Kemalizmin geleceği var mı?

Bu yazı, ardısıra yayınlanacak yazıyla birlikte, bundan on yıl önce, 1997 Mart’ının ilk haftasında yazıldı ve Yeni Asya gazetesinde yayınlandı. 2007 baharında, bu iki yazıyı yeniden hatırladım ve sizlerle paylaşmak istedim.


BİR GRUP arkadaşla Muhâkemât üzerinde yaptığımız müzakerede geçen hafta geldiğimiz bahis, “Sekizinci Mukaddeme” idi. Bugün de ehl-i dinde bir derece hükmünü icra eden ümitsizliği öldürüp, ümidi hayatlandıran manidar bir bahisti bu.

Bu bahiste, Bediüzzaman, mazi-hal mukayesesi ekseninde, kuşatıcı ve ufuk açıcı bir tahlilde bulunuyor—hem de, mazinin başkalarına ve istikbal bize olacağına müjde veren bir tahlil...

Bu tahlildeki ‘mazi’ ve ‘müstakbel’ tanımı, “terakki”ye dair uzunca zamandır erteleyegeldiğimiz, lâkin Karakalem’in 15. sayısına yetiştirmeyi umduğumuz kapsamlı bir çalışmada etraflıca sözkonusu edilecek. Şimdilik, geçici yanlış anlamalara peşinen mani olmak üzere, kısaca değinelim. Bediüzzaman’a göre, mazi, ‘İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan’ ilk ve orta çağlardır. Miladî ifadesiyle, onaltıncı asırdan, Rönesans ve Reform’dan öncesidir. ‘Millet-i İslâm’ açısından ise, ilk üç asır bir ‘örnek zaman dilimi’ olduğu gibi, beşinci asra kadar da genel anlamıyla bu örneklik devam etmiştir. İslâmların ‘mazi’si, buna göre, beşinci (Miladî olarak, onbirinci) asırdan 1900’lere uzanmakta; İslâm’ın ilk beş asrı ise, ‘geçmiş’i değil, ‘gelinecek’ yeri temsil etmektedir.

Mazi derken, doğrusal (lineer) bir zaman anlayışıyla düşünen modernlerin ve de modernist müslümanların yanlış anlamalarına peşinen ket vurmak üzere, dairevî (çevrimsel) bir zaman anlayışı paralelinde bu mazi-müstakbel tarifini evvelemirde verdikten sonra, gelelim “Sekizinci Mukaddeme”nin burada ele almayı düşündüğümüz veçhesine...

Muhâkemât’ın ciddi bir şerh gerektiren bu yoğun bahsinin “İnsanda müdebbir-i galib ya akıl veya basardır” diye başlayan kısmının çok dar bir özetini yapacak olursak, ‘mazi’de hâkim olan ‘fikir’den ziyade ‘hissiyat’; ‘hikmet’ten ziyade ‘hükûmet’; ‘aklî temayüller’den ziyade ‘kalbî meyiller’: ‘hak’tan ziyade ‘kuvvet’; ‘hüda’dan ziyade ‘heva’ idi. Yani, İslâm’ın hakkâniyeti elbette kabul ve teslim olunmakla birlikte, bu hakikatın benimsenmesi ve savunması esasen hissiyat, hükûmet ve kuvvet ile gerçekleştiriliyordu. Nitekim, meselâ Osmanlıya bakıldığında, Osmanlının İslâm’ı müdafaası daha ziyade maddî fetihlere, idarî tedbirlere dayalı idi. O yüzden, fetholunan diyarlara İslâm gitmekle birlikte, bu topraklar ötesindeki insanların akıl ve kalblerinin fethi gibi bir icraat da Osmanlıya nasip ve müyesser olmuş değildi. Bu zaman diliminde İslâm âleminin tamamında ana akımı ‘akıl’dan ziyade ‘hisse’ hitap eden tasavvufun teşkil etmesi de bir tesadüf değildi.

Ehl-i İslâm açısından durumun bu olduğu zaman içinde, onaltıncı asırdan itibaren Batıda gerçekleşen değişimler ise, ifrata karşı tefrit suretinde çok hatarlı sonuçlara yol açmış da olsa, doğuşundan itibaren İslâm’ı boğmayı kafaya koymuş ve bu uğurda yüzlerce yıl usanmadan Haçlı Savaşları yürütmüş olan taassubu parçaladı. Tamamlanmamış bir ‘tahkik’ süreci içerisinde, ‘hakikat’e ulaşılamadı; ama en azından hakikatsızlıkların reddi sözkonusu oldu.

Lâkin, sonradan içine sokulmuş hakikatsız unsurlar da taşıyan muharref Hıristiyanlığa yönelik bu saldırı, bir kıyas-ı fâsid ile, İslâm coğrafyasında aynı şeyi İslâm’a karşı deneyen nevzuhur fikrî ve siyasî hareketleri doğurdu. İşte, meselâ Abdülhamid, hisse, hükûmete ve kuvvete dayanan İslâm ‘mazi’sinin son büyük halkası olarak, Osmanlı topraklarında Batının Aydınlanma düşüncesinin kaba bir tercümesi hükmündeki Jön Türklerle yüzyüze geldi. Ve, İslâmî endişeleri tartışmasız olan, lâkin bu endişeleri his-hükûmet-kuvvet ekseninde gelişen biri olarak Abdülhamid’in temsil ettiği ‘mazi’ye ait İslâmî anlayış, ‘tahkik’çi bir eleştiri rüzgârı karşısında çareyi bir ‘hodri meydan’ usûlü ve üslûbu içinde muhalifleri cerh, ta’dil, ikna ve ilzam etmek yerine, elindeki ‘hükûmet’e ve ‘kuvvet’e dayanarak susturmakta buldu. Ancak, bu uzun süre devam edemedi; ve Abdülhamid’den sonra Osmanlı çöktüğü gibi, Osmanlının bir mümessili olduğu his-hükûmet-kuvvet eksenli ‘mazi’ de çöktü.

Abdülhamid’e karşı gelişen Jön Türkler hareketi içinde yetişen Kemalist kadro, eğer bu ‘mazi’ İslâm’ın aslını temsil ediyor olsa idi, herhalde İslâm açısından ‘tarihin sonu’ndan söz edebilirdi. Lâkin, sözümona İslâm’ı ‘mazi’ye mal eden, dolayısıyla gelecek tasavvurunda İslâm’ın ‘aşılması gereken bir unsur’ olmanın ötesinde yer edinemediği Kemalist proje, en kâmil örneğini Risale-i Nur’un temsil ettiği bir ‘tecdid’ ile karşılaştığında, yapabileceği fazlaca birşey yoktu. Abdülhamid’in temsil ettiği his-hükûmet-kuvvet eksenli bir İslâmî anlayışı bir şekilde altedenler, ‘tahkik’e dayalı olan, o yüzden Batıdan gelen her türlü Aydınlanmacı itiraza bedel ‘tasvir-i müddea’ ile yetinmeyip ‘delil ve bürhan’ gösteren; en önemlisi, kâinatı ve fıtratı imanına şahit kılan; aklı karşısına değil, hizmetine alan; ve de bir safdillik timsali olan ‘İslâm modernizmi’yle asla özdeşleştirilemez biçimde Asr-ı Saadetten ve selef–i sâlihînden beslenen bu ‘istikbal İslâm’ı’ karşısında ne yapabilirdi ki? Üstelik, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, ekolojik felâket, nükleer kâbus ve Batıdaki ruhsal çöküntü, Batı modernitesini İslâm’a karşı koz olarak kullanma hesaplarını iyice altüst ediyorken... Üstelik, Osmanlının his-hükûmet-kuvvet ekseninde Batıya galebe çaldığı asırlarda pek görülemeyen bir vâkıa olarak, İslâm’ın belki onu müdafaa ve tebliğ edecek hükûmet ve kuvvetlerden mahrum, lâkin onun hasımlarının her türlü güç, iktidar ve imkâna sahip olduğu bu yeni zamanda; zahirde İslâm’a galebe çalmış gözüken Batıda yüzbinlerce, milyonlarca insanın din olarak İslâm’ı seçmesi vâkıası da yaşanıyorken...

İşte, bu ‘tecdid’dir ki, Kemalist projenin yetmiş beş yıldır bir türlü ‘tam anlamıyla tesis edilemeyişi’nin, hâlâ daha ‘iç ve dış tehlikelere karşı koruma ve kollama’ya muhtaç oluşunun asıl sebebini teşkil ediyor.

Açıkçası, dün Abdulhamid’in temsil ettiği his-hükûmet-kuvvet eksenli bir İslâmî anlayışı Batıdan ödünç alınan tamamlanmamış bir ‘tahkik’ten beslenen eleştirileriyle aşabilen Kemalizm, tamamlanmış—yani, hakikatı tahakkuk etmiş—bir imanî tahkike karşı olsa olsa his-hükûmet-kuvvete dayanarak kendini korumaya çalışıyor.

Bunun değişik örneklerini siyasî nutuklardan mâlûm bildirilere her alanda görebiliriz. Kemalizm kendini akıl, hikmet ve hak ile savunamıyor; hislere dokunarak, hükûmeti elde tutarak, dayandığı güce yaslanarak kendini savunmaya çalışıyor.

Zahirdeki ‘güçlü’ görünümüne karşılık, bu durum fikrî ve fiilî bir acze delâlet ettiği için de; dün Abdulhamid’in sergilediği hürriyete karşı istibdad tavrını, bugün Kemalist elitler sergiliyor.

Dün Abdülhamid, tahkiki tamamlanmamış, eksik kalmış bir İslâmî hassasiyet hesabına hürriyetten korkuyordu.

İşe bakın ki, ‘mazi’ye bedel ‘müstakbel’i temsil eden bugünün ehl-i dini hürriyet istiyor. Lâkin, şimdi de Kemalistler hürriyetten çekiniyor.

Ve Türkiye işte bu yüzden ‘demokrasi’ye geçemiyor.

  08.05.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut