamadığını çok insanlarda müşahede ettim.

    Hatta geçimsiz ailelerde, boşanma durumuna gelen eşlere yardım edilememesinin en temel sebebinin, eşlerin, kendinde kusur olmadığını, kusurun tamamen karşıda olduğunu vehmetmesiyle ilgili olduğunu, uzmanlardan dinlemiştim. Burada da ayni varta sebebiyle yuvalar yıkılıyordu. Karşıyı dinleme, olayı hakikaten tarafsız bir gözle algılama, kavrama, birazcıcık empati, maalesef olmadığından bu tür insanlara yardım etmek imkansızdı. Ancak eşini anlamak isteyen, yuvasını kurtarmak isteyenlerde, hele iki taraf da böyle düşünürse, tam aksine yardım imkanı çok kolay olabiliyordu.

    Bu konu halledilse belki cemaatler arasındaki, hatta ayni cemaat içindeki birçok adavetler veya uhuvvet, muhabbet noksanlıkları kökten halledilebilir diye inanıyorum. Bize düşen, önce karşıdakini muhakkak anlamaya çalışmak, bilhassa kendimizde de kusur olabileceğini ciddi değerlendirmektir. Böyle bir hal hem R.Nuru, hem Uhuvvet ve İhlas Risalelerini ve hatta her şeyi anlamakta da müthiş zihin açıcı oluyor. Allah bu idraki hepimize nasip etsin inşallah.

    Bu mana aynen iman hakaikini anlamada da geçerlidir. O haldeki insanları, maalesef sağır ve kör haline getiriyor, pek çok mana karşısında adeta taşlaştırıyor.

  8. Âyetü’l-Kübra’nın başlarında; nefyin zayıflığı, nefsülemre bakmadıkları için nefyedenlerin birbirine asla kuvvet veremediği, binlercesinin bir hükmünde ve zafiyetinde olduğu; ispat edenlerin ise nefsülemre baktıkları için tesanüt ve içmâ içinde oldukları anlatılır. Biraz altında da bütün kainata, ahirete ve asırlara bakan âmm ve muhît meselelerde nefiy ve inkarın ispatının mümkün olmadığı ispat edilir.(896)

    Daha sonra da:

    “Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar…. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir filozofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir….Hakaik-ı İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mâhiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de, mânâsı ademdir, nefiydir. İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Herbir menfî meselesi dahi, bir müspet hakikatın ünvanı ve perdesidir.”

    denir.(897)

    Bu bölümler dikkatlice okunursa inkârın zorluğu, kabulünün kolaylığı, inkar edenlerin çokluğunun bile asla tesir etmemesi gerektiği çok açık şekilde anlaşılır. Akıl ve kalbimizin önüne bu mantığı koymak hakaikin idrakinde bize ciddi bir yol gösterici olacaktır.

    Bunlarla birlikte, aşağıda sayılanları da anlatılanların açılımları olarak yapabilirsek, Marifetullah Şahitlerini kavramamız kolayca gerçekleşebilir.

    • Feraizi yapmalı ve Kebâirden mutlaka kaçmalı,

    • Her halükârda Sünnet-i Seniyyeye uymalı,

    • Bilhassa, Yaratıcıyla muhatabiyetin en âlâ şekli olan namazları vaktin evvelinde, tadili erkânla kılıp; arkasından, muhakkak Sünnet olan tesbihatı yapmalı,

    • Sık sık ruhi inkişaf sebebi olan TÖVBE ve İSTİĞFAR etmeyi ihmal etmemeli,

    • Marifetullahta terakki verecek eserleri okuyup, onlarla amel etmeli;

    • Nur Talebeliğinin, acz, fakr, şefkat ve tefekkürünü ana prensipler olarak görüp; Nurun diğer düsturlarına da sıkı sıkıya bağlı şekilde yaşamalıdır.

    Cenabı Hak, hepimizi, İmanın, İslam’ın, Sünnet’in gereği olan davranışları kolayca, refleksler gibi fıtri bir şekilde sergileyen, karaktere dönüştürebilen kullarından eylesin.

    Bu hakikatlerle kendi formatlarına uygun muhâtabiyeti nasip etsin. Onlarla hem dem olmada hepimizi muvaffak eylesin. Amin, Amin, Amin




NOT: Yazımın yayınlanan 1.bölümünün, GAYPLA ilgili 2.maddesinde, Yasin Suresinin 11.Ayeti, Enbiya Suresinin 49.Ayeti, Mülk Suresinin 12.Ayeti ve Bakara Suresinin 3. Ayetinde, sarih şekilde “Müminlerin gayba iman etmelerinden” bahsetmesi sehven yazılamadığı için özür dilerim.

  09.02.2008

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut