Seminerler

Barla Modeli

Ümit Şimşek

KARAKALEM SEMİNERLERİNİN ikincisi, 2 Mart 2003 Pazar Günü gerçekleşti. Morötesi yayınları editörü Ümit Şimşek’in sunduğu Barla Modeli konulu seminerin notlarını sunuyoruz.

Barla Modeli

Barla modeli, üç çeyrek asır önce Barla’da sessiz sadasız başlayan, sonra çeşitli fırtınaların içinden geçerek serpilip gelişen ve dünyanın dört bir yanına yayılan bir hizmeti, bir okulu, bir fikir ve inanç akımını, veya bir sivil toplum hareketini ifade ediyor. Görünüşe bakılırsa bu kendiliğinden oluşan ve gelişen bir hareketti. Fakat öncesi ve sonrasıyla incelendiğinde, burada, derin ve sağlam bir altyapıya oturan, iyi planlanmış, hedefi belli bir hareketle karşılaşırız. Bunu berrak bir şekilde görebilmek için, Risale-i Nur hareketinin ortaya çıkışını üç açıdan birden ele almak gerekiyor:

1. Müellif ve kurucu açısından,

2. Talebeler açısından,

3. Eser ve hizmet açısından.

Bu başlıkları inceledikten sonra, Barla modeli için “Şu özelliklere sahip bir Müellifin, şu özelliklere sahip talebeleriyle beraber vücuda getirdiği, şu esaslara dayanan bir harekettir” şeklinde bir tarife varmış olacağız.

MÜELLİF VE KURUCU AÇISINDAN MODELİN İNCELENMESİ

Risale-i Nur Külliyatının Müellifi ve Risale-i Nur hareketinin kurucusu Bediüzzaman Said Nursî’nin kişiliğinde ilk ve en önemle üzerinde durulması gereken yanı, hiç kuşkusuz, onun ilmî şahsiyetidir. Aslında bunu uzun uzun anlatmaya da gerek yok sayılır; Bediüzzaman’ın ilmî yönü öylesine kişiliğiyle bütünleşmiş ve ona, Osmanlının son döneminde, herbiri birer dev isim olan onca ilim ve kalem erbabının arasında, Bediüzzaman, yani, “Zamanın Harikası” ünvanını kazandırmıştı.

Bediüzzaman’ın çocukluk ve gençlik yılları, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreği içindeki çalkantıları gördü. Bu süre içinde Bediüzzaman, klasik medrese eğitimini tamamlamış, bu arada, bir okuduğunu bir daha unutmayacak derecedeki olağanüstü hafızasına, seksen temel kitabı sığdırmıştı. Klasik eğitim sisteminin, gelecek yüzyıllara cevap veremeyeceğini erken yaşlarda fark etmişti Bediüzzaman. Sonraki yılları, yeni bir eğitim sisteminin arayışı içinde geçti. Bu arada Muhakemat’ı kaleme aldı. Her cümlesi bir vecize değerinde olan bu eser, bir bakıma İslâmî ilimler tarihini özetliyor, bir bakıma da aradığı eğitim ve irşad yöntemlerinin temel taşlarını koyuyor, bir nevi bir program teşkil ediyordu.

Bu arada Bediüzzaman, pek çok toplumsal etkinliklerin içinde bulundu. Doğu illerinde, fen bilimleri ile din bilimlerinin bir arada okutulacağı bir üniversitenin kurulması için çaba harcadı. Devrin İslâm akademisi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine seçildi. Gönüllü alay komutanı olarak savaştı, esir düştü. İstanbul’a dönüşünde, yaman bir iç mücadele içine girdi ve bu nefis mücadelesi, Mesnevî-i Nuriye adlı eseri doğurdu. Nihayet, 1926 kışında, Kur’ân ve kâinattan başka herşeyden ilgisi koparılmış bir halde Barla’ya sürgün gönderilince, burada, yarım asırlık ömrünün bütün kazanımlarını, bütün mücadelelerini, bütün gözlemlerini de arkasına alarak, modern çağın insanlarına seslenebilecek bir yol aramaya koyuldu.

Sorun belliydi: iman. Bunun çözümü kelâm ilminin sınırları içindeydi, ama klasik kelâm yöntemleriyle bu çözüme ulaşmak mümkün değildi. Onun için yeni bir üslûp geliştirilmeli, daha doğrusu, Kur’ân’ın ışığını, ona gölge olmadan, olduğu gibi yansıtacak bir yol bulunmalıydı.

“Bak Allah’ın rahmet eserlerine” sadâsının Barla dağlarında yankılandığı gün, yoğun bir şekilde yaşanmış bir ömrün ve yarım asırlık bir arayışın eseri satırlara dökülüyordu.

Bugün, Bediüzzaman’ın Eski Said ve Yeni Said adıyla ikiye ayırdığı dönemleri ve bu dönemde verilen eserleri incelediğimiz zaman şunu açıkça görüyoruz:

Eski Said, Yeni Said’in temelini atmış, hedefini belirlemiştir. Meselâ, Muhakemat’ta, arkadan gelecek muazzam bir çalışmanın alâmetleri görülür. Âdetâ bu eser, Risale-i Nur’un temellerinin atıldığı bir zemindir. Bu zemini incelediğinizde, kolonların nerede yükseleceğini, duvarların nereye örüleceğini görürsünüz. Sonra, Mesnevî-i Nuriye telif edildiğinde, bu bina kaba inşaatıyla vücuda gelmiş demektir. Risale-i Nur Külliyatı ise, artık, vücuda gelen eserin, kitlelere sunulacak bir şekil aldığı dönemdir. Nitekim, Bediüzzaman, Barla mektuplarında talebelerine, yazılan risalelerle ilgili fikirlerini sorarken, “Bunlar hakikat midir diye size sormuyorum; çünkü hakikat olduklarından hiçbir şüphem yok. Ancak umumun telâkkisini ben sizin kadar bilmiyorum; umuma açılan bir yol olabilir mi diye fikirlerinize müracaat ediyorum” diyordu. Açıkça, Barla döneminde, Bediüzzaman’ın üslûp arayışının noktalandığını görüyoruz. Bu arayış, daha önce, Burdur ikameti sırasında Nur’un İlk Kapısı’nı netice vermişti.

Barla döneminde, Risale-i Nur’ların üslûbu kadar, bu hareketin üslûbu, tarzı ve sınırları da kesin şekilde belirlenmiştir. O gün bu eserlerin cazibesine kapılarak Bediüzzaman’ın etrafında toplanan insanlar, ışığa kapılmış pervaneler gibi kümeleniyorlardı; onların bir hareketi iyice inceleyecek, tarz ve esasları hakkında uzun uzadıya tetkikat yapacak durumları yoktu. Fakat Bediüzzaman, şartların ve kendi dışındaki dünyanın bütün meydan okuyuşuna rağmen, hattâ bütün bunları hiçe sayarak, hedefini ve üslûbunu belirlemişti. O andan sonraki bütün gelişmeler, dikkatleri bu hedeften uzaklaştıracak ve bu üslûbu değiştirecek yönde geliştiği halde, Bediüzzaman’ın hayatının sonuna kadar aynı çizgiyi bilinçli bir şekilde devam ettirmiş olması ve Risale-i Nur Külliyatının telifinin başladığı ve tamamlandığı anlar arasında bu konuda bir fark görülmemesi, bizi böyle bir tesbite sevk etmektedir.

TALEBELER

Yeryüzünün bir köşesinde bir çiçek açtığı zaman, hemen o dakikada, çok uzak olmayan bir yerde böcekler uçar. Böceklerin adresi nasıl ele geçirdiğine kimse akıl erdiremez. Belki bir kısmında koku, bir kısmında ışık rol oynuyordur bu hadiselerin. Ama yapılan laboratuar deneylerinde, koku, ışık, zaman bildirecek ayrıntılar gibi düşünülebilen bütün ipuçları yok edildiği halde, belli bir çiçeğin açtığı dakikada, o çiçeğe ait böceklerin de, ondan bütünüyle habersiz bulundukları yerden, ona doğru uçuşa geçtikleri görülmüştür. Bu tabiat kanununa uygun bir şekilde, Risale-i Nur’ların telif edilmeye başlamasıyla hemen hemen aynı anda, bu eserlere doğru karşı konulmaz bir yöneliş ortaya çıktı. Önce civar köylerdeki, sonra git gide uzak belde ve şehirlerdeki insanlar, yeni yazılan eserleri gün gün takip etmeye başladılar. Artık bundan sonrası, telif edilen her yeni risaleye ulaşmak ve onu başkalarına ulaştırmak için, sonu gelmeyen bir yarıştı. Bu çapta bir ilgi, olağan şartlar altında, serbestçe yayılan ve geniş şekilde tanıtımı yapılan eserler için makul karşılanabilirdi belki; ama o günün imkânsızlıklarına, bir de “eserlerin yayılmaması için” uygulanan takip, baskı ve ceza yöntemleri eklendiğinde, ortaya, görmezlikten gelinemeyecek bir sonuç çıkmaktadır:

Bu çiçekler açtığı anda ona doğru uçuşa geçen böcekler, kendilerini sadece bir çiçeğin değil, pek çok tehlikenin de kucağına göz göre göre atmakta idiler.

O insanların iştiyak ve gayretlerini düşünürken, henüz Risale-i Nur Külliyatının mevcut olmadığı bir dönemden söz ettiğimizi dikkatten uzak tutmamalıyız. Ortada, basılmış bir eser olarak, sadece Haşir Risalesi vardı. Geri kalan risaleler, telif edildikçe üçer beşer sayfalık mektuplar halinde elden ele dolaşıyor ve çoğaltılıyordu. Ama o insanlar, bu elyazısı mektupların istikbalde büyük bir inkılâp vücuda getireceğine ve insanlığın dertlerine deva teşkil edeceğine dair büyük bir inançla bu dâvâya gönül veriyorlardı. Bu bahis üzerinde ne kadar durulsa azdır.

Bu arada, Bediüzzaman da, eserleri etrafında toplanan talebelerin nitelikleri etrafında, bir Risale-i Nur talebesi modeli vücuda getirerek, istikbalde gelecek talebelerin önüne bir nümune olarak koymuştur. Barla Lâhikasının takdiminde, Bediüzzaman, Hulûsi Bey ve Sabri Efendinin şahıslarında, Risale-i Nur talebesinin üç özelliğini tasvir etmektedir:

Bu iki zat hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası [özelliği] var ki, bu iki zat üçünde de birinciliği kazanmışlar.

Birinci hassa: Bana mensup herşeye malları gibi tesahup ediyorlar [sahip çıkıyorlar]. Bir Söz yazılsa, ken­dileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Adeta ceset­leri muhtelif, ruhları bir hükmünde, hakikî manevî vereselerdir [mirasçılardır].

İkinci hassa: Bütün makasıd-ı hayatiye [hayat gayeleri] içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiye­sinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin [doğal görevlerinin] en mühimi, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatlerine] hiz­met olduğunu telâkkileridir.

Üçüncü hassa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın kutsal eczanesinden] aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem sure­­tinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan [kuşku ve kuruntulardan] hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetme­leridir.

Sayılan özellikler, aslında, üçüncü maddede ele alacağımız hareketin niteliklerini de şekillendirmektedirler. En başta, “Risale-i Nur’a kendi malı gibi sahip çıkmak” şeklindeki tanım, Bediüzzaman’ın, talebelerini, kendisinin olmayacağı bir zamana hazırladığını açıkça gösteriyor. Birgün gelecek, belki de o gün pek yakında gelecek, Bediüzzaman da, her fâni gibi bu dünyadaki hayatını bitirip aramızdan ayrılacaktır. İşte, Risale-i Nur talebesi, “Risale-i Nur’a kendi malı gibi sahip çıkmak” suretiyle, başından beri bu sonuca hazırlanmıştır.

İkinci özellik, bir Risale-i Nur talebesine, bir hayat gayesini, uğrunda pek çok ömürlerin rahatlıkla ve pişmanlık duymadan feda edileceği bir ideali gösteriyordu. İnsanların büyük çoğunluğu, bir geçim teminini hayat gayesi olarak yeterli görürken, Nur talebeleri, bu kadar verimsiz ve gelip geçici bir meşgaleyle oyalanamazdı. Bir elinde Kur’ân’ı, diğer elinde kâinatı tutan bu eserler, Kur’ân’ın muhatabı ve kâinatın en üstün varlığı olan insana, fâni bir hayattan çok daha ileri seviyede hedefler gösteriyordu. Bunu yaparken de, insanın damarlarına işleyen ve onun bütün varlığını etkileyen bir üslûpla insana hitap ettiği için, Risale-i Nur’u eline alan, “Artık birşey için yaşadığımı zannediyorum” diyebiliyordu. Bediüzzaman da, Barla yıllarından itibaren, talebelerine her fırsatta bu hizmetin bir iman hizmeti olduğu dersini tekrarlamış, “En mühim vazife imana hizmettir; iman saadet-i ebediyenin anahtarıdır” diyerek, onların başka şeylerle mesailerini dağıtmalarına fırsat vermemiştir. Şu kadar var ki, iman hizmeti, sosyal veya siyasal olaylar gibi dikkatleri üzerinde toplayan bir hizmet değildir. Gerçi bir insanın kalbine iman nurunun girmesi, bir gönülde Allah aşkının filizlenmesi, bir dünyanın kurulmasından veya kurtulmasından daha geride bir iş değildir; fakat böyle hadiselerin biri değil, bin tanesi bir araya gelse, bir gazete haberi bile etmez! Lâkin Risale-i Nur talebeleri, manşetlere çıkmaya değil, gönüllere girmeye çalışan fedailerdir; onlar, tıpkı arkasında bıraktığı bir avuçluk balın dünya üzerinde nasıl bir ağırlık teşkil edeceğini düşünmeksizin görevini yapan balarısı gibi, kendilerine gösterilen hedefe doğru koşarlar ve uçarlar. Onlara bu hedefi gösteren ise, yaratılışları, yetenekleri, bir de kendilerine Kur’ân ve kâinatı bir arada okutan Risale-i Nur’dan aldıkları dersleridir.

Bediüzzaman’ın, örnek bir Risale-i Nur talebesine ait özellikler arasında saydığı üçüncü vasıf, Risale-i Nur hizmetine rengini veren bir esas üzerine bina edilmiştir. Barla yıllarından itibaren çeşitli zamanlarda telif ettiği risalelerinde, Bediüzzaman, bu esası, “şefkat” olarak tanımlamaktadır. Bu da Risale-i Nur’un genel yapısından beklenebilecek bir sonuçtur; çünkü bu eserlerin bulunduğu yerden bakıldığında, kâinatı baştan başa rahmete boyanmış halde görmemek imkânsızdır. Bu bakış açısı, doğal olarak, gerek Müellifte, gerekse bu eserleri okuyanlarda, bir hayat felsefesi halinde yerleşmiş ve onların hayat tarzlarında belirleyici unsur haline gelmiştir. Ancak, baştan başa rahmetle boyanmış bir kâinatta, kâinatın en üstün eseri insanı yoldan çıkarmak ve ebedî bir saadetten yoksun bırakmak için şeytan ve izcileri tarafından serilen tuzaklar da, özellike zamanımızda, saymakla tükenecek gibi değildir. Hergün nice insanların ömürleri, bu tuzakların peşine takılmış bir şekilde, nice meşgaleler ve eğlencelerle tükenir, gider. Ve hergün, nice insanların ömürleri, hiç umulmadık bir zamanda ve hiç istenmeyecek bir şekilde noktalanıverir. İşte o an, yıllar boyu bastırılmış acıların, uyuşturulmuş ıztırapların birden bire uyanıp bütün şiddetiyle yaşandığı, bir insan ömrünün bir büyük pişmanlıkla sonuçlandığı andır. Ebedî bir âlemde ebedî bir mutluluğu kazanmak için bu dünyaya gönderilen insan, nice Boğaz villalarını, nice saltanatları, nice dünya egemenliklerini gölgede bırakacak bir mülk ve saltanat fırsatını eliyle itmiş, daha da kötüsü, kendisini Yer ve Gökler Rabbine dost yapacak nice imkânları hebâ ederek bunların yerine kendisini ebedî bir felâketin kucağına atmıştır.

Hergün nice hayatların böyle pişmanlıklar içinde noktalanışını bizim görmemize yine hayatın meşgaleleri ve eğlenceleri engel olur. Burada, gaflet perdelerinin tümünü birden delip geçecek keskin bir bakışa ihtiyaç vardır ki, hebâ olan şeyin bir insan ömrü olduğunu, bir insan ömrünün de bir kâinat demek olduğunu görsün, hissetsin ve bilfiil yaşasın. Güz mevsiminde solan çiçeklerin ve ölen böceklerin acısını onlarla beraber insana yaşatan bir yaklaşım, bir insanın yaşadığı ebedî felâketin şiddetini de doğru bir şekilde ölçülmesine imkân verecek bir yaklaşımdır. Bir başka Risale-i Nur talebesi, Zübeyir Gündüzalp, böyle bir durumda hissedilmesi gereken şeyi, bir cümle ile özetler: “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, “Bir genç dinsiz olmuş” haberi karşısında, o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.”

Başka bir insana ait bir haberin bir kalbi zerrelerine kadar parçalayabilmesi için, çok yüksek yoğunlukta bir şefkate ihtiyaç vardır. Nitekim Bediüzzaman da Risale-i Nur talebesinin üçüncü önemli özelliği olarak şefkat vasfını sayar. İnsanları ciddî bir şekilde etkisi altına alan inkâr cereyanları, imanları yaralayan ve iman sahiplerini ebedî tehlikelerin kucağına atan saldırılar, tereddütler, şüpheler, vehimler, kuruntular karşısında, başkalarının derdini kendisine dert edinmiş bir Nur talebesinin yapacağı tek birşey vardır: yardıma koşmak, dertlilere devâ ulaştırmak, inkâr ve gaflet içinde bunalan dünyaları Kur’ân’ın nuruyla aydınlatmak, imanları kurtarmak—Nur talebesinin bütün gayreti budur; bu gayret de, yüksek bir derecedeki şefkatin sonucu olarak, son derece yüksek bir dereceye ulaşmış ve bir iştiyak halini almıştır. Böyle bir iştiyak derecesine ulaşan bir hizmet, artık ne bir hobi seviyesinde kalır, ne de kerhen yerine getirilecek bir yükümlülük olur. O, kuşun uçuşu, balığın yüzüşü, arının bal yapışıdır. Bir Risale-i Nur talebesi için o kadar doğal bir faaliyettir bu hizmet; lezzeti de, ücreti de kendi içindedir.

Bir Risale-i Nur talebesinin başta gelen özellikleri arasında Bediüzzaman’ın saydığı bir başka özellik de, onların “fazilet naşirleri” olmalarıdır. Risale-i Nur, zaten, Kur’ân’ın irşadını takip ederek, insana, kâinattaki güzellikleri görmeye programlanan bir bakış açısı kazandırmıştır. Bu eserler baştan başa bir Esmâ-i Hüsnâ, yani, Güzel İsimlerin şerhidir. Çiçekte, böcekte, dağda, yıldızda güzelliği bulup çıkaran bir mü’min bakışı, insana baktığında, herhalde çok daha yoğunlaşmış bir güzellik yumağıyla karşılaşacak, iman sahibi bir insanda, özellikle iman hizmetinde bulunan bir mü’minde ise, bu gözlemleri çok daha fazla yoğunlaşacaktır. Risale-i Nur Müellifinin mektuplarında böyle bir yoğunlaşma bütün açıklığıyla görülmektedir. Onun talebelerinden beklediği de bundan başkası değildir. “Sakın birbirinize karşı tenkit kapısını açmayınız,” der Barla mektuplarından birinde. “Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkki ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdetâ, herbiriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.” Bediüzzaman, bilâhare telif ettiği İhlâs Risalesinde, bu hususu “kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek” şeklinde, bir hizmet prensibi olarak formülleştirecektir.

Üstadlarından gelecek her satırın yolunu dört gözle bekleyen insanlarda, bu satırlar da etkisini göstermekte gecikmiyordu. Bediüzzaman’ın bir Nur talebesi modeli olarak gösterdiği ve “büyük bir âlim” vasfıyla andığı Sabri Efendi, kendisiyle beraber model olarak gösterilen diğer Nur talebesi Hulûsi Beye baktığında, zekî ve âlimâne sualleriyle birçok risalenin telifine vesile olan bir zat görüyor ve bu konudaki duygularını da nezaketin, hürmetin, ve nicedir özlemini çektiğimiz bir Osmanlı beyefendisine yaraşır kibarlığın timsali olan şu satırlarıyla dile getiriyordu:

Kur'ân-ı Azîmüşşânın, ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i İlâhiye bulunduğu vâreste-i arz olup, o hazine-i kudsiyenin muhtevi bulunduğu envâ-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bilvesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhte eden Üstad-ı Sâni Hulûsi Beyefendimi, teşbih ve tabiri caiz­se, saatçilerde bulunan yıldızvâri sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzeti­yorum ki, o müteaddit ağızlı anahtar, âlemde mevcut her saati tahrik eder, işletir. Mümâileyh beyefendim de, aynen o halde olup, emsâli görülmemiş ve duyulmamış birçok mesâil-i mühimme-i hakikiyeyi Hazret-i Kur'ân ve dellâl-ı Kur'ân'dan istiyor.

Bediüzzaman’ın öz kardeşi Abdülmecid Efendi ise, “Azizin azizi, Hazret-i Seydanın muhterem tilmizi,” sözleriyle hitap ediyordu Nurun Birinci Talebesine. “Sizden gelen mektuplar saf, temiz, nurlu bir fikirden çıktığından, okuyanlara ışık veriyor.”

Sabri Efendinin ifadelerini cevaplandırırken, Hulûsi Bey de ondaki tevazu sıfatını gözden kaçırmıyordu:

Bana liyâkatimin çok fevkinde hüsn-ü zan eden ve teveccüh gösteren aziz ve muhterem ve mütevazı Sabri kardeş, bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müf­lis, ümmet-i Muhammed'den (a.s.m.) bir abdim. Dualarınıza çok muh­tacım.

Sabri Efendinin özelliği, diğer Nur talebeleri tarafından da teşhis edilen ve onun “mütevazı Sabri” olarak anılmasına yol açan bir vasıftı. Ahmed Hüsrev de (Altınbaşak) onu böylece anıyor, diğer Nur talebelerinden söz ederken de, Üstadının yaptığı gibi, onların belirgin faziletlerini birer sıfat olarak adlarının yanına ekliyordu:

Her hususta sitayişe lâyık Hulûsi, ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazı Sabri, hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa.

Hulûsi Bey ise, Ahmed Hüsrev’in faziletleri arasında “Kur’ân hizmetini dünyevî ve maddî menfaate sarahaten tercih edişini” açıkça görmekte ve “Cenab-ı Hak böyle Hüsrev’lerin adedini çoğaltsın ve daim arttırsın” niyazında bulunmaktaydı.

Risale-i Nur talebelerinin gerek birbirleriyle, gerek Üstadları ve Risale-i Nur ile ilişkileri dikkate alındığında, onların en ziyade dikkati çeken özellikleri arasında, ihlâs, muhabbet ve tesanüt unsurlarını da ihmal etmemek gerekiyor. Barla’daki ikametinden hemen sonra ihlâs üzerine bir risale telif eden ve bu risalenin Nur talebeleri tarafından her on beş günde bir okunmasını tavsiye eden Bediüzzaman, mektuplarında da hemen hemen her vesile ile ihlâs üzerinde durmuş ve bunu, iman derslerinin hayatî bir parçası haline getirmiştir. Risale-i Nur Müellifinin talebelerine verdiği iman dersinde, “birşeyi sadece Allah için yapmak, onun sonucuna hiçbir surette karışmamak, Allah’ın rızasından başka maddî veya manevî, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık beklemeksizin Kur’ân ve iman hizmetinde bulunmak” şeklinde bir prensip egemendir.

Eğer Allah’ın rızasından başka herhangi bir amaç, bir hizmetin yerine getirilmesine neden olursa, bu “illet” tanımına girer ki, o hizmetin manevî niteliğini bütünüyle kaybetmesine yol açar. Sonunda insan, bir işi kimin rızası için yaptıysa ücretini de ondan istemek gibi bir sonuçla karşı karşıya kalır ki, bu da manevî bir iflâstan başka birşey değildir.

Bunun daha aşağısında, “müreccih” olarak tanımlanabilecek nedenler vardır ki, bunlar çeşitli seçenekler arasında alkışın, şöhretin, yahut başkaca bir maddî veya manevî menfaatin söz konusu olduğu tarafa doğru insanın tercihini yönelten unsurlardır. Böyle bir unsur, bir hizmeti belki bütünüyle iptal etmez, ama ihlâsı da pek sağlam bırakmaz.

Bunun da ötesinde belki bir teşvik söz konusu olabilir ve bu da pek çoğumuzun gözünde mâsum birşeydir ve riya ile, gösterişle ilgisi yoktur. Ancak, Bediüzzaman’ın ihlâs tanımında, Allah’ın rızasından başka herhangi bir müşevvik, yani bir teşvik edici unsur, ne kadar mâsum da olsa, en azından hizmetin saflığını bozmaya aday birşey demektir:

Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer O yar ise, herşey yardır. Eğer O yar değilse, bütün dün­ya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle amel-i uhrevîde [âhirete ait işlerde] illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kı­rar. Eğer müşevvik ise saffetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet ola­rak, istemeyerek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, “Bana arkamdan hayırla yad edilmeyi nasip et” [Kur’ân, 26:84] buna işarettir.

İman dersleri bir yandan Allah’ın rızasına hiçbir şeyi ortak etmemeyi insanlara öğretirken, bir yandan da o imanın insanlar üzerindeki eserlerini ortaya çıkarıyordu. Bu dersin talebeleri şan, şöhret, alkış ve çıkardan kaçıyorlardı; fakat bu anlayış, onları birbirlerinin faziletlerini yaymaktan da alıkoymuyordu. Alkıştan kaçmak ve alkışlamak birbirine ters davranışlar gibi görünse de, “fazilet” sözcüğü, sanırız, aradaki farkı ortaya çıkarmaya yetecektir. Bu, insanların birbirlerine övgü yağdırmasından çok ötede, aynı kaynaktan feyiz alan kimselerin, bütün faziletlerin kaynağı olan Allah imanın eserini tıpkı göklerde, yerde, çiçeklerde, kelebeklerde seyredercesine, birbirlerinin üzerinde seyretmeleri, bulup çıkarmaları ve âleme neşretmeleri anlamını taşıyordu. Bu işin temelinde de, gözden asla uzak tutulmaması gereken bir değer vardı:

Muhabbet.

Medih ve muhabbet, övgü ve sevgi—bunlar, sık sık birbirine karıştırılan ve bu yüzden, birbirinin günahını çekmek zorunda kalan iki kavramdır. Bunlardan birincisini “Meddahları gördüğünüzde yüzlerine toprak serpin” hadisi ile yasaklanmış, diğeri ise, “Kardeşini seven birisi bunu ona bildirsin” buyuran Hz. Peygamber tarafından emredilmiştir. Ancak insan toplulukları arasında bu iki kavramı birbirine karıştırmak ve sevgiyi bastırır yahut yanlış yönlere sevk ederken, övgüyü alabildiğine teşvik etmek eğilimi yaygındır. Manevî değerlerin önem taşıdığı topluluklar da zaman zaman bu hatâya düşmekten kurtulamazlar ve ihlâsı korumak namına sevgiler budanır, övgüler ise yeşermeye devam eder. Barla mektupları ise, gerek Üstad ile talebeleri, gerekse talebelerin birbiri arasındaki muhabbet ifadeleriyle doludur. Sekizinci ve Dokuzuncu Bölümlerde aktardığımız örneklerden de anlaşılacağı gibi, Risale-i Nur talebelerini harekete geçiren ve sımsıcak bağlarla birbirine kenetleyen şey muhabbetin tâ kendisidir. Bediüzzaman, ihlâstan sonraki en büyük kuvvetlerinin, tesanüt, yani, talebeler arasındaki dayanışma olduğunu söyler. Ancak bu tesanüdü sağlayan ve kubbeli binalarda baş başa vermiş taşları birbirine bağlayan bir harç vardır ki, o da muhabbetten başka birşey değildir. Bediüzzaman’ın gerek Barla mektuplarındaki, gerekse daha sonraki mektup ve risalelerindeki teşvik ve uyarılarından rahatlıkla çıkarabileceğimiz bir sonuç var:

Üzerinde bu kadar ısrarla durulan tesanüt kavramı, şu veya bu şekildeki bir yapılanmanın etrafında dönen bir tesanüt değildir. Bu, doğrudan doğruya, insanların faziletlerini esas alan ve onların birbirleri arasındaki muhabbet ve münasebetlerinin bir tercümesinden ibarettir. Nitekim, ünlü İhlâs Risalesindeki havuz benzetmesinde de benlik duygusunun “kardeşler” içinde eritilmesinden söz edilmektedir. “Hizmet” veya “cemaat” gibi kavramlar, her ne kadar insanlardan ortaya çıkan yapılanma ve etkinlikleri ifade ediyorsa da, “kardeşler” ve “talebeler” gibi insanın fert olarak bizzat kendisi üzerinde vurgu yapan sözlerin bu tür deyimlerle yer değiştirmesi halinde istikametin kısa zamanda kaybedildiğine dair ilk belirtiler, insanlar arasındaki muhabbet hissinin kan kaybetmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Onun için, iman ilimlerinde veya iman hizmetinde birşeylerin yanlış gitmeye başladığı hissedildiğinde, bizce ilk olarak yoklanması gereken şey insanların birbiri arasındaki karşılıklı duygular, ilk başvurulacak yer de Barla mektupları olmalıdır. Barla Modelinin öngördüğü biçimdeki ihlâs-tesanüt-muhabbet formülünün dünyada çözemeyeceği pek az problem vardır.

KİTAP VE HİZMET AÇISINDAN RİSALE-İ NUR HAREKETİ

Risale-i Nur hareketine, başından bu yana kimi tarikat gözüyle, kimi cemiyet gözüyle baktı. Fakat Risale-i Nur hareketinin bu tanımlardan hiçbirine uymadığı, zaman içinde herkes tarafından görüldü. Gerçi bu hareket içinde çeşitli eğilimleri yansıtan örgütlenmeler veya cemaatleşmeler de ortaya çıkmış bulunuyor; ama, genel planda ele alındığında, Risale-i Nur hareketinin maddî veya manevî bir örgüt meselesi olmadığı da yine herkes tarafından kolayca görülebilecek bir vakıadır. Daha da öteye gidersek, Risale-i Nur’un bir akım sınırları içinde de hapsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü eserlerin bilimsel bir tabanı vardır ve kelâm ilmi adıyla anılan bir bilim dalında, farklı bir bakış açısı ve yeni bir üslûpla işlenen dersleri içermektedir. Bu nedenle, Nur Risaleleri, bugüne kadar ülke içinde ve dışında, pek çok farklı akımlar, gruplar, cemaat ve tarikatler içinde de kendisine okuyucu bulmuştur. Bununla birlikte, Risale-i Nur’ların telifinin başladığı andan itibaren, bu eserlerin etrafında bir hizmet modelinin teşekkül ettiği de gözden uzak tutulamaz.

Bu model, herhangi bir örgütsel niteliğe sahip değildir; kaydı, yaptırımı, tayin ve azil veya terfi gibi mekanizmaları yoktur. Ancak, bizzat Risale-i Nur Müellifi tarafından nitelikleri belirtilmiş bir modeldir ve arzu eden herkesin örnek alabileceği bir biçimde ortaya konmuştur. Bunun başarılı bir model olduğu ise, eserlerin ve hareketin bugün dünya çapındaki durumundan bellidir.

Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatının konusunu iman ilimleri, Risale-i Nur hizmetinin alanını da iman hizmeti olarak belirlemiş ve bu tespitin altını kalın hatlarla çizmiştir. Bu ise alışılmış bir yaklaşım değildir. İman konusunun kendi başına bir ilim, hattâ ilimler topluluğu olarak incelenmesi ve Risale-i Nur gibi hayli yaygın bir hizmetin yegâne alanını teşkil etmesi, pek çokları tarafından yadırganmıştır ve hâlâ da yadırganmaya devam etmektedir. Bu yadırganmanın nedeni ise, imanın bir ara aşama olarak görülmesinden, “daha ileri düzeyde” birtakım konulara geçiş için bir basamak olarak telâkki edilmesinden başka birşey değildir. Oysa Bediüzzaman’ın eserlerinde iman, Allah’ın varlık ve birliği ile bazı inanç konularını ispat etmek ve bunlara inanmakla olup biten bir olay değildir. İmanda, herşeyden önce, bir “tanıma” eylemi vardır ki, başlı başına bu bile bir ömrü kapsadıktan sonra, hâlâ keşfedilmeyi bekleyen esrarıyla insanları cezbesi altında tutacak bir potansiyele sahiptir. İslâm geleneğinde “marifetullah” adıyla anılan bu tanıma faaliyeti, kâinatın bütününü tanımaktan daha ötede bir iş olarak görülebilir; çünkü varlık âleminde olup biten ne varsa, Onun isimlerinden birer parıltıdır, o kadar. İlâhî isimlerden birisi bir parıltısıyla gökleri, bir başkası baharı, daha başkası anneler ile yavrular arasındaki şefkat alışverişlerini göz kamaştıran bir güzelliğe büründürüyorsa, gönlünü o parıltıların kaynağına yönelten bir insan kendisini hangi enginlikte deryalarla karşı karşıya bulur?

Kur’ân’ın irşadları ışığında Risale-i Nur’un ders verdiği iman, bir dostun her yerde ve her zaman varlığını kendisiyle beraber hissetmeyi, bunu gözüyle görmüşçesine bir kesinlikle bilmeyi ve bütün sıcaklığıyla yaşamayı sonuç veren bir imandır. O gizemli üslûbun insanı ilk satırlarından itibaren içine aldığı âlemlerde işte böyle bir imanın sıcaklığı hissedildiği içindir ki, insanlar, bu eserleri okudukça vurulmuşlar, okumakla doymamışlar, defalarca okumak suretiyle bir mutluluğu tekrar tekrar tatmak ve her okuyuşta o satırlar arasında yeni parıltılar keşfetmek arzusuna tutulmuşlardır. Risale-i Nur’un iman ilimlerini kapsadığını ve iman ilimlerinin de insan için hava veya su demek olduğunu dikkate almayanlar ise, bu eserlerin niçin tekrar tekrar okunduğuna akıl erdirememişler ve binlerce, yüz binlerce, belki de milyonlarca insanın, bu eserlerin telifinden beri onları her gün ve gece tekrarlayıp durmasını şaşkınlıkla izlemişlerdir.

“Vazife-i imaniye,” “iman hizmeti,” “Kur’ân hizmeti,” yahut “iman ve Kur’ân hizmeti,” Bediüzzaman’ın Risale-i Nur hizmeti için kullandığı sıfatlardır. Bu ise, genel kanının tersine, hizmete bütünüyle ilmî bir nitelik kazandırmaktadır. Her ne kadar bir iman ile ilgili konular, pek çok kimsenin nazarında bir Âmentü ile başlayıp biten birkaç cümlelik bir takrirden ibaret zannediliyor ve daha başka şeylerin bir basamağı olarak muamele görüyorsa da, bu görüş, hiçbir şekilde, Bediüzzaman’ın bakış açısını yansıtmaz. Ona göre, bütün ilimlerin üzerinde iman ilimleri, herşeyin üzerinde de iman vardır ve iman ile ilgili hiçbir şeyin, başka hiçbir şeye âlet veya basamak olması düşünülemez. Onun için, bir iman hizmetinden söz edildiği zaman, sadece bir sosyal faaliyet akla gelmemeli, bu faaliyetler, bütünüyle bir ilmî muhtevâ içinde dikkate alınmalıdır.

İşte bu tespit, Risale-i Nur’un gerek derslerinde, gerekse hizmet esaslarında bilginin, belgenin ve kesin bilgi ve belgeye dayanan kanaatlerin egemen olduğu, yahut olması gerektiği sonucunu da beraberinde getirir. Bediüzzaman gibi bir zat, kendisini Risale-i Nur’un sahipliğinden çekerken, ilmin değerini bilen ve burhanı herşeyin üstünde tutan kimseleri talebeleri içinde görmenin rahatlığı içinde bunu yapmıştır. Nitekim, Hulûsi Bey ve Sabri Efendi modelinin birinci özelliğini anlatırken kullandığı son cümlede geçen “hakikî manevî verese [vârisler]” tabiri, bu konuya açıklık getirmektedir. Bediüzzaman’ın satırlarında miras ile ilgili bir söz geçtiğinde, bunun ilimden ibaret olduğu anlaşılmalıdır. Çünkü, onun gözünde miras, “veraset-i Nübüvvet” sırrıyla Hz. Peygamberden bize kadar aktarılıp gelen ilim mirasıdır; nitekim hadis-i şerifte “Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler dinar ve dirhem miras bırakmazlar; onlar ilim miras bırakırlar” buyurulmuştur.

Yine Hulûsi Beye hitaben yazdığı bir mektubunda, Bediüzzaman, insanlara Risale-i Nur’daki iman hakikatlerini okurken, talebesinin de bizzat Risale-i Nur Müellifinin yerine geçtiğini ve Peygamber varisliğinden gelen nurlara mazhar olduğunu söylemektedir. Böylece, kendisini Risale-i Nur’un sahibi olarak gören ve yazılmış olan eserleri bizzat telif etmişçesine onların sevincini yaşayan insanları, arkasında vâris olarak bırakmak ve Risale-i Nur talebelerini böyle bir verasete ehil olacak şekilde yetiştirmek, Barla yıllarından itibaren Bediüzzaman’ın prensibi olmuştur. Bediüzzaman’ın bir de “hakikî” sıfatıyla vurguladığı böyle bir veraset, hiç kuşkusuz, birtakım referanslarla veya noterden tasdikli vekâletnamelerle kazanılacak bir veraset değildir. Büyük ihtimalle, bu, kişi ile Rabbi arasında kalacak ve eserlerini de ancak kişinin ilmi, ahlâkı, fazileti ve hizmeti ile gösterecek bir vekâlettir; kapı herkese açık tutulmuş ve herhangi bir sayı, zaman veya mekân sınırlaması getirilmemiştir.

Barla mektubunda talebelerine böyle bir modeli hedef gösteren Bediüzzaman, aradan yıllar ve nice çileler geçtikten sonra, hayatının sonuna doğru kendisiyle yapılan bir mülâkatta, “Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî herşeyden feragat mesleğimden asla ayrılmayacaklardır; yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır” şeklindeki sözleriyle, büyük bir rüyasının gerçekleşmiş olduğunu anlatacaktı.

Akımın niteliği ilim, konusu iman olunca, bir kısım konular ve faaliyetler kendiliğinden bu çerçevenin dışında kalmaktadır ki, bunların başında siyaset gelir. Bediüzzaman, işin başında iken bu sınırı kalın hatlarla çizmiş ve Barla mektuplarında, “Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarıdır” sözleriyle hem talebelerinin görevini net bir şekilde ifade etmiş, hem de bu görevin önem ve yüceliğini vurgulamıştır. Yine Barla mektuplarından birinde, “Bu havalide umumca tebeyyün etmiş ki, siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim; yalnız hakaik-i diniyeyle meşgulüz” şeklindeki sözleri, bu prensibin yıllarca büyük bir titizlikle korunmuş olduğunu göstermektedir. Gerçekte, Risale-i Nur Müellifi, iman konularında o derece yoğunlaşmıştır ki, dikkatini başka bir tarafa çekecek her türlü meşgaleyi, bu arada gazete okumak veya herhangi bir siyasal gelişmeden haberdar olmak gibi herkesin günlük işleri arasındaki bir faaliyeti bile seneler boyunca hayatına sokmadığını, Barla halkını tanık göstererek ifade etmektedir:

On üç seneden beri bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi, sekiz sene oturduğum Barla halkıyla işhad ediyorum. On üç sene, bu zamanda siyasetin li­sa­nı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilâyette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehadetleriyle, siyasete taallûk eden hiçbir meseleye temas etmediğimi gösterebilirim.

Barla’da, badem ağaçlarının çiçek açtığı bir günde başladı Risale-i Nur’un macerası. “Yaz kardeşim” dedi Müellif. Sonra satırlar, sonra sayfalar, sonra risaleler birer birer dökülmeye başladı dudaklardan kâğıtlara.

Sekiz sene sonra Bediüzzaman Barla’dan ayrıldığında, artık Risale-i Nur Külliyatının şekli, rengi, içeriği, yönü ve hedefi iyice belirmiş, eserlerin yarıdan fazlası telif edilmişti. Bu eserlerle birlikte ortaya çıkan bir kitle vardı ve bu kitlenin önemli bir bölümü, hayatını bu eserlerin yayılmasına vakfetmişti.

Üç çeyrek asır sonra o günlere dönüp bakanlar, ne bu eserlerin yazılışında, ne de bu hareketin gelişmesinde, olayların akışına bırakılmış bir hal görmüyorlar. Bu hareket, en azından Bediüzzaman’ın hayatı süresince, dış şartların belirlediği bir hareket olmamış; tam tersine, dış şartlar onu başka taraflara sürüklemek için bütün imkânları zorlarken, Risale-i Nur hareketi, kendi hedefinden ve kendi yöntemlerinden hiçbir şekilde ayrılmaksızın gelişmesine devam etmiştir.

Bediüzzaman, toplumun—hattâ dünya toplumlarının—en önemli meselesini inanç meselesi olarak görmüş, topyekûn bir inançsızlık salgını karşısında insanlığı doğru bilgilerle donatmak için kendisini görevli bilmiş ve gecesiyle, gündüzüyle, yıllarını bu göreve adamıştı. Onun gözü, gelecekteydi; bugün bunu rahatça görebiliyoruz. Günün inançsızlık salgınları, geleneksel değerleri bir derece koruyan yetişmiş nesilleri belki fazlaca etkilemeyebilirdi; ancak o günün moda akımları, gelecek kuşaklar üzerinde nasıl bir tahribata yol açacaktı? Üç büyük devrin içinden geçmiş ve birkaç ömrün hadiselerini bir ömre sığdırmış bir düşünür ve ilim adamı olarak, Bediüzzaman, bütün himmetini gelecek kuşaklara ayırmıştı. Birgün, belki kendisinin hayatta olmayacağı birgün, bu topraklar üzerindeki insanlar, kendilerine onyıllar boyunca sunulan bakış açısının geçersizliğini görüp de manevî açlıklarını bastırmak için güvenilir bir bilgi kaynağı aradıkları zaman, aradıklarını bulabilecekler miydi? O, elindeki bütün imkânları, hattâ imkânsızlıkları sonuna kadar kullanmak suretiyle, istikbalin arayışına kendi zamanından cevap yetiştirmeye çalışıyordu.

Onun için, dağların, bağların, sürgünlerin veya hapishane koğuşlarının bir etkisi olmadı Bediüzzaman üzerinde. O badem ağaçlarının çiçeklerine bakarken “Bak Allah’ın rahmetine!” diye haykırıyordu. Daha sonra, herbiri sıkıntı itibarıyla bir öncekini aratan Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde, Allah’ın rahmet eserlerini o güne kadar görülmedik bir üslûpla inceleyen eserler kaleme aldı. Eğer böyle hadiseler karşısında Bediüzzaman hepimizin verdiği cinsten tepkiler verecek olsa ve kendisini ve talebelerini kurtarmak telâşına kapılsa, yahut bir intikam peşine düşseydi, bugün ortada, iman esaslarını bu derece sağlam bir şekilde tespit eden ve kitlelerin ihtiyacını karşılayan bir eserler külliyatı olmayacaktı. Pek muhtemeldir ki, onun istikbale baktığı zaman gördüğü şeyi başkaları da görüyor ve onu bu amacından saptırmaya çalışıyorlardı.

Tarih, muhaliflerinin tahrikleri nedeniyle amacından saptırılan pek çok hareket görmüş, bu arada, zamanın bütün tuzaklarına ve tahriklerine meydan okuyarak kimliğini ve amacını korumasını bilmiş pek az sayıda büyük insanı da kaydetmiştir. Fakat, hangi ölçekte olursa olsun, bir değişim vücuda getiren ve tarihin akışını değiştirenler, bu ikinci gruptaki az sayıda insanlar olmuştur. Bediüzzaman ve talebeleri Barla’da inançlarının mücadelesini verirken, dünyanın en ileri ülkesinde de zenciler insan olarak sayılmak için mücadele veriyorlardı. Nihayet onların eline de kader Dr. Martin Luther King gibi bir fırsat bağışladı. 1955 yılında ABD’nin Montgomery eyaletinde siyahlar beyazlarla otobüste aynı sıralara oturmak için bir boykot başlattıkları zaman, bu hareketin lideri Dr. King, “Müstebitlerime, direniş yöntemimi belirleme fırsatını asla vermeyeceğim” diyordu.

Müstebitler, King’i ve onun etrafındakileri, başka yöntemlere ve başka alanlara çekmek için akla gelebilecek her yola başvurdular. Görünürde bu iş çok kolaydı; on binlerce zenciden nasıl olsa birkaç tanesi bu tahriklere kapılır ve bu eylem bir şiddet hareketine dönüşürdü. Ama King’in ve etrafında kenetlenenlerin sağduyusu böyle birşeye meydan vermedi. İçeride eşinin ve iki aylık çocuğunun da bulunduğu bir sırada Martin Luther King’in evini bombaladıkları zaman, evin etrafını saran öfkeli kalabalığa, King yine aynı çağrıyı yaptı. Ve bir yıl sonra, beyazlarla aynı sıralara oturma hakkını barışçı yollardan alıncaya kadar, on binlerce zenci ne bir fire verdi, ne de hareketi yolundan çıkaracak bir tahrike kapıldı. Eğer bu tahriklerden herhangi bir tanesi bir kıvılcıma yol açıp da barışçı bir hareketi şiddet hareketine dönüştürseydi, yeni bir Martin Luther King çıkıncaya kadar, belki bugün bile, zenciler hâlâ beyazların arkasında oturuyor olacaktı.

Barla mektuplarının zamandan bu yana ülke en az üç nesil daha gördü. Risale-i Nur Müellifi de, o gün onunla beraber Barla’da bu hikâyenin başlangıcını hayatlarıyla yazanlardan hemen hemen hiçbirisi aramızda değil. Ancak onlar, kimi canlarını, kimi ömürlerini gelecek nesillerin kurtulması için feda etmiş insanlar olarak, ideallerine çoktan ulaşmış bulunuyorlar. Onların okumaya doyamadıkları ve gece gündüz çoğaltıp yaydıkları eserler, bugün, bu ülkenin tarihinde başka hiçbir esere nasip olmayan bir ilginin muhatabı olarak, dünyanın dört bir tarafında akademik çalışmaların, bilimsel yayınların, uluslararası sempozyumların konusunu teşkil ediyor. Her iki yılda bir Türkiye’de Risale-i Nur ile ilgili olarak düzenlenen sempozyumlara, aralarında başka dinlerin mensupları da bulunan yüzlerce bilim adamından tebliğler yağıyor.

Barla’da badem ağaçlarının çiçek açtığı günlerden birinde bir tarih yazılmaya başlamıştı. Bir grup mütevazı insandı Bediüzzaman ile beraber bu tarihi yazanların: Hulûsi Bey, Sabri Efendi, Muhacir Hafız Ahmed, Şamlı Hafız Tevfik, Binbaşı Âsım, Hafız Ali, Hüsrev Altınbaşak, Emrullah oğlu Bekir, Ahmed Feyzi, Zekâi, Müzeyyene, Refet Barutçu ve diğerleri... Onların gücü sayıdan değil, aralarındaki muhabbet ve tesanütten, bir de Bediüzzaman’ın onlarda nümune olarak gösterdikleri üç önemli özelliklerinden ileri geliyordu. Böylelikle, aralarında büyük âlimlerin ve ümmî zatların beraberce bulunduğu bu nümune insanların omuzları üzerinde, bir Barla Modeli vücuda geldi ve sınırları birkaç nesil sonra ülke dışına taşacak bir iman ilimleri okulu kuruldu.

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Ümit Şimşek



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut