Karakalem Seminerleri, Nisan 2003 semineri
KENDİ PAYIMA, BU, sadece yüksek sesle düşünme olacak. Sizinle belli ortak değerleri paylaşmış bir topluluk olduğumuzu varsayarak, eleştirel düşüncenin kendi kabullerimize dönük olarak kullanılması, içinden geldiğim ama dışından da bakmaya çalıştığım bir geleneğe dönük olarak daha sağlıklı bir duruşa sahip olmamız açısından, kullanmamız gereken bir bakış açısını olduğunu düşündüğüm eleştirel bir bakış açısı için sadece bir parantez açmış olacağım.
Aslında bu problem sadece Risale-i Nur merkezli cemaatler acısından geçerli olan bir problem değil; konuya bu şekilde girerken belirtmiş olayım. “Risale–i Nur geleneği adına düşünce üretimi nasıl mümkün olabilir, mümkün olabilir mi?” üst başlığı altında, iktidar ve fikir üretimi ilişkisini, bir örnek olarak cemaat iktidarlarını ve Risale-i Nur düşüncesini değerlendirmeye çalışacağım. Bu açıdan cemaatleri birer iktidar odağı olarak değerlendireceğim. ‘İktidar odağı’ dediğimiz zaman ilk planda siyasî iktidar akla gelebilir, dinlerin kendileri gelebilir, ideolojilerin kendileri gelebilir. Her türlü kurumsallaşmış yapı ya da bizatihi kişiler kaçınılmaz olarak içinde bulunduğumuz bir iktidar ilişkisi ağı içerisinde belli iktidarlar uygularlar. Bu iktidarların bilimsel faaliyetlerle, estetik faaliyetlerle, fikir üretimiyle ilişkisi açısından değerlendirilmesi, konumuzun genel çerçevesini oluşturacaktır. Özel olarak da bu açıdan cemaat iktidarlarına ve cemaat iktidarlarının Risale-merkezli ya da Risale-ilişkili fikir üretimine dönük denetimine kısaca bakmaya çalışacağız. Burada çok fazla isimlendirme yapmamız mümkün olmayacak, zaten bu belki doğru da olmayacak. Ama biz satırbaşlarını koyabilirsek sanırım herkes kendi değerlendirmesini yapacaktır. Dediğim gibi, bu sadece soru sorma ve yüksek sesle düşünme ve paylaşma çabasıdır. Bunun ötesinde herhangi bir kaygıya ya da amaca dönük değildir. Bu seminer, bir yargılamadan çok, bir anlama çabası niteliğindedir. Ama bu anlama çabası kendi içinde belli yargıları da içeriyor.
Tarih olarak baktığımızda her dönemde düşünce üretiminin ve bilimsel faaliyetlerin—buna estetik faaliyetler de dahil—çok ciddi bir denetim süreci içinde gerçekleştirildiğini söylersek yanlış birşey söylemiş olmayız. Modern öncesi dönemde de, modern dönemde de aynı iktidar biçimi uygulaması, belki şekil değiştirerek, belki içerik değiştirerek, varlığını sürdürmüştür. Bunu örnekleyeceğiz, ama öncelikle meşhur olan iki örneği hatıra getirebiliriz.
Hıristiyanlığın erken Orta Çağ döneminde eski Yunan düşüncesinin Eflatuncu yorumuna, geç Orta Çağ döneminde Aristocu yorumuna dayandığını biliyoruz. Aristocu yoruma dayalı skolastik Hıristiyan düşüncesinin Hıristiyanî kabullerine aykırı fikirler ortaya konduğunda, o dönemin egemen bilim çevrelerini oluşturan çoğu elbette kilise mensubu filozoflar (ki o zaman için filozof ifadesi bilim adamı, düşünce adamı, din adamı kavramlarını da içine almaktadır) buna tepki gösterdiler. Yerleşik kabullere aykırı görüşler ortaya konduğunda gösterilen tepkilerin nasıl olduğunun en belirgin örneği, Galilei Galileo örneğidir. Dünyanın yuvarlak ve dönüyor olması, Aristo’nun ortaya koyduğu görüşler ışığında sistemleştirilen skolastik anlayışın kabullerine aykırıdır. Böyle bir düşüncenin hele bilim adına ortaya konuyor olması, yeni bir iktidar kaynağı olarak kilise iktidarı açısından kabul edilemezdir. Ve sonucu hepimiz biliyoruz.
Ama bu sadece kilise iktidarına ait bir tasarruf değildir. Aynı denetimi Fransız Devrimi sonrasında devrim yönetiminin de gerçekleştirdiğini biliyoruz. Madde ve enerjinin birbirinin farklı biçimleri olduğunu, kâinatta enerji toplamının sabit olduğunu ileri süren tezin sahibi Lavoisier de Fransız devrim mahkemelerinde yargılanmış, “Devrimin bilim adamlarına ihtiyacı yoktur” kınamasına maruz kalmıştır. Burada iktidarın içeriğinin önemli olmadığını görüyoruz. Önemli olan, ortaya konan yeninin, farklı olanın yerleşik çıkarlara, iktidar otoritesine aykırı olması, onu sorgulaması ya da rahatsız etmesidir. Bu her zaman böyle olmuştur. “Atina uyuşuk bir at gibidir, ben de bir at sineğiyim” demiştir Sokrat. Bir at sineği olduğu için de atın bundan rahatsız olması son derece normal. Atinalı gençlerin ahlâkî değerlerini bozduğu ve toplumsal düzene bir tehdit oluşturduğu gerekçesiyle Sokrat’ın idama mahkum edildiğini biliyoruz. Öyleyse, hakim iktidarlar her zaman için, bilimsel ya da değil, düşünce üretimini kontrol altında tutmak istemişlerdir.
|
Risale–i Nur da bu mesajdan süzülmüş, cemaatî ya da ulusal ölçekli değil de evrensel ölçekli bir hikmet ve rahmet sofrasıdır. Medreseden çıkan ilim içinde hakikata bir yol açan ama bunu yaparken de tasavvufu feyiz suretinde elfâzına lübb yapan bir üsluba sahiptir Risaleler. Bilginin bu şekilde hem teorik/nazarî, hem de estetik/hâlî boyutunun birarada sunulduğu başka bir modern örnek yoktur. |
|
Katolik kilise bu açıdan son derece ilginç örneklerle doludur. Aquino’lu Saint Thomas örneği belki aydınlatıcı olabilir bu bakımdan. Eflatuncu Hıristiyanlık yorumunda, inanmak, iman etmek, bilmekten önce gelir. Bilmek için önce imanla aydınlanmış olmak gerekir. Ama Saint Thomas bu ilkeyi tersyüz etmiştir. İnanmak için, önce bilmek gerekir. Peki, bilinemeyen şeylere nasıl iman edilecektir. O da dinin taabbüdî kısmına girer. O kısımları siz bilinebilen alandan çıkarır, iman alanına taşır, dolayısıyla sorgulama ve denetim dışına çıkarmış olursunuz. Saint Thomas bu şekilde bir iman, vahiy ve bilgi ilişkisi kurduğunda, kilisenin şiddetli tepkisiyle karşılaşmıştır. Kilise tarafından Saint Thomas’nın çalışmalarının üniversitelerde okutulması yasaklanmıştır. Ama bir süre sonra Saint Thomas’nın yorumları üniversite çevrelerinde hâkim görüş haline gelmeye başlamıştır. Zaman içerisinde kilise bu yaklaşıma karşı tavrını esnetmiş ve yüzyılın başlarına geldiğimizde Saint Thomas’nın ortaya koyduğu görüşler Katolik kilisesinin resmî öğretisi haline geldiği gibi, Saint Thomas da bir aziz mertebesine yükseltilmiştir. Yani, Kilise açısından otorite kabul edilen kutsal bir kişi haline getirilmiştir. Yerleşik bir kabulü temelinden sorgulayan bir yaklaşım, böylece, o yerleşik kabulün yerini almayı başarmıştır.
Saint Thomas’nın ilk planda ortaya koyduğu düşüncelerin değerlendirilme biçimi, heretiklik, yani sapkınlık suçlamasıdır. Yani, “Siz sahih olanı, doğru olanı, müstakim olanı reddeden sapkın bir çizginin temsilcisisiniz, böyle bir düşünceyi seslendiriyorsunuz. Öyleyse, bu toplum içinde söz söyleme ve durma hakkınız olamaz; böyle bir meşruiyete sahip değilsiniz” yaklaşımıdır.
Katolik kilisesinin kendi karşıtlarına yönelttiği en önemli eleştiri, heretiklik ve—bunun beraberinde getirdiği—aforozdur. Dinî otoritenin ya da iktidarın düşünceyi denetleme biçimi bu şekilde varlığını sürdürmüştür; ama sonuçta bu denetimin mutlak olmadığını, yer değiştirebildiğini, hatta yıkılabildiğini görüyoruz. Saint Thomas bunun açık bir örneğidir. Katolik kilisesinin resmi öğretisi bugün ‘Thomism,’ yani Saint Thomascılık diye anılır. Oysa ilk kaynağına baktığımızda, Kilisenin şiddetle karşı çıktığı, Katolik kilisesinin öğretisine taban tabana zıt olarak gördüğü bir yaklaşımdır bu. Aynı şekilde, içeriği biraz sekülerleştirerek baktığımızda, ideoloji üretiminin de iktidarla çok yakından ilişkili olduğunu ve ciddi bir iktidar denetimine tâbi olduğunu açık bir şekilde görebiliyoruz.
Sovyet Anayasasının mimarlarından İvanovic Buharin örneği bunu açıkça ortaya koyar. Buharin Sovyet Devrimini gerçekleştirenler arasında en güçlü entellektüel donanıma sahip kişi ve Sovyet Anayasasının oluşmasında en ciddi katkıyı yapmış komünist bir teorisyendir. Buharin örneği, bazı fikrî ayrılıklar gibi görünen şeylerin aslında yerleşik çıkarlardan kaynaklanan ‘arzuya fikir sureti giydirme’ biçiminde yorumlayabileceğimiz bir çıkar savaşı olduğunun ya da iktidar kavgası olduğunun açık bir örneğini temsil eder. Buharin, başlangıçta son derece radikal bir çizgiye sahip olmakla birlikte, 1924’e gelindiğinde Politbüro üyesi olarak atanır. 1924’ten itibaren ortaya koyduğu yaklaşım da şudur: Öncelikle devrim ihracından vazgeçilmelidir. Sovyet devrimi kendisini korumayı öne almalıdır. Dünya devrimi değil, tek ülkede sosyalizm ilkesi Sovyetler Birliğinin şiarı olmalıdır. Sanayileşmede tedricî, sürece dayalı yaklaşım takip edilmelidir. Devrim sonrasında ortaya çıkan en önemli problem olan açlık probleminin giderilmesi ve yiyecek ihtiyacının karşılanabilmesi için köylülerin pazara dönük üretim yapmalarına izin verilmelidir. Yani, daha fazla üretim yapabilmeleri için bunların motivasyona ihtiyaçları var; bu da sınırlandırılmış bir kâr payı olarak görülmeli ve köylülere böyle bir imkân tanınmalıdır.
Aslında Stalin de bu görüşü benimser. Önce Troçki, Kamanev ve diğer Politbüro üyelerini iktidar seçkinlerinin dışında bırakır. Bunun için Buharin’den faydalanır. Ama 1929’a gelindiğinde Buharin karşı-devrimcilik ile suçlanır. Politbüro’dan atılır. Daha önce Politbüro’dan atılanlar geri çağrılır. Ve 1938’de Buharin idam edilir. Stalin Buharin’in düşüncelerini aynen paylaşır ve uygular. Hangi açıdan? Devrim açısından. Tek ülkede sosyalizm, Stalin’in şiarıdır. Devrim ihracından vazgeçmiştir Stalin. Tarımda kollektifleştirme ve sanayileşme açısından Buharin’in görüşlerine itibar etmemiştir. 1924’e gelindiğinde Sovyet devriminin faturası 8 milyon insanın hayatıdır. Stalin döneminde ise bu rakam 13 milyon insandır. Bu, sanayileşmenin fırsat maliyetidir. Ama sonuçta Buharin’in ortaya koyduğu görüşler değildir Stalin’i rahatsız eden. Gerçekte iktidar tekelini sürdürmesine yarayacak ne varsa kullanmaya hazırdır. Ve bu iktidar tekeli açısından bu görüşler ya da bu görüşlerden çok o görüşleri ortaya koyan kişi bir tehdit unsuru haline gelmişse, onun bertaraf edilmesi için her türlü araca başvurmaktan çekinmez. Bu arada, karşımızda iktidar için her türlü aracı kullanmaktan çekinmeyen, dolayısıyla etik ya da ahlâkî bir kaygıya sahip olmayan bir insan görüyoruz.
|
Bu bakımdan Risale–i Nur İslâmî tefekkür ve tahassüs geleneğinin birikime dayalı bir yeniden inşa çabasıdır. Selefî bir tavırla geleneği yok saymadan, modern dünyanın şifahi değil metinsel dilinin seküler bilimsel örgüsünün meydana getirdiği itikadî ve amelî buhran karşısında, İslâmî geleneği yenileyerek üreten bir düşünce, duygu ve aksiyon hamulesidir. Bu bakımdan, sadece müslümanların değil, tüm insanlığın kalp ve aklına hitap eden evrensel bir ciheti temsil eder. |
|
Benzer bir örneği, Kemalistler açısından da dile getirmek mümkün. Kadro hareketi bu açıdan ilginçtir. 1929 dünya ekonomik bunalımının sonucunda, Lozan’ın getirdiği kısıtlamaların da bitmesiyle birlikte, Türkiye’de pragmatik ihtiyaçlardan doğan devletçi bir ekonomik politika uygulanmaya başlanır. Bu devletçi politika millî burjuvazinin yokluğunda, özel sektörün yokluğunda, devlet eliyle bir kalkınmayı öngörür. Öyle ki, en küçük bir özel teşebbüs için bile devletten izin almak zorundasınız. Bu açıdan, bu dönem ilginçtir gerçekten. Sanayi Bakanlığının planlama şubesinden izin almadıkça hiçbir yerde hiçbir ekonomik teşebbüste bulunmanız mümkün değildir. Kadroculuk, Kemalist devrimin bir ideolojisinin olması gerektiğini ve bunun sistematize bir şekilde ortaya konması gerektiğini düşünen; bu yüzden de devrimin, inkılabın ancak böyle idealist bir kadroyla başarıya ulaşacağını düşünen bir grubun Kadro dergisi etrafında ortaya koyduğu ve bütünüyle planlı devletçiliğe dayalı bir yaklaşımdır. Ancak bu, Kemalist seçkinciler açısından rahatsızlık doğurucu birşeydir. Bu yaklaşımla, yani esasında devletçiliğin dogmatik olmayan biçimiyle uyuşmalarına rağmen, Kadrocu ekibin daha dogmatik, daha köşeli, daha doktriner yaklaşımı, Kemalist iktidar seçkinleri tarafından, özellikle Mustafa Kemal tarafından benimsenmemiştir. Çünkü Kemalizm amorf bir ideolojidir ve esas itibarıyla sekülerlikle, dünyevîleşmeyle eş-anlamlıdır. Dünyevîleşmeye dayalı olduğu sürece, katı, köşeli bir yaklaşıma sahip değildir. Ama içerik bütünüyle bununla tanımlanmak durumundadır. O zaman, “Tanımlama gücüne, iktidarına biz sahibiz; bunu siz tanımlayamazsınız” denerek Kadro hareketi sona erdirilmiş ve Kadrocular çeşitli yerlere dağıtılmıştır. Yakup Kadri bunlardan birisidir. Arnavutluk’a büyükelçi olarak atanır. Bu, bir tür sürgündür aslında.
Katolik kilisesinin iktidar denetimi karşıtlarına sapkınlık suçlaması yöneltirken, ‘Marksist kilise’ olarak adlandırabileceğimiz komünist yaklaşım kendi muhaliflerini karşı-devrimcilik ile suçlar. Kemalizmin jargonunda ise gericilik, inkılap düşmanlığı, mürteci suçlamaları kullanılır.
Kemalist iktidar seçkinlerine aykırı düştüğünüzde karşılaşacağınız bu yaygın isimlendirme, bilimsel denetim açısından da geçerlidir. Türk Dil ve Tarih tezlerinin konuluş sürecini ortaya koyduğumuzda, bunu görebiliyoruz. 1932’deki Birinci Tarih Kongresinde Zeki Velidi Togan, Fuat Köprülü gibi Türkçü milliyetçi çizgideki yazarların Türk Tarih Tezinin bilimselliğine ilişkin hafif yollu eleştirileri büyük tepki doğurmuştur. Zeki Velidi Togan Türkiye’de kalamamıştır. 1937’deki İkinci Tarih Kongresine baktığımızda, bütün tebliğlerin bilimselliği oybirliği ile karar altına alınmıştır. En küçük bir eleştiri söz konusu değildir ve Tarih Tezinin bilimsel geçerliliği nihaî olarak tescil edilmiştir. Bütün tarih Türkleştirilmiştir. Hz. Peygamberin Türklüğü bile söz konusu edilmiştir. İranlıların kendilerine ait saydığı bütün düşünür ve şairler de Türkleştirilmiştir. Tarih yeniden kurulacaktır elbette ve bu bilimsel düşüncenin bir ideoloji tarafından nasıl kontrol edilebildiğini net olarak ortaya koyan ilginç bir örnektir.
Dil ve Tarih tezleri sonucunda, meselâ karşımıza Batılılaşmanın ‘öze dönüş hareketi’ olarak tanımlanması gibi bir totoloji çıkacaktır. Çünkü Türkçe kök-dil ve Türkler kök-ırktır. Bütün diller ve bütün ırklar Türkçe ve Türklerden türediğine göre, Batı medeniyeti de aslında Türkler tarafından oluşturulmuş, onların katkılarıyla şekillendirilmiş bir medeniyettir; dolayısıyla medeniyet dönüşümü diye birşey de söz konusu değildir. “Esasında biz bize ait olana yeniden sahip oluyoruz” gibi bir totolojiyle karşılaşırız. Ama aslında Kemalizm açısından bu bir problem değildir. Sonuçta bilimsel düşüncenin de bütünüyle ideolojinin iktidarı tarafından biçimlendirildiğini ve denetlenebildiğini görüyoruz.
Bilimsel düşünce sürecinin bu şekilde siyasî iktidarlar tarafından belirlenmesi tek parti ideolojilerinde ya da tek heykelli rejimlerde çok daha yaygın. O dönemde özellikle, komünist Rusya ve Nazi Almanyası bu açıdan ilgi çekici örneklerle dolu. Biz son derece pozitivist bir sosyalizasyon sürecinden geliyoruz. Eğitim sistemi itibarıyla bu böyle; ayrıca, bilimin evrensel doğruları ifade eden bir beşerî çaba olarak algılanması bizde çok yaygındır. Ama bilimin komünist Rusya ve Nazi Almanyasındaki yansımalarına baktığımızda, karşımıza tamamen farklı bir anlayış çıkar. Komünist Rusya’da bilim öncelikle ikiye ayrılır. Nazi Almanyası için de geçerlidir bu iyi bilim-kötü bilim ayrımı. İyi bilim komünist Rusya için tabiî ki proleter bilimidir, kötü bilim ise burjuva bilimi. Bilimsel çalışmanın bütünüyle ideolojik önermeler ya da doğrular ışığında düzenlenmesi ortaya çok ilginç sonuçlar çıkarmıştır. Komünist yaklaşımın topluma bakışı, toplumsal şartlar değiştiğinde fertlerin de dönüşeceği önermesine dayanır. Yani, kişisel irade diye birşey söz konusu değildir. Kişi içinde bulunduğu toplumun ürünüdür. Siz toplumsal şartları dönüştürdüğünüzde kişileri doğrudan değiştirmiş olursunuz.
|
Risale-i Nur dinsizlik problemini çözen bir değere sahiptir. Risale metinleri geleneksel dili sürdüren fakat bunu yeni bir semantiğe oturtan, bu açıdan İslâm düşünce mirasıyla bir köprü oluşturan metinlerdir. Ama bu metinleri okuyanların İslâm düşünce mirasından haberi yoktur. Burada yanlış bir tarihsellik ortaya çıkıyor. Risalelerde ortaya konan görüşler sanki nevzuhur görüşler, daha önce hiç ifade edilmemiş, daha önce hiç konuşulmamış, sadece Risalelerde ortaya konan görüşler gibi algılanabiliyor. Bu, yanlış bir yüceltmenin kaynağını oluşturan, mutlaka arınılması gereken ya da sorgulanması gereken bir yaklaşım ya da durum. |
|
Bu önermeyle doğrudan paralel bir yaklaşım, bir tarım uzmanı olan Lisenko’nun yeni-Lamarckçılığında kendisini ortaya koyar. Lisenko genetiği reddeder. Genetik bir safsatadır. Burjuva biliminin ortaya çıkardığı birşeydir ve gerçek-dışıdır. Devrime aykırı bir bilim zaten söz konusu olamaz. Lisenko’nun yaptığı deneyler, sadece kendisi tarafından yapılan, tekrarlanmayan, kontrolsüz şartlarda yapılan ve tartışılmayan bulgular içerir. Lisenko halk arasında bilinen bir tekniği kullanarak fideleri kışın ıslatıp, ‘soğuklama’ denen bir teknikle bu fideleri baharda ekerek güze kalmadan, daha erken, yani yazın ürün alınmasını sağlayan bir deney yapmıştır. Problem tabiî açlık probleminin, gıda ihtiyacının giderilmesidir. Tabiî, tarıma bu şekilde katkıda bulunan bir teknik, devrimci bir tekniktir ve elbette Lisenko’yu Politbüro üyeliğine kadar yükseltecektir. Lisenko’nun ortaya koyduğu tez de bilimsel bir tez olarak görülecektir: Sahip olunan özellikler genetik değildir. Çevresel şartlarla edinilir. Ama bu çevresel şartlardan gelen etkiler daha sonra irsî hale dönüşür. Dolayısıyla siz belli bir tarih kesitinde toplumu dönüştürdüğünüzde, artık bundan sonraki problem çözülmüş olur. Sonraki kuşaklar o dönüşen toplumun özelliklerini zaten irsî olarak edineceklerdir. Son derece şık bir sonuç. Üstelik insanı motive eden, devrimci gayreti ateşleyen bir yaklaşım bu. Peki genetiği savunan bilim adamları olmuş mudur? Olmuştur. Onlar da Lisenko’nun hışmına uğramışlardır. Bunlardan birisi üç yıl boyunca Sibirya’da bir tür açlığa mahkum edilmiş, 1940’ta tutuklanmış ve 1943’te ölmüştür. Ve Lisenko’nun ölümüne kadar—ki bu 1967’dir—bu yaklaşık altmışların başlarına kadar, Rusya’da genetik burjuva biliminin parçası olarak görülmüş ve reddedilmiştir.
Aynı şeyi Nazi Almanyası’nda da görüyoruz. Nazi Almanyası’nda da bir Nazi bilimi, bir de Yahudi bilimi vardır. Burada da temel önerme, yaklaşım, amaç, Ârî ırkın seçkinliği ve bu seçkinliğin korunmasıdır. Bu açıdan milliyetçi sosyalizm, nasyonal sosyalizm, biyolojinin politik uygulaması olarak değerlendirilir. Kanserle ilgili çalışmalar bunun açık bir örneğidir. Meselâ kanserle ilgili en ciddi çalışmalar tarihsel olarak Nazi Almanyası’nda yapılmıştır. Nasıl kanser hücreleri anarşik hücreler ise, vücuttaki düzeni bozan, herhangi bir disiplin tanımayan ve yayılmacı eğilime sahip hücreler ise ve kanserin önlenmesi bu hücrelerin ortadan kaldırılmasıyla mümkünse, aynı anoloji topluma uygulanarak Ârî ırkın seçkinliğinin korunmasının ancak bu seçkinliği bozan, dejenere eden toplulukların yok edilmesiyle mümkün olacağı belirtilmiştir. Bunun da en önemli aracı, savaştır. Savaş Ârî ırkın saflığının korunması için vazgeçilmez, zorunlu ve gerekli bir araçtır. Doktor için ameliyat ne ise, Ârî ırkın saflığının korunması, Alman ırkının hayat alanının genişlemesi için de savaş öyle bir pozisyona sahiptir. Ve Nazi bilimi de buna uygun olarak üretilir. Bilim bu öğretiye ne kadar uygun düşüyorsa geçerlidir, uygun düşmeyen kısımlarda ise uygun düşen kısım esas alınır.
Böylece bilimsel çalışma bile bütünüyle siyasî iktidar tarafından denetlenmekte; ama bu denetleme otoriter rejimlerde çok daha doğrudan bir şekilde, çıplak olarak kendisini ortaya koymaktadır.
Akademik toplumun kendi değerleri de böyle bir iktidar oluşturur. Meselâ bugün Batıda evrim teorisi konusunda akademik topluluğun içindeki yaygın kabuller evrim teorisi karşıtı görüşleri baştan yargılamaya ve mahkum etmeye dönüktür. Thomas Kuhn’un bilimsel paradigmaların gelişimine yönelik olarak ortaya koyduğu çerçeve açısından baktığımızda, gerçekten bilimin gelişmesinde bilim adamları cemaatinin de, bu cemaatin genel kabullerinin de bir engel oluşturduğunu görüyoruz. Öyleyse, bu problemle her yerde karşı karşıyayız. Söylediğimiz her söz, ortaya koyduğumuz her görüş, yaptığımız her çalışma, bir iktidar ağı içerisinde yer alır. Bunun dışında olmamız zaten mümkün değildir.
Konumuza buradan gelirsek:
Cumhuriyet tarihinde dinî örgütlenme biçimi olarak cemaat yapılarının ortaya çıktığını görüyoruz. Müslüman toplumlarda dinin halk katındaki görünümü genelde tasavvufa dayalı tarikat örgütlenmeleri şeklinde kendisini göstermiştir. Ama Cumhuriyetle birlikte tarihte pek rastlamadığımız, dolayısıyle modern olan, bu döneme ait, yeni bir yapılanmayla karşılaşıyoruz. Esas itibarıyla Cumhuriyet dönemi dediğimizde bunu 1950-60 dönemi sonrası olarak düşünmek gerekir. Bugünkü anlamda cemaat yapılarının ortaya çıkması, bu dönemin ardısıra sözkonusu olmuştur.
|
Risalelerin ve Risale müellifinin ‘ibnüzzaman’ niteliğinin mutlaka doğru olarak görülmesi ve bu niteliğin teslim edilmesi gerekir. Bu niteliğin teslim edilmesi elbette Risalelerin bütünüyle tarihselliğe mahkum edilmesi anlamını taşımaz. Ancak Risale–i Nur’a dayalı bir tefekkür ve tahassüs ikliminin vücuda getirilmesi, ancak İslam düşünce geleneğiyle böyle bir bağlantının kurulması ile mümkündür. Resmi bütün olarak görmeden, ormanı kavramadan, orman içerisindeki ağacın yerini ve o ağacın orman ile ilişkisini kurabilmek çok zordur. |
|
Cemaat kavramından öncelikle şunu anlamadığımızı belirteyim: İslâm’ın bir cemaat dini olması, kollektif bir ruha önem atfetmesi, İslâm’ın mü’minlerinin kendilerini aynı vücudun azaları olarak görmesi, böyle bir ortak bilincin parçası olarak algılamaları buradaki cemaat kavramına ya da tanımına bir temel oluşturmuyor. Daha spesifik ve daha bize has bir yapılanma bu. Sufi örgütlenmelerin dışında, tasavvufa dayanmayan, kendine has dinî anlama biçimleri ve dinî önderler etrafında oluşan yapılar bunlar. Bu yapıların bir örneği de Risale–i Nur geleneği etrafında ortaya çıkan bu tür dinî gruplar ya da cemaatler.
İşte bu tür cemaat yapılarının kaynaklandıklarını düşündükleri ya da kendilerine meşruiyet temeli olarak aldıkları Risale–i Nur geleneğinin üretilmesi açısından uyguladıkları iktidar otoritesi ve bunun Risale–i Nur ile ilişkili fikir üretimini denetleme sürecine şöyle kuşbakışı sorularla bakmaya çalışacağım burada.
Temel mesele, öyleyse, esas itibarıyla iktidar–düşünce ilişkisine bir örnek olarak cemaat iktidarları ve Risale–i Nur düşüncesi olacak. Burada da ‘Nurcu ortodoksi’ diye bir tabir kullanırsak eğer, Nurculuk açısından sahih olarak kabul edilen, anaakım olarak kabul edilen çizgi dışındaki yaklaşımların ya da görüşlerin heretiklik suçlamasıyla karşılandığını, bunların sapma olarak değerlendirildiğini ve özellikle de sahih olandan ayrı düşmenin yanı sıra, bilhassa sadakatsizlik suçlamasına muhatap olduğunu görüyoruz. Yani, dışlayıcı ilke birbirine çokça benziyor. Bütün iktidar otoriteleri dışlayıcı ilke ya da dışsallaştırma ilkesi üzerine kurulur. Burada kullandığımız spesifik anlamıyla cemaat iktidarları kendi denetimleri dışında ortaya çıkan düşünce biçimlerine ya da yaklaşımlara genel olarak bu tür bir sıfatlandırma yapma eğilimindedirler.
Bu açıdan ben kendi düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.
Risale’yle ortaya konan mesaj, orada da ifade edildiği gibi, bir önermenin ifadesi değildir, bir iddianın ortaya konulmasından ibaret değildir. Taklit yerine tahkik modernliğin bir özelliği olarak görüldüğü için, Risalelerde ortaya konulan görüşlerin doğruluğu kendinden menkul olmadığı gibi, herkes tarafından paylaşılan doğrular da değildir. Dolayısıyla, bunlar delillendirilen, rasyonel iknaya dayalı görüşlerdir. Kur’ân nasıl tüm insanlığa hitap eden ilâhî bir mesajsa, Risaledeki anlatım biçimine göre Risale–i Nur da bu mesajdan süzülmüş,cemaatî ya da ulusal ölçekli değil de evrensel ölçekli bir hikmet ve rahmet sofrasıdır. Medreseden çıkan, ilim içinde hakikata bir yol açan, ama bunu yaparken de tasavvufu feyiz suretinde elfâzına lübb yapan bir üsluba sahiptir Risaleler. Bilginin bu şekilde hem teorik/nazarî, hem de estetik/hâlî boyutunun birarada sunulduğu başka bir modern örnek yoktur. Bu bakımdan Risale–i Nur İslâmî tefekkür ve tahassüs geleneğinin birikimine dayalı bir yeniden inşa çabasıdır. Selefî bir tavırla geleneği yok saymadan, modern dünyanın şifahi değil metinsel dilinin seküler bilimsel örgüsünün meydana getirdiği itikadî ve amelî buhran karşısında, İslâmî geleneği yenileyerek üreten bir düşünce, duygu ve aksiyon hamulesidir. Bu bakımdan, sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın kalp ve aklına hitap eden evrensel bir ciheti temsil eder.
Cumhuriyet beraberinde Müslüman kitleler açısından bir dil problemi ortaya çıkarmıştır. II. Meşrutiyetin olabildiğince canlı, gerçekten derin ve kapsamlı geleneğinin kaybedilmesi Cumhuriyete geldiğimizde bütün İslâmî sosyalleşme kanallarının ortadan kalkmasına yol açmıştır. İnsanların toplumdan edinebilecekleri İslâmî kimlik sağlayıcı hiçbir kanal kalmamıştır. Artık mahalle yoktur; mahalle kontrol altındadır. Mahallenin camisi yoktur, Kur’ân kursu yoktur. Elinizde kitap yoktur, ilmihal yoktur. O kitabı öğretecek alim yoktur, hoca yoktur. Hem İslâm’ın dilini kaybediyoruz, hem de o İslâmî kimliği kaybediyoruz. Dili bir tarafa, o İslâmî kimliği edinebileceğimiz kurumları kaybediyoruz. Bediüzzaman’ın deyimiyle, Kur’ân’ın etrafındaki bütün surlar artık yıkılmıştır. Bu, bizim sosyalizasyon sürecimize de damgasını vuruyor. Böyle bir ortamda Risale-i Nur dinsizlik problemini çözen bir değere sahiptir. Risale metinleri geleneksel dili sürdüren fakat bunu yeni bir semantiğe oturtan, bu açıdan İslâm düşünce mirasıyla bir köprü oluşturan metinlerdir. Ama bu metinleri okuyanların İslâm düşünce mirasından haberi yoktur.
|
Cemaat yapıları hürriyetin değil, disiplinin; eşitliğin değil, hiyerarşinin; farklılığın değil, ayniyetin; çeşitliliğin değil, tecanüsün hakim olduğu yapılardır. Orada serbest düşünce üretilemez. Çünkü düşünce hürriyeti cemaat disiplininin kuşatması altındadır. Ve hiyerarşik bir onaylama sürecine tâbidir. Cemaatî yapılar aklı değil iradeyi, muhakemeyi değil iltizam ve kabulü talep ederler. Bu bakımdan cemaat insanının ufku bağlı bulunduğu cemaatin nasslaştırılmış kabulleriyle sınırlıdır. Bu kabullere bağlı kalanlar iyi bir izleyici olabilirler. Düşüncenin kanatlarını hürriyetin ufuklarına doğru açanlar ise, akletme ameliyesinde derinlik kazanmalarını çoğu defa bu cemaatî yapılardan bağımsızlaşma derecelerine, yani eleştirel bir duruş edinmelerine borçludurlar. |
|
Burada yanlış bir tarihsellik ortaya çıkıyor. Risalelerde ortaya konan görüşler sanki nevzuhur görüşler, daha önce hiç ifade edilmemiş, daha önce hiç konuşulmamış, sadece Risalelerde ortaya konan görüşler gibi algılanabiliyor. Bu, yanlış bir yüceltmenin kaynağını oluşturan, mutlaka arınılması gereken ya da sorgulanması gereken bir yaklaşım ya da durum. Risalelerin ve Risale müellifinin bu açıdan ‘ibnüzzaman’ niteliğinin mutlaka doğru olarak görülmesi ve bu niteliğin teslim edilmesi gerekir. Bu niteliğin teslim edilmesi elbette Risalelerin bütünüyle tarihselliğe mahkum edilmesi anlamını taşımaz. Ancak Risale–i Nur’a dayalı bir tefekkür ve tahassüs ikliminin vücuda getirilmesi, ancak İslâm düşünce geleneğiyle böyle bir bağlantının kurulması ile mümkündür. Resmi bütün olarak görmeden, ormanı kavramadan, orman içerisindeki ağacın yerini ve o ağacın orman ile ilişkisini kurabilmek çok zordur. Sağlıklı bir bakış açısı, orman içerisinde ağacı orman ile ilişkisi açısından görmeyi gerektirir. Dolayısıyla Risale–i Nur’un İslâm fikir mirasının sütunlarından biri haline getirilmesi ve bu yönüyle insanlığın kemale yürüyüşüne ışık tutmasının sağlanması gerekir.
Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan Mevlevîler değildir, onun Mesnevî’sidir. Kant’ı aydınlanma düşüncesinin ve modernliğin en önemli düşünürü haline getiren, onun ortaya koyduğu görüşlerdir. Kant’ın son derece sınırlı, entellektüel kulüp seviyesiyle sınırlı kalan bir takipçiler kitlesi vardır. Ama Kant moderniteye damgasını vuran bir düşünürdür. Aynı şekilde Marx’ın etkisi Marksistlerle sınırlı değildir. Yani izleyicileriyle ve onlardan bağımsız olarak kapitalizmin makro düzeyde bir eleştirisi olarak Marx’ın ortaya koyduğu görüşler, sınıf ilişkilerinin daha insanî bir görünüm kazanmasında son derece fonksiyonel olmuştur. Ve onu politik ekonominin en önemli isimleri arasına koymuştur. Antik Yunan düşüncesinin en önemli düşünürleri Eflâtun ve Aristo’dur. İkisi için de en önemli problem, bunların kutsal olarak gördükleri polis’in, yani şehrin içinde bulunduğu krizin nasıl giderileceğidir. Ama polis’in krizinin giderilmesi beşinci yüzyıla ait bir problem ise, onları bugüne taşıyan, bu konuda ortaya koydukları görüşler değildir. Polis’ten bağımsız olarak, bu bağlamla sınırlanamayacak evrensellikteki tefekkürleri, bugün Eflâtun ve Aristo’yu güncel kılabilmektedir. Öyleyse, soruyu şöyle formüle edebiliriz: Bugün karşımızda bulunan Bediüzzaman ve Risale–i Nur profili nasıl bir profildir? Risale düşüncesi belirttiğimiz anlamdaki cemaatî çerçevelere dayalı dar ufuklu bir düşünce olmaktan kurtulabilmiş midir? Ya da şöyle ifade edelim: Cemaatlerin taşıyıcılığını yaptığı düşünce ne kadar evrenselleşebilir? Ya da, evrenselleşebilir mi?
Burada cemaat yapılarının niteliklerine bakmakta fayda var. Robert Michels “Nerede organizasyon varsa orada hiyerarşi vardır” şeklinde bir teze sahiptir. Bu yüzden bir organizasyon olarak siyasî partilerde parti içi demokrasi diye birşeyin söz konusu olmayacağını ileri sürer. Örnek olarak da dönemin Nazi ya da faşist partilerini ya da komünist partilerini değil, katılımcı olduğunu söylediği sosyal demokrat partileri inceler. Ve aynı sonuçla karşılaşır. Sonuçta parti içerisinde kararlar son derece dar belirli bir kadro tarafından verilmekte ve partinin çizgisi bunlar tarafından belirlenmektedir. Parti içi demokrasi diye birşey yoktur. Bu, bir mittir.
İşte ‘oligarşinin tunç kanunu’ olarak Türkçe’ye yansıtılan yaklaşım budur. Her organizasyon kaçınılmaz olarak hiyerarşiye sahiptir. Dolayısıyla karar verme mekanizması da buna göre biçimlenir. Bu bakımdan cemaat yapıları hürriyetin değil, disiplinin; eşitliğin değil, hiyerarşinin; farklılığın değil, ayniyetin; çeşitliliğin değil, tecanüsün hakim olduğu yapılardır. Orada serbest düşünce üretilemez. Çünkü düşünce hürriyeti cemaat disiplininin kuşatması altındadır. Ve hiyerarşik bir onaylama sürecine tâbidir. Cemaatî yapılar aklı değil iradeyi, muhakemeyi değil iltizam ve kabulü talep ederler. Bu bakımdan cemaat insanının ufku bağlı bulunduğu cemaatin nasslaştırılmış kabulleriyle sınırlıdır. Bu kabullere bağlı kalanlar iyi bir izleyici olabilirler. Düşüncenin kanatlarını hürriyetin ufuklarına doğru açanlar ise, akletme ameliyesinde derinlik kazanmalarını çoğu defa bu cemaatî yapılardan bağımsızlaşma derecelerine, yani eleştirel bir duruş edinmelerine borçludurlar. Bu bakımdan, başta belirttiğimiz Risale kaynaklı evrensel bir tefekkür sisteminin üretilmesinde cemaatî dar görüşlülük ciddi bir problem olarak karşımıza çıkar. Risale kaynaklı bir tefekkür ve tahassüs ikliminin İslâm düşüncesine ve tüm insanlığa mal edilmesi, onun cemaat odaklı dar geçitlerden kurtarılarak evrensel bir mânâ iklimine taşınmasıyla mümkündür.
|
Risale kaynaklı evrensel bir tefekkür sisteminin üretilmesinde cemaatî dar görüşlülük ciddi bir problem olarak karşımıza çıkar. Risale kaynaklı bir tefekkür ve tahassüs ikliminin İslâm düşüncesine ve tüm insanlığa mal edilmesi, onun cemaat odaklı dar geçitlerden kurtarılarak evrensel bir mânâ iklimine taşınmasıyla mümkündür. |
|
Pratikteki birtakım yansımalarını çokça görüyoruz, bir çoğumuz da görmüştür sanırım, Risale tefekkür ve tahassüsünden beslenmiş ilmî ve edebî ürünlerin Risale cemaatlerine mensup insanların ürünlerine inhisar ettirilmesi böyle bir örnek. Din gibi Risale–i Nur da umumun malıdır, inhisar kabul etmez. Cemaatî ‘görülmüştür’ damgası taşımayan düşünce üretimlerinin çoğu defa reddedilmesi, hatta dolaşımının engellenmeye çalışılması, Risale’nin anlaşılma biçimi olarak irade etme seviyesinden akledilme seviyesine taşınmasına ciddi bir şekilde zarar vermektedir. Bunun pratik tezahürlerine baktığımızda şunları görüyoruz: Türk milliyetçiliğinden Kürt milliyetçiliğine uzanan yelpazede milliyetçi ve çoğu defa devletçi tavırların mahmuzladığı siyasî cereyanların şamar oğlanı ve iflah olmaz stepnesi, fikrî izzetten yoksun, derinlikten mahrum, siyasî ve meşrebî tarafgirlikle âlûde, devlet-i ebed-müddet mahkumu edilgen bir tablonun ilişkilendiği bir kaynak olarak görüldüğü sürece, Risale–i Nur evrensel bir mesajın halis ve kamil bir taşıyıcılığını yapamaz. Biçare hakikatların Bediüzzaman’ın deyimiyle kıymetsiz ellerde kıymetsiz olması hakikatına mâsadak Risale–i Nur’un hür tefekkür ve tahassüs ikliminde yeniden fikhedilmesi, bu düşünceyle bir şekilde hemhal olanların her halde bu düşünceye bir sadakat borcu.
Bu sadakat borcununun ifasında elbette cemaatî yapıların afaroz edilmesi gerekmiyor. Bu yapılar ilâhî rızayı hedeflemiş manevî ortaklıklar ve toplumsal dayanışma amacına dönük hizmet organizasyonları olmanın dışındaki fonksiyonlara talip olmamalıdır. Ne de siyasî baskı grubu olarak hareket etmelidirler. Cemaatî yapılar, ilâhî rızayı tahsili hedeflemiş manevî ortaklıklardır. İhlas Risalesinde mânâsını bulmuş manevî ortaklıklar ve hizmet organizasyonları olmanın dışında organizasyonlara talip olmamalıdır. Bu ‘talip olunmaması gerekenler’ arasında şunları zikredebiliriz: Siyasî baskı grubu olarak hareket etme. Formel örgütlenmelere bir tür kudsiyet atfetme. Risale’nin şahs-ı manevîsini şahsında temsil etme iddiasında bulunma vs... Aksine, hür bir düşünce ikliminin tesisi için ihtiyaç duyulan vesilelerin hazırlanmasına katkıda bulunmaya gayret etmelidirler. Bu toplulukların Risale adına düşünce üretmeye talip olmaları, komünist partilerin Marksist teorileri yorumlamalarından farklı bir çabaya tekabül etmez. Sonuçta komünist partileri bir iktidar odağı olarak Marksizmi, kendi iktidarlarının süreklileşmesi için uygun bir şekilde yeniden üreteceklerdir. Cemaatlerin de böyle bir çalışmanın içine girdiklerinde yapacakları şey, kendi Risaleyi anlama biçimleri için onu süreklileştirecek, yeniden üretecek, kalıcılaştıracak bir şablon ortaya koymaktan başka birşey olmayacaktır. Bu gibi çabalar sonucunda ortaya çıkan, herkes için ömür boyu Risaleyi doğru okuma, anlama ve uygulama kılavuzlarından ibaret bilimsel, doğru, sahih Nurculuk yorumlarından oluşan metin ve uygulama biçimleridir!
Dinî cemaatler Kemalist kamusallık anlayışı onları yeraltına itmiş olsa da, kendilerine bu anlamda ne hukukîlik, ne de meşruiyet tanınmış olsa da, dinî hayatın yeşermesinde bir sosyalizasyon ajanı olarak inkar edilmesi ya da yok sayılması mümkün olmayan önemli hizmetler yapmaktadır, yapmıştır da. Ancak Risale–i Nur gibi insanlık çapında bir mesajın sekter bir düşünce ve aksiyon üretiminden çıkıp insanlık çapında bir ebediyet davasına dönüşebilmesi için, cemaatlerin zâtî olarak mâlul oldukları dar kalıpların dışında ele alınması ve hür tefekkür ve tasavvur ortamında yeniden okunup ele alınarak şerh edilmeleri şarttır. Cemaatlerin taşıyıcısı olduklarını iddia ettikleri hakikatlere perde değil de ayna olabilmeleri için Bediüzzaman’ı ve ona bahşedilen tefekkürü, kendi renklerine boyamaktan hassasiyetle kaçınmaları gerekir. Risale’de ifade edildiği biçimiyle Risale–i Nur Kur’ân’ın sadece Nurculara değil tüm insanlara son dersidir. O ancak Allah’ın boyasıyla boyanabilir. Risale–i Nur müellifi ise, sadece Nurcuların Bediüzzamanı değil, insanlığın Garibüzzaman’ı olduğunda evrensel düşünce mirasının bir parçası olacaktır. Kısacası, cemaatler Risale adına düşünce üretiminin taşıyıcısı olamazlar.
Peki Risale–i Nur’a dayalı bir tefekkür ve tahassüs ikliminin vücuda getirilmesi için nelere ihtiyaç duyulur ya da duyulmalıdır?
|
Diğer önemli bir nokta—ki bu Risalelerin niteliğiyle doğrudan ilişkili—Risalelerde ortaya konulan bilgi hem teorik hem estetik boyutlar taşıdığı için, Risale-eksenli düşünebilmenin sadece nazarî değil aynı zamanda hâlî bir aidiyeti gerektirmesidir. Teorik donanımı ne olursa olsun, pratik yaşayışı problemli olan ya da günahla âlûde olan bir insanın Risale adına sağlıklı düşünce üretmesi mümkün değildir. |
|
Herşeyden önce, tefekkür Risalelerin dayandığı dört esastan birisidir. Sadece ve yalnızca ihlas esprisine bina edilmelidir. Düşüncede ihlasın yakalanabilmesi için ön kabullerimizin farkında olmak ve ülfetten kurtulmak şarttır. Bunun için Risale’ye esas oluşturan temel analitik düşünme araçlarını iyi kavramış olmak gerekiyor. Mânâ-yı harfi–mânâ-yı ismî, mülk–melekut ayrımı ve bu ikisinin hükümlerinin birbirine karıştırılmadan anlaşılması gibi. Depremle ilgili yorum meselâ böyle bir örnektir. Hadiseler buna göre yorumlanırken, bu yorumların subjektif olduğunu unutmamak gerekir. Kaderin her zaman adil olması, hayatın ve evrenin başına gelen herşeyin bu boyut içinde anlamlandırılması, dünyevî olanın uhrevî olana nisbetle önemsizliği, tüm ilimlerin ilâhî isimlerin birer ünvanı olması, vs... Düşüncenin benimsenen pratiklerin bir savunması olarak algılanması tarafgirliktir, ihlas ruhuna aykırıdır. Hemen tüm cemaatlerde rastladığımız düşünce faaliyetleri buna dönüktür. Siyasî partizanlık, siyaset yoluyla dünyevîleşme ihlas ruhunu şiddetle zedeleyen unsurlardır. Risale adına bireysel ya da kollektif düşünce üretiminin sıhhatine zarar veren durumlardır bunlar. Diğer önemli bir nokta—ki bu Risalelerin niteliğiyle doğrudan ilişkili—Risalelerde ortaya konulan bilgi hem teorik hem estetik boyutlar taşıdığı için, Risale-eksenli düşünebilmenin sadece nazarî değil aynı zamanda hâlî bir aidiyeti gerektirmesidir. Teorik donanımı ne olursa olsun, pratik yaşayışı problemli olan ya da günahla âlûde olan insanın Risale adına sağlıklı düşünce üretmesi mümkün değildir.
Düşünce faaliyeti, zâtî olarak istişareye ihtiyaç gösterse de, bireysel bir faaliyettir. Ferdiyetin olmadığı yerde ferdî üretim de olamaz. Risale adına üretilmiş doğruların tekil değil çoğul olabileceğini düşünebilmek, yine bu açıdan temel ilkelerden birisi olmalıdır. Akıl için yol bir değildir. Hakikat her zaman birden fazla surete sahip olabilir. Her düşünce ihlasa dayanmak şartıyla bir içtihad çabasıdır. Yani herhangi bir meselede Allah’ın muradını arama cihetidir. Ortaya konan düşünce eğer isabetsizse bu sahibini bağlar. Ancak isabetsiz düşünceler müzakere ve eleştiriye dayalı bir sorgulamayla reddedilebilir. Her bâtıl fikirde bile bir hakikat çekirdeği varsa; bir fikrin ortadan kaldırılması ancak onun bu şekilde çürütülmesiyle mümkün olabilir. Bastırılan her düşünce varlığını korur. Abbasîler döneminde Mu’tezilî düşüncenin sarayın benimsediği bir düşünce haline dönüşmesi, Kur’ân’ın mahlukiyetini resmi dogmalardan biri haline getirmiştir. Büyük imamların uğradığı işkenceler bunun açık bir örneğidir. Oysa Mu’tezilî düşünce muhalefette olan, muhalif rasyonalist bir düşüncedir; fakat iktidarı elde ettiğinde aynı şeyi kendisi yapmıştır. Pozisyonel olarak tavır almak, elbette ihlasla bağdaştırılacak bir durum değildir. Ancak içtihadın endişesi anlaşıldığında bunun hürriyetle ilişkili olduğu net bir şekilde ortaya çıkar. Hürriyetin olmadığı bir ortamda elbetteki içtihad da olamaz.
İsabetsiz düşüncelerin reddinin de esas itibarıyla düşünce sahibine değil, düşüncenin kendisine dönük olduğunu hatırlamamız gerekir. Bu yüzden kesin inançlılık marazî bir durumun ifadesidir. Çünkü 2 x 2 her zaman 4 etmez. Bu sadece 10 sayı tabanında böyledir. Sayı tabanını değiştirdiğinizde pekâlâ 5 de eder. Bu yüzden, eleştirel düşünce sadakatsizlik ve istikametsizlik olarak değerlendirilemez.
Bir grubun benimsediği tezlerin pratikle yanlışlanması sonucu içine kapanarak, seçilmiş azınlık psikolojisine bürünmesi ve düşünceyi bütünüyle kendini haklılaştırma çabasına dönüştürmesi, ihlasa aykırı bir kollektif tekebbürün tezahürüdür. Hemen tüm cemaatî yapılarda gözlediğimiz bir durumdur bu. Otoriteye dayalı düşünme biçimi yerine, bunu da reddetmeyen—çünkü bilgi edinme kaynaklarımızdan birisi de otoritedir—ancak ferdî serbestiyeti esas alan hür düşünce ikliminin varlığı şarttır. Düşünce üretimi, tanımı gereği, hiyerarşik değil, bağımsızdır. Bu sebeple de dava adamı olmak ve davanın çilesini çekmiş olmak, saf f-ı evvelden olmak ya da ehl-i fazilet olmak, düşünce planında kimseye imtiyaz sağlamamalıdır. Bu, Risale adına ortaya konan görüşler için de geçerlidir.
Şimdi uzatmak istemediğim, ama birtakım satırbaşlarıyla bahsetmek istediğim birkaç nokta var; onları belki sizin görüşlerinize açarak değerlendirebiliriz.
Risale mesleğinin meşrepler tarafından kuşatılması, meşrebin mesleğini kendi rengi ile boyaması; bunun sonucu ortaya çıkan şey bir otorite modeli olarak otantiklik iddiası ve asla sadakat söylemi... Yerleşik cemaat çıkarlarını koruma çabası olarak düşünce üretimi örneği zikretmiyorum. Siyasî görüş ayrılıklarının, ekonomik çıkar çatışmalarının Risale’yle temellendirilmeye çalışılması; 1982 ve 1990 bölünmeleri... Düşünce üretimi ve grup kimliği kabullerinin sürdürülme vesilesi olarak biraz önce söylediğimiz durum tanımlaması; ve nihayet cemaat içi iletişim tekelinin—ki bu iktidarı sürdürme biçimidir—kimliğin safiyetinin korunması olarak sunulması, cemaatî iktidarların Risale’yle ilgili düşünce üretimi sürecinde kendisini ifade etme biçimlerinden bazılarıdır.
Toparlarsak; burada ortaya konan görüş, cemaatî yapıların karikatürize edilerek aşağılanması, küçümsenmesi ya da reddedilmesi gibi bir yaklaşımı içermiyor. Ancak bu yapıların zâtî olarak mâlul olduğu sınırlara dikkat çekilerek özellikle Risale–i Nur tefekkürünün İslam düşünce sistemi ya da tefekkürü içerisinde hakettiği ya da alması gerektiği yeri alması için cemaatlerin böyle bir role uygun olmadığı vurgulanmış bulunuyor. Bunun için, cemaatlerden bağımsız, hür, serbest düşünce, kendi ikna–yanılma süreci içerisinde bunu gerçekleştirme potansiyeline çok daha fazla sahiptir ve ihtiyacımız olan da budur. Risalelerin artık irade edilme düzeyinden akledilme düzeyine taşınması şart ve deyim yerindeyse mübrem bir ihtiyaç olarak duruyor. Bu sorumluluğu üstlenebilecek düzeyde olanların da bunu gerçekleştirebilmesi, cemaatî yapıların deyim yerindeyse kendi sınırlarının farkına varması ve onunla yetinmesi ile yakından ilişkilidir. Burada noktalıyorum söyleyeceklerimi.